“Akıllı insanın göğsü sırrının sandığıdır.” Nehc’ul-Belağa, 6. hikmet İmam Ali (a.s)

Kur’ân Ve Sünnet Açısından Kadınların Çalışması Ve Bu Konuda Geçmiş Ve Çağdaş Fıkıh Âlimlerinin Görüşleri

Kur’ân Ve Sünnet Açısından Kadınların Çalışması Ve Bu Konuda Geçmiş Ve Çağdaş Fıkıh Âlimlerinin Görüşleri

ŞEYMA SARRAF

 

Iraklı hukukçu ve araştırmacı Şeyma Sarraf, bu makalede, kadının ev dışında çalışması ve faaliyeti konusunda, Şiî ve Sünnî fıkıh âlimlerinin görüşlerini ortaya koymakta, bu arada kendi görüşü ve eleştirisini de dile getirmektedir. Eleştirisi, daha çok, kadına daha yüzeysel bir şekilde yaklaşan Sünnî fıkıh âlimlerinin görüşlerine yönelik olmuştur.

Sünnî âlimlerin görüş ve delillerini incelemek, ayrıca Şiî âlimlerden bazılarının görüşlerini de beyan etmek, makaleye ayrıcalık tanıyan yeni ve farklı bir bakıştır. Kıble dergisi olarak, yazarın kaleminin biraz sivri olup, taraflı ve feminist yaklaşımla meseleyi irdelemiş olabileceği endişemize rağmen, okuyucuların ve aydın kimselerin değerlendirmelerinin, yolumuzu açacağına inanmaktayız.

Bu makale, Lübnan’da yayınlanan “Minber'ul-Hivar” dergisinin 15. sayısında (1989) yayınlanmıştır. Biz de yararlı olacağı düşüncesiyle Türkçe’ye kazandırmayı uygun gördük.

***

Müslüman kadının ev dışında çalışması konusu, muvafık ve muhalif olanları her zaman karşı karşıya getiren bir konu olmuştur. İkinci grupta yer alanların geneli, açıkça veya dolaylı olarak, görüşlerinin İslâm’a dayandığını iddia ettikleri için, bu makalede meseleyi, İslâm (Kur’ân ve sünnet) ve geçmiş ve çağdaş fıkıh âlimlerinin görüşleri açısından ele alacağız.

Ailenin oluşumunda, erkek ve kadının görevlerinin belirlenmesinde İslâmî değerlere geri dönmeye çağıran çağdaş yazar ve fıkıh âlimlerinin eserleri, kadının yerinin evi olduğunu, ilk ve son aslî görevinin ev hanımlığı ve çocuk yetiştirmek olduğunu ısrarla vurgulamaktadır.

Bu fıkıh âlimleri, kendi görüşleri için birtakım delil ve gerekçeler de sunmaktadırlar.

Reşid Rıza, bu görüşe fıtratı delil olarak göstermektedir: “Fıtrat, kadının anne olmasını, çocuk yetiştirmesini ve ev işleriyle uğraşmasını gerektiriyor.”[1]

Hekimî de aynı görüşte olup, ev işlerinin de başlı başına zor ve yorucu ve birçoğunun bedensel faaliyete bağlı olduğunun da söyleniyor olmasını hatırlatmasına rağmen, kadının ev dışındaki zor işleri yapmaya güç yetiremeyeceğini de ayrı bir delil olarak eklemiş ve şu tavsiyede bulunmuştur: “Kadın, ev dışındaki işlere ilgi duyuyorsa, şiir ve yazarlığa yönelsin.”[2]

Kadının zor işlerin üstesinden gelemeyeceğini kabul edersek, yazar (Hekimî), ev dışındaki bütün işlerin bedensel faaliyete ihtiyaç duymadığını bilmiyor mu?! Kaldı ki, kendisine şu suali de sormaya hakkımız var: Bu nazik ve güzel varlık, yani kadın, nasıl Resulullah (s.a.a) dönemindeki hicretin zorluklarına tahammül edebildi?! Ve nasıl savaşlarda faal bir şekilde yer alabildi?!

Dr. Mustafa Sebaî ise şöyle diyor: “Nafakası, kocanın üzerine farz olduğu sürece, kadının çalışmaya hakkı yoktur.[3] Bunun bir diğer gerekçesi de şudur: Kadın, böylelikle erkeklerin kötü niyetlerinden uzak kalarak, toplumdaki temiz ve yüce konumu korunmuş olur.[4]

Açık bir delil göstermeksizin, kadının ev dışında çalışmasına karşı olan yazarlardan biri de, el-Muameretu Ale’l-Mer’et’il-Müslime kitabıyla Dr. Ahmed Ferec’dir.[5]

Mevdudî de, bu konuda ileri sürdüğü delilleri Kur’ân, sünnet ve geçmiş fıkıh âlimlerinin görüşlerine dayandırmaktadır ki daha sonra buna değineceğiz. Ancak, el-Hicab adlı kitabında başka bir delilden de söz etmiş ve şöyle demiştir: “Kadının iş için evden dışarı çıkması, yabancı erkeklerle aynı ortamda bulunması demektir. Bu da, yabancı erkeklerin onlara bakması, onlarla konuşması ve onların sesini duyması ve sonuçta  fesat ve fitnenin meydana gelmesi demektir.”[6]

Güzellik ve kadınlıklarını, günlük işlerin zorlukları sonucu çoktan unutmuş olan çalışan kadınların, Mevdudî’nin bu sözlerini okuduklarında, alaylı gülümsemelerini görüyor gibiyim.

Mevdudî’nin, kadının evde kalıp kendini kocasına ve çocuklarına adamasına dair görüşünü paylaşan bazı fıkıh âlimi ve yazarlar da, bu görüşün gerekçesini, kadının fiziksel yeteneklerinin erkekten daha az olduğunu ispatlayan ilmî delillere dayandırmaktadırlar.[7]

Bu görüş sahipleri ya bilgisizdirler ya da kendilerini bilgisiz gibi gösteriyorlar. Çünkü âdeta bir küçük ülke olan evi idare etmek, zekâ, yetenek ve olağanüstü fiziksel bir güce ihtiyaç duymaktadır. Hayatın en önemli ve tehlikeli görevlerinden biri, çocuk yetiştirmektir. Öyleyse bu işler nasıl olur da bazı beyefendilerin nazarında zekâ ve bilgi fukarası olan kimselere havale edilebilir?!

Bu ve benzeri görüşler çoktur ve delilleri de hemen hemen aynıdır.

Çağdaş Fıkıh Âlimlerinin Görüşü

Çağdaş fıkıh âlimleri ve yazarların görüşü, kadınların çalışmaması gerektiğine yönelik çeşitli sebepler göstermelerine rağmen, tamamen geçmiş fıkıh âlimlerinin inanç ve delillerine dayanmaktadır. En azından evlilik ilişkilerinden dolayı, fıkıh mezheplerinin çoğu, nafakayı erkeğin karşılamasının şer’an farz olmasından hareketle, kadının çalışmaması gerektiğini beyan etmektedir.

Hanefî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Kasanî şöyle diyor:

“Evlendikten sonra erkeğin görevlerinden biri, karısını çalıştırmaması ve ihtiyaçlarını temin etmesidir.”[8]

Serahsî daha net bir ifadeyle şöyle diyor:

“Açıkça bellidir ki kadınlar çalışamaz; kadınların çalışması fitne sebebidir.”[9]

***

Kadının, babası ve annesinin hasta olması veya onları görmeye gitmek istemesi dışında, evden dışarı çıkması, fıkıh âlimlerinin görüşüne göre kocasının iznine bağlıdır. Fıkıh âlimleri, kocasının izni olmadan evinden dışarı çıkan kadının, itaatsizlikte ısrar eden (naşize) kadın hükmünde olduğunu ve cezasının, nafakadan mahrum kalmak olduğunu belirtmişlerdir. Bu yüzden de birçok kadın, ev dışında çalışmaya sıcak bakmıyor. Çünkü kocaya itaatsizlik ederek nafaka hakkını kaybetmek istemiyor. Oysa bildiğiniz gibi, önceleri hayat şartları bugünkü kadar zor değildi ve çalışma yoluyla kadını özgürleştirme plânları henüz hayata geçirilmemişti.

Fıkıh Âlimleri, Kur’ân Ve Sünnetin Görüşü

Bize göre, kadının çalışması konusunda fıkıh âlimlerinin görüşü, öyle olması gerekmesine rağmen, Kur’ân ve sünnete dayanmamıştır. Geçmiş fıkıh âlimleri, bir kural ve esas koymak istediklerinde, toplumun verilerini ve gerçeklerini göz önünde bulundurarak, görüşlerini ilk ve son içtihat olarak ortaya koyarlardı. Ki bazen yanlış, bazen de doğru olurdu. Ama şimdiki fıkıh âlimleri, önemli bir mesele olmasına rağmen kadının çalışması konusunda görüş belirtirken, toplumun verileri ve gerçeklerini göz önünde bulundurmamaktadırlar.

Biz, kadının çalışması konusunda Kur’ân ve sünnetin görüşünü beyan edip, geçmiş ve çağdaş fıkıh âlimlerinin görüşlerini inceleyeceğiz.

İslâm dini, ortaya çıktığında, cahiliyet döneminde yapılan bazı işleri kabul etti, bazısında bazı düzeltmeler yaptı, bazısını ortadan kaldırdı ve yeni kurulan İslâm toplumunun yaşamını güzelleştirmek için bazı yeni kanunlar koydu. İslâm, kadının çalışması konusunda, cahiliyet dönemindeki durumunu kabul etti. Yani, açık bir kanun koymaksızın, kadının çalışmasına izin verdi. Çünkü din, erkeğin çalışma hakkını kesin ve kaçınılmaz bildiği gibi, kadının böyle bir hakkı olduğu görüşündeydi. Cahiliyet döneminde, muhit kültürüne bağlı olarak kadına meslekî faaliyet ve iş izni veriliyordu.[10] Kadın, toplumda büyük ve önemli ekonomik faaliyetlerde bulunurdu. Erkeğin yanında ailesi için ya da dul veya boşanmış ise kendi geçimi için çiftçilik ve hayvancılık yapardı. Kadınlar, ailelerine yardım veya kendi geçimlerini sağlamak amacıyla el sanatlarıyla uğraşırlar ve sanatkâr olarak tanınırlardı. Dokudukları, ördükleri şeyleri, tereyağı veya sepilenmiş deri gibi ürettikleri ürünleri satarlardı.[11] Gerek Ukaz Panayırı gibi mahallî ve umumî pazarlarda, gerekse kendi ticarethanelerinde çalışır, el emeklerini satar, başkalarına yaptırdıkları veya toptan aldıkları şeyleri satarlardı.

Bu kadınlara örnek olarak, Resulullah döneminde hurma satıcılığı yapan Kays kızı Ümmü Münzir’i ve Yemen’den güzel kokular getirip Medine’de satan Mahreme b. Cendel kızı Esma’yı gösterebiliriz.[12] Utbe kızı Hind ve Peygamberimizin ilk eşi Huveylid kızı Hatice gibi bazı zengin kadınlar da, dış ticaretle uğraşıyorlardı.

Başka mesleklere kıyasla ticaretin özel bir önemi ve konumu vardı ve bu işle ancak güçlü kişilikleri olan, ileri görüşlü ve halkla iyi ilişkiler kurabilen kadınlar uğraşırlardı.

Bu işlere ilâveten, kadınların düşünce ve edebiyat alanında da belirgin bir yerleri vardı; kâhin, şair, hekim ve ihtilâfları çözme mercii idiler.

***

Eğer kadınların İslâm’ın ilk dönemlerindeki çalışma ve faaliyetlerini cahiliyet döneminin bir devamı olarak bilir ve Kur’ân’da, erkeklerin çalışmasıyla ilgili yasaklayıcı açık bir ayet olmadığı gibi, kadınların çalışmasıyla ilgili olarak da böyle bir ayetin olmadığını göz önünde bulundurursak, rahatlıkla Kur’ân açısından kadının çalışması önünde herhangi bir engelin olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü erkeğin çalışmasıyla ilgili açık bir ayet olmadığı için erkeğin çalışmasının haram olduğunu söyleyemeyeceğimiz gibi, kadın için de böyle bir iddiada bulunamayız. Kaldı ki, Kur’ân’da kadınların çalışmasına dolaylı olarak değinilmiştir. Örneğin, mihri erkeğe farz kılmış, kadına miras alma hakkı tanımış ve her durumda onun için mirastan belli bir pay biçmiştir. Bu hak ve mallar, kadının elinde çalıştırıp büyütmesi gereken bir sermayedir. Ayrıca Kur’ân, kadının kanunen alım satım, kira, rehin vs. gibi sözleşmeler yapabilecek liyakatte olduğunu kabul etmektedir.

Aslî görevlerinden biri, Kur’ân’ın muhtevasını beyan etmek olan sünnette de, kadının çalışmaması gerektiğine dair bir bilgi yoktur. Tam tersine çalışmasına herhangi bir engelin olmadığı yönünde işaretler vardır.[13]

İslâm tarihini incelediğimizde, kadınların, yeni filizlenen İslâm toplumunun gereksinimleri doğrultusunda görevler üstlendiklerine şahit olmaktayız. Mekke’de Resulullah (s.a.a) zamanında maliye işlerini Nehik kızı Semra el-Esediyye adında bir kadın üstlenmişti. O, alışverişte hile ve aldatmaya başvuranları kırbaçla cezalandırıyordu.[14] Maliye işleri, bireyin İslâm toplumunda üstlenebileceği en önemli ve tehlikeli mevkilerden biridir. Böyle bir mesuliyetin kadına bırakılmasından, Peygamber (s.a.a) döneminde kadının mesuliyet üstlenmesindeki güç ve liyakatine duyulan güvenin ölçüsü kolaylıkla anlaşılabilir. Peygamber’in (s.a.a) savaşlarında da birçok kadın, erkekler gibi rol almışlardı.[15] Kadınlar, dinî faaliyetlerin de merkezindeydiler. Bir fıkıh bilgini gibi Peygamber’den hadis naklederlerdi. Resulullah (s.a.a) onlara hadis buyururdu.

***

İslâm’ın kadının çalışmasına bakışı, bireyleri birbirine bağlı sağlam bir toplum yaratmak gayesinde olan gerçek ve tabiî bir dinî bakıştır. İslâm, böyle bir toplumu yaratmanın, ancak kadının faal bir şekilde sahnede yer almasıyla mümkün olacağını biliyor. Yine biliyor ki, kadının aile denen küçük toplumu oluşturmadaki önemli ve temel rolünü yerine getirmesi, onun çalışarak büyük İslâm toplumunu oluşturmadaki rolünü ifa etmesine engel teşkil etmemektedir.

İslâm’ın kabul ettiği kadının çalışma hakkı, kadının insan olduğunu kabullenmek ve İslâm dininin kendisine gösterdiği saygı ve takdirin bir parçasıdır. Bu hak, Tevbe Suresi’nin 71. ayetinin anlamına amel etmektir:

“Mümin erkeklerle mümin kadınlar, birbirlerinin velisidirler; iyiliği emredip kötülükten sakındırırlar…”

Dört halife döneminde de aynı Peygamber dönemi gibi, kadın önemli mesuliyetler üstleniyordu. İkinci halife Ömer, Ebu Süleyman’ın kızı Şifa’yı, Medine pazarının malî işlerine bakmakla görevlendirmişti. Ömer, pazara her girdiğinde, Şifa mutlaka onun yanında olurdu.[16]

Hâl böyleyken şimdi soruyoruz: Acaba geçmiş fıkıh bilginlerinin kadının çalışmasının haram olduğu bağlamındaki fetvalarının sebebi neydi? Bizce bunun sebebini, Hicrî ikinci yüzyılda Müslümanların fethedilen ülkelere yerleşmesinden sonra, bir asırdan fazla hüküm süren tekdüze bir fıkıh anlayışında aramak gerekir. Bu süre içerisinde fıkıh âlimlerinden sorulan sorulara verilen cevaplar, hüküm ve fetva olarak genelleştirilerek fıkhî kanunlar şeklini aldı. Ancak şu bir gerçektir ki, sorulan sorulara verilen cevaplarda, söz konusu fıkıh bilginlerinin kişisel eğilimlerinin yanı sıra, yaşadıkları toplumun ekonomik, sosyal ve siyasal durumunun da inkâr edilemez bir rolü vardı. Peygamber’in (s.a.a) vefatıyla fıkıh biliminin ortaya çıkması arasındaki yüz yıllık ekonomik, sosyal ve siyasal geçmiş, gizli ve karmaşık bir şekilde fıkha yön vermekteydi.

Müslümanların yeni ülkeleri fethederek çeşitli toplumlar, milletler, dinler ve inançlarla tanışıp kaynaşması, bütün alanlarda birtakım sonuçlar doğurdu ve Müslümanlar tarafından birtakım reaksiyonlar gösterilmesine neden oldu. Bu sonuçlardan bazısı, kadınlarla ilgiliydi. Erkekler, haysiyet ve namusları konusundaki endişelerinden dolayı, kadınlara baskı yapıyor, onları eve mahkûm ediyorlardı. Kadınlarının Arap ve Müslüman olmayan erkeklerle kaynaşmasından korkuyorlardı. Müslüman erkeklere, gayrimüslim kadınlarla evlenme izni verilmişken, Müslüman kadınların gayrimüslim erkeklerle evlenmesi rahat bir şekilde gerçekleşmiyordu. Arap bir kadının başka bir milliyetten olan bir erkekle evlenmesi fikri, kabul görmemişti. Böyle bir evliliğin gerçekleşmesi durumunda zorla bozulmasına bile gidiliyordu.[17]

Görüldüğü gibi, kadınların eve mahkûm edilerek dışarıda çalışmalarının engellenmesi, daha ziyade, doğabilecek bu gibi kötü sonuçları önlemek amacına yönelikti ve bu durum, fıkıh bilginleri tarafından kanunlaştırılmadan önce yaygınlaşmıştı.[18]

Bir de, o dönemin karmaşık siyasal ortamında, Müslümanların birbirleriyle olan savaşlarında kadınların önderlik derecesine varıncaya kadar aktif rol oynamalarının da, bu süreçte olumsuz etkisi olmuştu. Örneğin, Peygamber’in eşi Aişe’nin önderliğinde Cemel Savaşı gerçekleşmişti. Haricîlerin kadınlarının da geniş faaliyetleri olmuştu. Muaviye, savaşta Hz. Ali’nin yanında yer alan kadınlara itiraz etmişti.

Bu saydığımız etkenler, Kur’ân ve sünnette bir delil olmadığı hâlde, erkeklerin kadınları baskı altına almasına ve faaliyetlerini engellemesine neden oldu.

Sanırım, İslâm’ın, bir insan olarak kadına birçok hak ve özgürlük tanıması, hukuk ve yükümlülük eşitliği sağlaması, erkeklerin kadınları kendilerine bağımlı kılmak ve eve hapsetmek konusunda çaba harcamalarına, yaptıklarını onaylatmak için de; “Eğer kadın kocasının izni olmadan dışarı çıkarsa, kocası razı olmadığı takdirde, güneş ve ayın üzerine doğduğu her şey o kadını lânetler.” gibi yalan hadisler uydurmalarına sebep oldu.[19]

Fıkıh da, “Ve evlerinizde oturun…” gibi ayetlerden yararlanarak mevcut durumu kanunlaştırmak yönünde ilerdi. Hâlbuki bu ayet, Peygamber’in hanımlarına yöneliktir; çünkü bir önceki ayette; “Ey Peygamber’in hanımları! Siz, başka kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.” buyrulmuştur.  (Ahzab/33) Ümmetin önderi olan Peygamber’e (s.a.a) herhangi bir leke gelmemesi için onların çok daha dikkatli olup titiz davranmaları gerekir.[20]

Kadınların evde oturması görüşünde olan fıkıhçılar, bu görüşlerini, öncesinde “Erkeğin kadına karşı hakları olduğu gibi, kadının da erkeğe karşı hakları vardır.” (Bakara/228) ayeti olan “Fakat erkeklerin bir derece üstünlükleri vardır.” ayeti ile “Erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler.” (Nisa/34) ayetinden, ayrıca kadını kocasına itaate teşvik eden hadislerden istifade etmişlerdir. Hâlbuki bu ayet ve hadislerin, mantıksal olarak, aile denen küçük ülkenin, zalim olmayan ölçülü liderini tayin etmekten başka bir hedefi yoktur.

***

Kadının çalışması konusunda Sünnî çağdaş fıkıhçı ve yazarların söylemlerini incelediğimizde, bazı fıkıhçıların gerçekçi ve hakkı teslim eder olmadıklarını, fıkhın ve fıkıhçının rolünü anlamada dar görüşlü olduklarını görüyoruz. Hakkı teslim eder olmadıklarını, öyle olmadığı hâlde, görüşlerini Kur’ân ve sünnetten almış olduklarını ileri sürmelerinden anlıyoruz. Oysa biz kadının çalışması konusunda Kur’ân ve sünnetin görüşünü açıkladık. Buna ilâveten, geçmiş bütün fıkıhçıların sözlerine yer vermedikleri ve sadece bazılarının görüşleriyle yetindikleri hâlde, bütün fıkıhçıların aynı görüşü paylaştıklarını ileri sürdüklerini gözlemlemekteyiz. Oysa hepsi böyle değildir. Meselâ Caferî Mezhebi (Şia), kadının çalışmasını kabul etmesi bir yana, bundan daha fazlasına inanmaktadır. Muğniye, kira bahsinde Şiî fıkıhçıların görüşünü şöyle rapor ediyor:

Şiî Fıkıhçıların Görüşü

Seyyid Yezdî, el-Urvet’ul-Vuska ve Seyyid Hekim, el-Müstemsek adlı eserlerinde şöyle derler: “Eğer kadın, belli bir süre için belli bir hizmeti yürütmek üzere ecir olur ve bu süre bitmeden önce evlenirse, kadının bu anlaşması kocasının isteklerine ve evlilik haklarına aykırı olsa bile, anlaşma batıl olmaz ve kocanın evlenme sırasında kadının anlaşmasından haberdar olup olmaması hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü burada iki hak söz konusudur: Hizmet hakkı ve koca hakkı. Eğer kadın her ikisini de yapabilirse ne âlâ; eğer her ikisini bir arada yürütemezse, hizmet anlaşması olan önceki hakkın önceliği vardır. Çünkü birden fazla şer’î hak söz konusu olduğunda, önceki hak tercih edilmelidir. Öyleyse kocanın, kadının anlaşmasına itiraz edip bozma hakkı yoktur ve bu durumda kadın, kocasına itaatsizlik eden kadın hükmünü taşımaz. Ama eğer evlendikten sonra bir hizmet anlaşması yapar ve kocanın haklarıyla çatışırsa, kocanın izni olmaksızın, yaptığı anlaşma doğru olmaz. Eğer anlaşma koca haklarıyla tamamen çatışmazsa, meselâ kadın Kur’ân okuma, örgü örme gibi anlaşmalar yaparsa, kocanın izni olmazsa bile, anlaşması geçerlidir.”[21]

Bu fıkıhçıların görüşlerinin metanetine, mantıksallığına ve gerçekçiliğine baksanıza! Bunların, kadının evlendikten sonra çalışmasını kocanın iznine bağlamaları da, kadının evde olma önceliği anlamındadır ve hiç şüphesiz bu görüş, o zamanki toplumun gerçekleriyle bağdaşmaktadır.

Ebu Hanife’nin Görüşü

Ebu Hanife’nin şöyle bir fetvası vardır: “Kadınlar, hâkim olabilirler; ancak şahitlik yapamayacakları durumlarda, yani şer’î cezalar ve cinayetler konusunda hâkimlik de yapamazlar.”[22]

Taberî’nin Görüşü

İbn-i Cerir Taberî, kadının bütün konularda hâkimlik yapabileceğini söylüyor.[23]

Bu dinî önderlerin görüşüne bir bak; bir de çağdaş fıkıhçı ve yazarların görüşlerine! Üstelik İslâm toplumunda hâkimlik makamı en önemli ve tehlikeli makamlardan biridir.

Eğer kadının çalışması kocanın haklarına halel getirmezse veya evden çıkmasını gerektirmezse, âlimler izin vermiş ve eklemişlerdir: “Eğer kadının, kadınların kifaî farzlarından* biri olan ebelik gibi bir mesleği varsa, kocası, onun dışarı çıkmasını engelleyemez.”[24] Ama çağdaş fıkıhçılar, hatta bunu bile söylememişlerdir!

Bazı Fıkıhçıların Dar Görüşlülüğü

Çağdaş fıkıhçılar, kadınların çalışmaması gerektiğine dair görüşlerinde dar görüşlülüğe duçar olmuş ve gerçekçilikten uzak kalmışlardır. Bunun aksine, önceki fıkıhçılar, kendi kanılarınca Kur’ân ve sünnette içtihat ederek bu fikre varmışlardır. Aslında her iki grubun da gerekçesi, toplumun gerçekleri ve verileriyle ilintilidir. Geçmişte kadınlar çok rahat bir şekilde evlenip boşanırlardı. Sonuçta her zaman onlarla evlenecek ve nafakalarını karşılayacak biri vardı. Hatta ölüm veya boşanma iddetlerini kulak ardı ederek vaktinden önce evlenmeye kalkışan kadınlar bile oluyordu. Bu yüzden Hicrî 5. yüzyılda yaşamış olan Maverdî, el-Ahkâm’us-Sultaniyye adlı kitabında, hâkimin görevlerinden birinin, kadınları iddet beklemeye mecbur kılmak olduğunu beyan etmiştir.[25] Oysa şimdi evlenip boşanma o zamanlarda olduğu kadar kolay ve basit bir iş değildir ve kadınlar kendilerini, çalışmak zorunda hissetmektedirler.

Geçmiş fıkıhçıların zamanında halk arasında mevcut olan toplumsal işbirliği ve dayanışma anlayışı, şimdiki toplumlarda azalmış ve son zamanlarda bireycilik ve ben eksenli ruh hâli insanlara musallat olmuştur. İnsanlar kendilerini, küçük çocukları olsa bile, boşanmış ya da fakir kadınlara yardım etmek zorunda görmüyorlar veya bu işi kendi istekleriyle değil, halkın kınaması ve utandıklarından dolayı yapıyorlar. Bu durumda da kadının, kendi ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaktan başka çaresi kalmıyor.

Bu durum, kadının bir meslek sahibi olup iş yapabilme gücünün olmasını gerektiriyor. Bu açıdan bazı fıkıhçıların dediği gibi kadının sadece kocasının evini idare etme yeteneğine sahip olması yeterli değildir. Kaldı ki, çoğu zaman günümüz hayatının ihtiyaç ve zorluklarından dolayı erkek, tek başına ailesinin ihtiyaçlarını giderememekte ve kadının çalışması kaçınılmaz olmaktadır. Bir de, eğer koca tembellik eder ya da harcamada cimri davranır, eşi de haysiyetli bir tutum sergiler, mahkeme kapılarına düşerek nafaka peşinde koşmak istemezse, bilhassa eğer birkaç çocuğu varsa, acaba kadının, kendi ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaya hakkı yok mudur?! Kadının çalışması gerektiğine dair başka sebepler saymaya kalkarsak, bunun sonu gelmez.

Günümüz fıkıh bilginleri, fıkıh ve fıkıhçının rolünü doğru dürüst bilmiyorlar. Örf ve âdetlerin, zaman ve mekân şartlarının değişmesinin fetvanın da değişmesini gerektirdiğini bilmiyorlar. Fıkıh, İbn'ül-Kayyim el-Cevziyye’ye göre işte bu değişikliklerdir. Kendisi daha sonra şöyle der:

“Gelenek farklılıklarına, maslahatlara, zaman ve mekân şartlarına bakılmaksızın sadece kitaplarda olana göre fetva veren bir kimse, kendi dalalette olup, başkalarını da dalalete sürükler. Bu iş dine ihanettir ve aynen bir doktorun, bölgenin su ve hava şartlarını, zaman ve kişisel durumu nazara almaksızın, insanları kitaplarda yazılana göre tedavi etmesine benzer. Bu doktor ve o fıkıh adamı, cahildirler ve halkın dinine ve sağlığına zarar verirler.”[26]

İbn'ül-Kayyim’in sözü açıkça şunu ortaya koyuyor: Fıkıh, haddizatında mukaddes değildir. Fıkıh, kulların maslahatı için konan kanun ve kurallardan ibarettir. Bu kanun ve kurallar, ancak yasama amaçlarına ve teşri hikmetlerine uygun düştükleri zaman makul ve saygındırlar. Bu amaç ve hikmetler ise, zaman ve mekânın değişmesiyle değişebilmektedir. Şayet günümüzün fıkıhçıları, fıkhı mukaddes biliyorlarsa, “Zaruretler, yasakları mubah kılar.” veya “İslâm'da zarar verme ve zarara uğrama yoktur.” gibi genel kurallardan vazgeçmelidirler. Hâlbuki bu gibi kurallar, İslâm’ın ruhunu ifade etmekte ve zamanın şartları dikkate alındığında kadının çalışmasının cevazını gerektirmektedirler.

Kadının Çalışmasını Yasaklamaya Yönelik Başka Deliller

Kadının çalışmasına karşı olan çağdaş fıkıhçılardan bazısı şöyle diyor:

“Kızların ve kadınların geçimlerini temin etmek için çalışmaları, kesinlikle doğru değildir. Onların nafakalarını babaları, kocaları veya erkek kardeşleri vermelidir ki, onlar da ev hanımlıklarını yapmak ve çocuk yetiştirmekle meşgul olsunlar.”[27] Bu yüzden de, “İslâm’a göre kadın, örnek bir eş, şefkatli bir anne ve mükemmel bir ev idarecisi olarak eğitilmelidir.”[28]

Acaba günümüz şartlarında bu görüşler ne kadar doğru olabilir?! Örnek bir toplum, şöyle bir iş bölümüyle mi ortaya çıkar: Erkek, ev dışında çalışarak ailesinin rızkını kazanacak, kadın da evde oturup ev işi ve çocuk terbiyesiyle uğraşacak?! Toplumumuzun şu anki durumu ve şartları, bunu kaldıramamaktadır ve dolayısıyla en kısa zamanda birçok şeyin değişmesi ve sıfırdan başlanılması gerekir.

Bazı fıkıhçıların, ısrarla kadını evde oturup çocuk bakmaya davet etmelerini görünce, ister istemez şöyle bir soru geliyor aklıma: Bu davetin altında, bu asırda uzun zamandır kadının çalışması konusunda söylenilen, “Çalışma, kadının ekonomik bağımsızlığına ve kocanın zulmüne başkaldırısına (sanki kadını savaşa hazırlıyorlar!) ve kişiliğini bulmasına, yüceliğini korumasına neden olur.” gibi dedikodular yatmış olmasın?!

Eğer böyle bir düşünce söz konusuysa, bu fıkıhçıların, yaşadıkları zamanın gerçeklerinden habersiz oldukları bir kez daha hatırlatmalıyım. Çünkü uzun bir zamandır kadınların birçoğu, bu gibi sözlerin propaganda amaçlı içi boş sloganlar olduğunu anlamışlar ve ev dışında çalışmanın yanında, evi idare etme, kocaya ilgilenme ve çocuk terbiye etme sorumluluklarını da üstlenmişlerdir. Bu yüzden da sorumlulukları iki kat artmış, ruhen ve bedenen yorgun düşmüşlerdir.[29]

Günümüzde çalışmayıp evde oturmak, kendileri veya kocaları zengin olan kadınlardan başkaları için mümkün değildir dersek, mübalâğa etmiş olmayız. Çalışmamak, ailenin ihtiyaçlarını temin etmek için çalışmak mecburiyetinde olan birçok kadının rüyasıdır. Bu kadınlar, kendilerine daha çok vakit ayırmak, çocuklarını görmek, hatta rahat bir uyku çekmek için tatil günlerini dört gözle beklemektedirler. Günleri, git gel ıstırabı, çocukları yuvaya bırakmak, çocukların yuvadaki diğer çocuklardan hastalık kapma korkusu, eve dönüp yemek hazırlamak, temizlik yapmak düşüncesi ve… ve… ve… ile geçmektedir. Bu durum, toplumumuzun bilinen ve yaşanan bir gerçeğidir. Bu durumu yaşamayanlar da, ailelerde bu duruma tanıktırlar.

Tüm bu zorluklar yetmiyormuş gibi, çağdaş fıkıhçılardan bazıları, çalışan kadınların, dine ve öğretilerine muhalefet ettiklerinden dolayı günah işledikleri hissine kapılmalarına sebep olacak fetvalar veriyorlar! Acaba Müslüman kadının olumsuz tepkisini düşünmüyorlar mı?! Neden kişisel görüşlerini dinin kesin hükmü gibi gösteriyorlar?! Kaç kadın, bu konuda Kur’ân ve sünnetin hükmünü bilmekte veya bunu araştırma imkânına sahiptir ki?!

Şunu da söylememiz gerekir ki, bazılarının iddia ettiği; "Kadın çalışmayıp da sadece evine ve çocuklarına bakarsa, düşünce yeteneğini kaybeder." sözü, kesinlikle doğru değildir; bilâkis bunun tam aksi doğrudur; çünkü çocukların bedensel ve ruhsal eğitimi, kadının geniş bilgi ve becerisine ihtiyaç duymaktadır. Kadın, çocuklarının eğitimi konusunda hata yapmamak, yeni yüzyılın yaşantısının tuzaklarına düşmemek ve çocuklarda olumsuz etkiler bırakmamak için, akıl ve düşüncesini devamlı geliştirmek zorundadır.

Günümüzün faziletli fıkıhçıları ve yazarlarının, fıkhın, halkın yaşamındaki rolü ve fıkıhçının toplumdaki konumu konusunda daha basiretli olmalarını umuyoruz. İslâm, kolay bir dindir; zor değil. Bu yüzden fıkhın ve fıkıhçının görevi, hayatı halka kolay kılmaktır. Fıkıh adamları, her zaman ve mekânda hayatın şartlarını ve kendi toplumunun yapısını göz önünde bulundurmalıdırlar. İslâm’ın kalıcılığı ve güçlülüğünün sırrı da işte budur.

Bu yüzden, fıkıh âlimlerinin kadınların çalışması konusundaki fetva ve görüşleri, toplumun verilerine, Müslüman kadının karşı karşıya olduğu gerçeklere ve ailelerin içinde bulundukları duruma dayalı olmalıdır. Fıkıhçılar, sağlam ve ideal bir toplum yaratmanın, evi kadının idare etmesiyle ve kocanın aile ihtiyaçlarını dışarıda çalışarak temin etmesiyle mümkün olacağına inanmaktadırlar. Bu inanç, fıkıhçıların haklarından ve içtihat konularındandır. Fakat o ideal toplumu gerçekleştirmek ve toplumu o yönde değiştirmek ve o yöne doğru yöneltmek de, onların görevleri arasındadır. Ancak şu da bir gerçektir ki biz, fıkıhçıların itaat edilmesi farz olan kanunlar şeklinde sundukları arzuları ve idealleriyle yaşayamayız. Bu yüzden fıkıhçıların iki şeyi birbirinden ayrı tutmaları ve günün şartları ve ailelerin durumlarına göre kadının çalışması konusunda Kur’ân ve sünnetin hükmünü beyan etmek zorundadırlar.

 


[1]– Reşid Rıza, Hukuk’un-Nisâ Fi’l-İslâm, s. 37, Muhammed Nasır el-Elbanî’nin tahkikiyle, el-Mekteb’ül-İslâmî, Beyrut, 1984.

[2]– Şeyh Muhammed Rıza Hekimî, A’yan’un-Nisâ, mukaddime, Müesseset’ül-Vefa, Beyrut, 1983.

[3]– Dr. Mustafa Sebaî, el-Mer’etü Beyn’el-Fıkhı ve’l-Kanun, s. 153, Müesseset’ür-Risale, Şam, 1962.

[4]– a.g.e., s. 171.

[5]– Ahmed Ferec, el-Muameretu Ale’l-Mer’et’il-Müslime (Tarih ve Vesaik), mukaddime, Dar’ul-Vefa, Mısır, 1986.

[6]– Ebu’l-A’lâ el-Mevdudî, el-Hicab, s. 152, 167, 172, Dar’ul-Fikr’il-Arabî, Kuveyt.

[7]– Bu fıkıh âlimlerden biri, Reşid Rıza’dır ki şöyle diyor: “Cahil ve inatçıdan başkası, yaratılış düzeninde, neden erkeği kadından üstün yarattı diye Allah’a karşı gelmez. Erkeğin savunma gücü ve aklı daha fazladır.” Mevdudî, kadını bazı hâllerde güçsüz bir varlık olarak görüyor; meselâ hayız hâlinde iken deli olduğunu, en ufak tahrikle ölçüsüz işlere kalkıştığını, hamilelik döneminde asabî ve mustarip olduğunu ve dağınık düşünceler taşıdığını, doğumdan sonra da birtakım hastalıklara duçar olduğunu ve bu şekilde yaşadığını iddia ediyor!

Biz, Mevdudî’nin sözlerinin tamamen yanlış olduğunu söylemiyoruz, ama abartılı olduğuna, aklın bu fikirleri kabul etmeyeceğine ve sözünün teyidi için Avrupalı doktorların görüşlerine yer vermesinin fayda etmeyeceğine inanıyoruz. Üstelik o, bu görüşü mutlak ve temel bir esas olarak genelleştirmektedir ki, bu yanlıştır ve daha kötü sapmalara neden olabilir.

[8]– Alâuddin Ebu Bekr el-Kasanî, Bedaiu’s-Senayi’ Fî Tertib’iş-Şerayi’, c. 5, s. 2197, Matbaat’ul-İmam, Kahire.

[9]– Muhammed b. Ahmed es-Serahsî, el-Mebsut Fi’l-Fıkh, c. 5, s. 185, Matbaat’us-Saade, Kahire.

[10]– Birbirlerine karşı kabile savaşları dışında her türlü faaliyette bulunurlardı. Savaş hususunda da, erkekleri savaşa teşvik etme rolünü ifa ederlerdi; hamasî şiirler okuyarak erkekleri, yenilmeleri hâlinde kınanacakları gerçeğiyle korkuturlardı.

[11]– Dr. Leyla Sabbağ, el-Mer’etü Fi’t-Tarih’il-Arabî, s. 121, Millî Kültür ve İrşat Bakanlığı Yayınları, Şam 1975.

[12]– a.g.e., s. 122-123.

[13]– Hekimî, “A’yan’un-Nisâ” adlı eserinin 537. sayfasında, hem ravi, hem de tüccar olan “Ümmü Benî Enmar” -veya Beni’n-Nemar- adında bir kadından şöyle nakleder: “Resulullah’ın huzuruna varıp şöyle dedim: ‘Ben alım satımla uğraşıyorum…’ Kendisi alım satım konusunda birtakım sorular sordu ve Resulullah da onu bilgilendirdi.”

[14]– Zahir el-Kasımî, Nizam’ul-Hükm Fi’ş-Şeriati ve’t-Tarih’il-İslâmî (es-Sultet’ul-Kazaiyye), s. 250, Dar’un-Nefais, Beyrut 1978.

[15]– Hekimî, A’yan’un-Nisâ, s. 218 ve 581.

[16]– Zahir el-Kasımî, Nizam’ul Hükm…, s. 591.

[17]– Corci Zeydan, Tarih’ut-Temeddün’il-İslâmî, c. 4, s. 88, Matbaat’ul-Hilâl, Kahire 1902.

[18]– Bu durumu, fethedildikten sonra Irak’ta açıkça görmekteyiz; ama sosyal ilişkilerin yaygın olduğu gelişmiş toplumlarda, kadın, toplumla ilişki kurmak konusunda daha özgürdü; örneğin Talha kızı Aişe’nın edebî toplantıları meşhurdur.

[19]– Muhammed b. Ali eş-Şevkanî, el-Fevaid’ul-Mecmue Fi’l-Ahadîs’il-Mevzue, s. 136, Matbaat’us-Sünnnet’il-Muhammediyye, Kahire 1960.

[20]– Kur’ân karilerinden bazısı, “karne” (evlerinizde oturun) şeklinde okumuş ve evde oturma manasına yorumlamışlardır. Bazısı da, “kırne” şeklinde okumuş ve evde vakarlı bir şekilde yaşamak manasına yorumlamışlardır. İlk okuma şeklinin doğruluğu daha güçlü ihtimaldir.

[21]– Muhammed Cevad Muğniye, el-Fıkhu Ale’l-Mezahib’il-Hamse, c. 4, s. 265, bab’ul-icare, Dar’ul-İlm Li’l-Melayin, Beyrut 1965.

[22]– Ebu’l-Hasan el-Maverdî, el-Ahkâm’us-Sultaniyye, s. 65.

[23]– a.g.e.

* Kifaî farz; insanlardan bir kısmının yerine getirmesi hâlinde, diğerlerinin üzerinden kalkan farzlardır.

[24]– Fıkh’us-Sünne, c. 2, s. 178, Dar’ul-Fikr, Beyrut 1981.

[25]– Ebu’l-Hasan el-Maverdî, el-Ahkâm’us-Sultaniyye, s. 247.

[26]– İbn’ül-Kayyim el-Cevziyye, A’lâm’ul-Muvakkiîn An Rabb’il-Âlemîn, Abdurrahman el-Vekil’in tahkikiyle, c. 3, s. 5, 64, 100, Kahire 1969.

[27]– Dr. Mustafa Sebaî, el-Mer’etü Beyn’el-Fıkhı ve’l-Kanun, s. 171.

[28]– Mevdudî, el-Hicab, s. 158.

[29]– Bu durumla karşı karşıya olan sadece bizim toplumlar değil, batı toplumlarında yaşayan kadınlar da aynı dertten muzdariptirler.