İnsanların ceza açısından en şiddetlisi iyiliğe kötülükle karşılık verendir. Gurer’ul-Hikem, 3217 İmam Ali (a.s)

İman,Akıl Ve Vicdanın Buluştuğu Yerde

İman,Akıl Ve Vicdanın Buluştuğu Yerde

Bismillahirrahmanirrahim
Merhaba!
ilk tanışmamız bu; doğru kelimeleri kullanıp, iyi bir izlenim bırakmam
gerekir biliyorum. Ama inanın doğru kelimelerin hangileri olduğu
konusunda hala kararsızım. Belki de önce biraz kendimi tanıtmalıyım. 30
yaşında, iki çocuk annesi, iyi kötü eğitim almış bir ev hanımıyım.
Hikaye aslında belki de çok sıradan, ama benim için anlatması çok
zor, ve paylaşmak da istiyorum illaki. Mümkün olduğu kadar objektif ve
dürüst olmaya çalışacağım. Umarım bazılarınız kendinize ait bir şeyler
bulabilirsiniz;böylece ortak bir paydada buluşabiliriz.
Bir süredir İslam'ın  kurallarına uygun olarak yasama çabası
gösteriyorum. çevremdekiler çok şaşıyorlar bu değişikliğe, hatta belki
de hoşlanmıyorlar. Buna nasıl karar verdin, nasıl hayatını bu yöne
çevirdin diye soruyorlar;anlatmaya çalışacağım. Bir süredir kafamda
toparlamaya çalışıyorum buralara nasıl geldiğimi. Sonuç olarak bunun
birdenbire olmadığı
bir çocuğun oluşu,ana rahminde gelişimi ve doğumuna benzer zahmetli
bir yolculuğun sonunda buraya vardığım gerçeğine ulaştım. Ve her doğum
sancılı oluyor malumunuz…
ilk evre „tanıma“. Kelime belki de çok iddialı oldu.“Tanımaya
çalışma” ya da “tanışma” demek belki de daha uygun
olacak. Kendimi,çevremi, yaratılmış  her şeyi tekrar gözden geçirme,
hepsiyle yani hepimizle tekrar bir tanışma çabası. Önce kendimden
başladım. Belki de otuzlu yaslara yaklaşmış olmanın doğal sonucu
olan “geç kaldım” endişesi ile kendime uzaktan söyle bir
baktım. Dünyaya gelmemiş olsaydım ne değişecekti diye düşündüm.
İnsanların hayatlarını belli felsefelerin ışığında yaşanmaları
gerektiğini düşünen ben,bu yaşa kadar hiç bir felsefeye tutunmadan
yaşamıştım. Bence artık kendime uygun,yasam görüşüme denk düsen bir
felsefe bulmalıydım önce ki hayatimi anlamlı hale getirebileyim. Bu
düşünce ile dünya üzerinde yer edinmiş türlü ideolojileri teker  teker
incelemeye başladım. İncelemelerden aslında şaşırtıcı değil ama hiç
düşünmediğim bir sonuç çıktı; dünya üzerindeki hiç bir ideolojide
Allah`in yaratışı olmayan hiç bir kural yoktu ve her biri Allah
kurallarının İslam felsefesinin kötü birer kopyalarıydılar. Hepsi
sonunda bir “üstün güce” dayanıyor, bunu “doğa”,” yaratıcı güç”
yada “metafizik” kelimeleri ile açıklayarak rahatlamaya
çalışıyorlardı.
Kendimizi ne kadar da mükemmel  sanarsak  sanalım hiç birimiz Allah`in
görmemize izin vermediği hiçbir şeyi göremiyorduk,onun verdiklerinin
yerlerini değiştirip, yine onun verdiği renklerle boyayıp
kendimize sahte düzenler yaratıyorduk ve bu düzenlerin hiç
biri de bizi gerçekten mutlu etmiyordu ki birinden diğerine koşup
duruyorduk. Tek çabamız sanki ondan daha iyisini yapabilmekti,ama
malzemeyi yine ondan alıyor,onu taklit ediyor ve ısrarla onun kurduğu
düzenin mutlak doğruluğuna isyan ediyorduk. Bir taraftan onsuz da
başarabileceğimizi ispata çalışıyor, aldığımız nefes için bile ona
muhtaç olduğumuzu görmezden geliyor,diğer taraftan da karşılaştığımız
her sorunda ona koşuyorduk.
Bu düşüncelerle ikinci evreye geçtim sanıyorum:”Sorgulama”
O koskocaman soru çıkıyordu karşıma hep: NEDEN?Ortada doğruluğu ve
mükemmelliği ayan olan bir felsefe mevcut iken ve yaratılıp
hizmetimize sunulmuş iken,bizler neden orijinaline sahip çıkmak
yerine taklitlerinin peşinden koşuyorduk? İnsanları bu kadar kibirli
olmaya iten ne idi ki?Neydi bizi Allah`tan bu kadar uzak
tutan,ürküten?Bir kere Allah kimdi?Ne işe yarıyordu benim bildiğim
Allah,hayatimin neresindeydi? Bunları düşünürken doğal olarak ben“
merkezli bir sorgulama yapıyordum. O vardı biliyordum;ama annem öyle
dediği için biliyordum var olduğunu…Daha sonra ise buna hiç kafa
yormamıştım; çünkü önüme koydukları Allah modeli beni sevmiyordu ve
ben ondan korkmakla yükümlü bir hiçtim; hoşlanmamıştım bundan! Sayısız
kaynağa başvurdum. Çünkü biliyordum ki bir şeyin doğruluğuna tamamen
kani olmak ya da onu inkar edebilmek için,fikrini savunabilecek kadar
iyi tanımalıydı insan, konu hakkında bilgi sahibi olmalıydı. Okuduğum
kitaplarda,konuştuğum kişilerde daha önce hiç tanımadığım,daha
doğrusu belki de tanıştırılmadığım bir şeye rastladım: Allah sevgisi!..Yolun başlangıcı ondan korkmak değil onu sevmekteydi. Amaç
cehennem ateşinden kurtulmak değil,sevgilinin rızasını kazanıp,belki
bir gün onun kokusunu hissedebilmekti! İşin içine "aşk" girince durum
çok daha farklı bir boyuta taşındı. Çünkü aşık olmak
bütünleşmeyi, birbirine benzemeyi gerektiriyordu; onun sevdiklerini sevmeyi ve onun sevdikleri gibi yasamayı… O beni seviyordu, sevmeseydi bu kadar nimeti önüme sermezdi; müthiş bir güven duygusuydu bu ve
müteşekkir olmalıydım! Ben de onu seviyordum,ama bu onu nereden bilecekti ki? Yani diğer insanlardan bir farkım olmalıydı belki de…
Sevgi fedakârlık demek değil miydi?
İşte tam burada üçüncü devreye geçişim başladı: "Özeleştiri"
Ben onun için ne yapıyordum ki? Hatta onun için bir şeyler yapmak
haddime değildi ben onun benden istediklerinin ne kadarını yapıyordum
ki?Böyle mi müteşekkir olunurdu? Günlerce sayfa sayfa listeler yaptım; sahip olduğum ve bana mutluluk veren her şeyi yazdım bıkıp
usanmadan. Sonuçta dehşetle gördüm ki;onun bana vermediği hiç bir şeye
sahip değildim! Hayatimin en değerli varlıkları olan
çocuklarım, kıymetini bilmesem de benim için nimet olan
sağlığım, varoluşum, var edilişim, sahip olduğum maddî imkanlar hepsi birer emanetti ve ben onların gerçek sahibi imişcesine yaşayıp gidiyordum umarsız. Bu kadar iyiliği bana bir dostum yapmış olsaydı, ona ömür boyu kul köle olurdum. Ama gerçek "veren"e
gerçek "yaradan"a boyun eğmemek için direniyordum 30
yıldır."Elhamdülillah Müslüman"dım herkes gibi, ama dinim benden hiç bir şey beklemiyormuş gibi yaşıyordum. O zaman farkım neydi ki? Neden Müslümandım? Ve Allah Müslüman olduğumu niye kabul edecekti ki? Oysa
bir bütündük biz, fıtratın hamurunu o yoğurmuştu ve ben ancak onun gösterdiği yoldan yürüyerek, özüme yaklaşarak mutlu olabilirdim. Bir şey
beni diğerlerinden ayırmalıydı, özel olmalıydım onun indinde. Ama değiştiğim zaman öyle bir durumda olmalıydım ki hem şüpheye yer
kalmamalı, hem de kimse beni artık yolumdan döndürememeliydi .Bilgi peşinde zevkle koşuyor olmam ve hep doğru insanlara denk gelmem belki
de en büyük şansım…
Dördüncü evreye adım attım usulca. “Dokunma“ diyorum ben buna. Belki tuhaf, belki de anlatamayacağım ne demek istediğimi; ama Allah'a dokunmanın peşinden koşmaya başladım. Okuduklarımı, duyduklarımı kafamın içindeki efsane kutusundan çıkarıp
realiteyi yakalamalıydım; ama dinleyerek değil; görerek, dokunarak. Bu niyetle Suriye, Irak; İran'ı kapsayan bir geziye çıkmaya karar verdim. Dönüşümde çantamda bir şeyler olmalıydı ve ben o malzemelerle
yapıya başlamalıydım; bence tılsım oralarda bir yerlerdeydi ve ben onu bulmadan dönmemeliydim. Seyahatin tamamı muhteşemdi. Ama ben
aradığımı, o dokunuşu Irak topraklarında buldum. Gezdiğimiz her türbede, her harabede, geçtiğimiz her kuru toprakta sanki Hz. Muhammed'in nefesi vardı. Anlatılanların hiçbiri masal değildi. İslam yüzyıllarca birileri tarafından tahrif edilmeye çalışılmış, bir miktar da başarılı olunmuştu ama felsefenin temeli
dimdik ayaktaydı ve iste burada duruyordu!Saniyesi saniyesine çok faydalandım bu geziden. Ama en çarpıcı, en ibret verici noktası, tarih boyu İslam düşmanlığı yapmış yöneticilerin şaaşaalı
sarayları, diktikleri o koskocaman kalelerinin yerle bir
olmuş, soylarının soplarının tükenmiş, mezarlarının yeri bile bilinmezken, İslam muhafızlarının mütevazı, asgari şartlar altında meydana getirdikleri tüm eserlerin dimdik ayakta duruyor olmalarıydı. Bu dünya, ahiretin bir aynası diye düşündüm. Orada da böyle olacak mutlaka… Ve Hazreti Ali vardı ve Fatıma ve Hüseyin ve Kerbela…
Dokundukça yokluğumun, soludukça hiçliğimin ve hissettikçe geçiciliğimin farkına vardım ürpererek… Yalan düzenlerin peşinde koştururken, dünyevî birtakım anlamsız amaçların arkasına takılmayı marifet bilip, kaçışımızı, uzaklaşmamızı içim yanarak fark ettim. Oysa
kaçış; gerçeğin gerçekliğine değil; bizim mutluluğumuza gölge düşürüyordu. Geziden döndüğümde yakaladığım  iki kavram vardı; daha doğrusu kendimce anlamlandırdığım iki kavram: Din ve Allah. Din iman
demekti, Allah ise sevgi… İmanı güçlendirmenin yolu bilgiden geçiyordu, sevgiyi göstermenin yolu ise amelden.
Bu temellere yaslanarak başladım hayatımdaki değişikliklere teker teker…
Ve son evre. Bunu da "Sonuç" diye adlandırmak doğru olacak sanırım. Sevgiliye yaklaşmaya ona olan sevgimin gereği fedakârlıkları seve seve yapmaya hazırdım artık. Bir tarafım yine de direndi bir süre. Ama "bilenle bilmeyenin sorumluluğu bir olmaz" demişti çok değer
verdiğim bir dost ve ben bir parçacık da olsa bilen biri olarak görüyorsam kendimi, bunun sorumluluğunu da taşımak zorundaydım. Her şeyden önce beni diğerlerinden ayıracak "inanan" ve "Müslüman" kimliğimi ilan edecek değişiklikleri bir an önce gerçekleştirmeliydim, aynı zamanda Allah'ın emirlerine uymak kaydıyla… Bu şekilde tesettüre karar verdim. Daha öncesi de denemiş, ama bundan rahatsızlık duymuştum; çünkü bunu denememe sebep kendimin değil başkalarının doğrularıydı ve ben o zaman doğruların öyküsünü bilmiyordum bile… Bu değişikliğe o kadar çabuk adapte oldum
ve o kadar doğal sahiplendim ki kendim bile şaşırdım. Artık benim de bir hayat felsefem, en doğru olduğuna inandığım bir ideolojim vardı ve hayatımda bu doğrultuda düzenlemeler yapıyordum. Benim kurallarımın
yaratıcısı, diğerleri gibi sahte değildi ve onun kurduğu düzende hata ihtimali sıfırdı. Onu yaratan insanı zaaflardan münezzehti ve bana ebedi mutluluk vaat ediyordu. Beni yaratan olduğu için yaradılışıma en
uygun sistemi kurmuştu bana. Yapamayacağım hiçbir şey istemiyordu ve kurallara uyduğum sürece yaptığım hiçbir şeyden de pişmanlık duyma olasılığım yoktu. Şimdi aynadaki aksime baktıkça bu görüntüyü
sevdiğimi düşünüyorum; hem kendimi, hem ailemi, çevremdekileri, yaratılmış her şeyi başka seviyorum; çünkü ben onları yaratanı çok
seviyorum. Ve onu mutlu edecek bir şeyler yapmaya çalışıyorum; çünkü bana verdiği bunca nimetten sonra nankörlük etmekten korkuyorum. En güzel yanı da bu beni mutlu ediyor; huzura kavuşuyorum. Beni ondan
fazla kim bilebilir ki?Simdi ona güveniyorum ve ona teslim oluyorum.
Başta da dedim ya hikaye çok basit aslında. Ama anlatması zor. Umarım başarabilmişimdir.
Allah'a emanet olun…

Uzaklarda bir düş kur….
İçinde batmayacak bir güneş…
Ve bitmeyecek bir umudun ışığı olsun!