“Vezirlerin afeti kötü tabiatlı olmaktır.” Gurer’ul-Hikem, 3929 İmam Ali (a.s)

Aşk Zemzeminden Bir Yudum

Aşk Zemzeminden Bir Yudum

KADİR AKARAS

Dünyada var olan tüm inanç ve dinlerin kendine özgü ilkeleri ve rükünleri olduğu gibi, İslâm dininin de kendine has rükünleri vardır.

İslâm, bu unsurlarla var olmuş ve varlığını da bunlarla korumaktadır. Bu temel unsurlardan biri de "Hac"dır.

İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor:

"İslâm dini beş unsur üzerine kurulmuştur: Namaz, Oruç, Zekat, Hac ve Velâyet."[i]

Buna göre, kasıtlı ve bilinçli olarak haccı terk eden kimse, dininin rükünlerinden birini yok etmiş sayılır.

Yüce Yaratıcı da Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:

“Kim küfran ederse, muhakkak ki Allah tüm âlemlerden müstağnidir."[ii]

Bu ayette haccın bilinçli terk edilişi, küfür olarak nitelendirilmiştir. Haccın terk edilmesi, her ne kadar akidevî küfre yol açmasa da, amelî küfre sebep olur.

İslâm'ın rükünlerinden sayıldığı için hac ile ilgili tüm özellikler, hac ameline yansımalı ki gerçek manasına ulaşabilsin ve söz konusu rükünlerin mazharı ve simgesi olabilsin.

Hac bir bütün olan İslâm dininin bir parçası olması hasebiyle de bütünün vasıf ve özelliklerini taşımalıdır, tüm kâinatta olduğu gibi.

Binaenaleyh, bütünün genel özellik ve vasıflarını da tanımak zorundayız ki parçalara yansıtabilelim. İslâm dininin en önemli vasfı ve onu diğer inanış ve mekteplerden mütemayiz kılan iki belirgin özelliği vardır:

1- Zaman ve mekân sınırlarına hapsedilemeyen, dil, ırk ve cinsiyet farkı gözetmeyen kapsayıcılığı.

2- Kıyamete kadar hükümleri devam edecek bir din olması gereği de kalıcılık ve sürekliliği.

İslâm dininin bu iki özelliği, İslâm’ın emrettiği tüm ibadetlerde açıkça görülebilir. Bu iki vasfın, hac ibadetine yansıması ise aşağıda açıklanacağı biçimdedir:

1- Hac, Tevhidin Simgesi

Tüm ibadetler, insanı tevhide yöneltip şirkten uzak tutmaya yönelik teşri edilmiştir. Ancak bazı ibadetler, tevhid şuurunu daha belirgin bir şekilde yansıtmaktadır. İşte bunlardan birisi, seyr-i ilellah olan hac ibadetidir.

Yukarıdaki ayette hac, özü ve teşrii itibariyle imanın ta kendisi, terk edilişi ise amelî küfrün ta kendisi sayılmıştır.

Tüm tutsaklık ve esaretlerden soyutlanıp ulvî makamlara erişme aşkıyla başlar hac yolculuğu. Maddeden kurtuldukça yakınlaşma başlar ve Allah'ın simgesel "Beyt"inin etrafına döndükçe yücelişe geçilir ve devam eder bu yüceliş. Öyle ki:

“Senin adınla geldim, senin adınla gideceğim; senin yolunda olacağım; sana kulum; senin içindir kulluğum.” [iii] (İmam Cafer Sadık -a.s-) diyerek has tevhid inancına ve her türlü şirki reddediş makamına kavuşulur.

2- Hac, Vahyin Tecessümü

Hac, tevhidin simgesi olmakla birlikte vahyin de tecessümüdür. Nasıl ki makbul hac, Arş-ı İlâhî'ye yüceldikçe amel olmaktan çıkıp, bir inanç hâline dönüşerek tevhid oluyorsa, tevhid makamından inen kelâm (vahiy) da, bize ulaştıkça mücessemleşir ve kelâmda kalmaz.

Oruç ve benzeri ibadetlerin, vahiyde açıklanırken “farz kılındı”, “yazıldı” gibi tabirlerle izah edilmesine karşın, hac konusunda “göstermek”ten söz ediyor ilâh kelâm: "Bize ibadetlerimizi (hac amellerini) göster."[iv]

Haccın tüm amelleri sözle değil, gösterilerek insanlara bildirilmiştir. İbrahim ve İsmail’e haccetmeleri için emir verildiğinde, Emîn-i Vahy Hz. Cebrail onlara eşlik ederek, tüm amelleri bir bir yaparak, hac amellerini onlara göstermiştir. (İmam Cafer Sadık -a.s-)[v]

Buna göre, hacca emredilenler bilmeliler ki hac yaparken Kâbe’yi seyretmenin hikmeti, Kâbe’nin manasını hissetmek ve yaşamaktır. Çünkü vahiy şöyle buyuruyor:

“İnsanlar içinde haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan gelen zayıf develer üzerinde sana gelsinler. Kendileri için birtakım yararlara şahit olsunlar ve kendilerine rızk olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlara belli günlerde (Kurban günlerinde) Allah'ın ismini zikretsinler. Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri de doyurun."[vi]

Görüldüğü gibi bu ayette Hz. İbrahim'e hitap edilerek "sana gelsinler" deniyor.

Nasıl ki İbrahim’e hac, hem şekil olarak, hem içerik ve hikmet olarak gösterildi, ona gidenler de en az ona gösterilenlerin bir kısmını görebilmelidir. İbrahim’e yönelmek de onun gibi sorumluluk üstlenmekle olur.

“Onu (İbrahim'i) yakın ve ilâhlarınıza yardım edin."[vii] diyen despot ve diktatörlere; “Yuh olsun size ve ilâhlarınıza.”[viii], “Ben sizin taptıklarınızdan uzağım.”[ix] diyebilmekle gerçekleşir. Böylece şirkten uzaklaşmayı ve “Tertemiz (bir gönülle), gökleri ve yeri Yaratan'a yöneldim.”[x] diyerek İbrahim’e ittiba etmeyi gerçekleştirmiş olur.

O İbrahim ki tek başına bir ümmetti; ümmet ise kapsayıcılığı temsil eder. Evet, “Halk için yer yüzünde kurulan ilk ev, Mekke’deki mübarek evdir, âlemlere hidayet olsun diye.”[xi] ayeti, işte bu kapsayıcılık ve evrenselliği insanlara öğütlemektedir.

3- Hac, Meadın Tecessümü

Nasıl ki geçmiş ve gelecek nesiller, müstesnası olmadan tüm dünyevî taalukat ve bağımlılıklardan el çektirilerek yalnız başlarına yüce divana çıkacaklarsa, dünyadaki tüm güzelliklerden, makam ve mevkilerini belirten elbiselerden soyunup herkes tek renk ve yalın bir kefen giyerek Rabb'in huzuruna çıkacaksa ve yine haşr gününde kimsenin kimseden yardım dileme ve yardım etme şansı olmayacak ve dostluklar kalkıp akrabalık bağları bitecekse, aynı şekilde hacca giden bir insan, tüm bağlardan kopacak ve tek başına ihram elbisesini giyerek kefeni hatırlayacak. Kimse kimseye zenginliğiyle övünemeyecek, kimsede; “Keşke benim de onun kadar mal ve mülküm olsaydı!” deme durumu olmayacak.

Arafat ve Meş’ar'de vukuf ederken mahşeri yaşayacak, yalnız başına, kimsesiz, mahşerin sıkıntılarını an be an görerek anlayacak ki o günde hiç kimse ona yardım edemeyecek. (Allah’ın izin verdikleri hariç.)

Mina'da kurban keserken tüm malından geçebilme şuuruna varacak; saçlarını tıraş ederken dünya ziynetlerini üstünlük ölçüsü olarak görmekten arınacaktır.

Cemeratı remyederken (şeytanları taşlarken) nefsanî arzuları ve gerçek şeytanları taşlama metodunu ve defalarca bu ameli yapmakla nefisle mücadelenin devamlı oluşunu öğrenecektir.

Büyük, orta ve küçük şeytan, ona, dünya hayatında sapkınlığı aşılayan güç, para ve sahte dindarlar gibi düşmanlarının varlığını hatırlatacaktır. Bütün bunları ve daha nice aşamaları gerçekleştirdikten sonra eve (Kâbe’ye) dönme hakkı kazanacaktır. Kâbe'de işler yine bitmiyor.

Kâbe'yi kıble (hedef) etmek, onu korumak vardır günlük hayatında ve yine Safa ve Merve arasında defalarca sa’y (çaba) etmek, yaşamın çalışmak ve çaba olduğunu, çalışmadan, yorulmadan, ter döküp koşturmadan zemzeme ulaşamayacağını gösteren “amelsiz cennet olmaz” denilecek günü hatırlatan mücessem "Mead"dır.

“O öyle bir gündür ki onda bütün insanlar bir araya toplanacaktır ve o gözlemlenebilen bir gündür."[xii]

 

4- Hac Yüce Ahlâkın Somut Örneği

Büyük üstatların ifadelerinde “Kur’an’ın tümü diyemezsek de en az üçte ikisi ahlâk konusunu işlemektedir” cümlesinin ne kadar gerçek bir ifade olduğunu hacda görmek mümkündür.

Buna göre "İslâm dini güzel ahlâk ve davranış dinidir" dersek mübalağa etmiş sayılmayız. Efendimiz Hz. Peygamber (s.a.a); “Ben yüce ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuyor mu?

İslâm dininin güzel ahlâk prensipleri, hac amelinin tüm merhalelerine hâkimdir. Haccetmeye niyetlenen bir insanın niyetinden başlar bu ahlâkî emirler. Yolculuğa çıkmadan kırdığı, incittiği insanlardan helâllik alır ve toplumla barışık olur artık; haksızlık etmemeye karar verir. Malını ve mülkünü hak sahiplerinin hakkını vererek temizler. Diğer detayları da buna eklemiş olursak, hacı adayı daha bu yolculuğa başlamadan önce “Lebbeyk” diyerek yaratıcıyla ahitleşir.

 Nasıl ki İbrahim ve İsmail’e; “Evimi (şirk ve günah sembollerinden, putlardan) temizleyin.”[xiii] emri verildiyse, aynı emir tüm Müslümanlar ve özellikle hacılar için de verilmiştir. Kutsî hadiste; “Ben yere ve göklere sığmam, ancak mu'min kulumun kalbi beni sığdırır kendine.” diyor yüce Mevlâ. Anlamamız gereken şu ki kalp evini ve kıble evini tüm kötülüklerden arındırmamız ve sahibinin istediği hâle getirmemiz gerekir. Hac amelleri sırasında harem bölgesinde herhangi bir hayvana ve bitkiye zarar vermek günah sayılıyorsa, bu olay insanlara çevreyle barışık olma prensibini aşılamak içindir.

Dil, ırk ve cinsiyet farklılıkları hacda nasıl ortadan kaldırılıyorsa, bu düstur Müslümanın sosyal hayatında insan haklarını korumak ve kollamak yükümlülüğünü pratiğe taşımak emridir.

Tartışma ve cidalin haram oluşu insanlara kardeşlik ve hoşgörüden başka bir şey mi aşılamaktadır?

Kısacası hac ibadeti, gündüzü ve gecesiyle insanlığın ahlâk konusunda eğitim merkezidir; ancak İslâm dinini sadece kimlik olarak taşıyan, İslâm’ın söz konusu ettiğimiz özelliklerinden yoksun kalan toplumlar, bu eğitimi ne dünyalarına yansıtabilirler ne de ahiretlerine. Namaz tesbihleri Çin ve Japonya yapımı, takke ve elbiseleri Kore ve Tayvan malı, gidip geldikleri araçlar Batı imali olan bir toplum için; "İslâm’ın ruhunu ve özünü anlamış ve ona göre yaşıyor" dememiz büyük bir yanılgı olmaz mı?

"İslâm’ın emrettiği ibadetler, sadece kuru bir şekilcilikten ibaret değil, tüm bunların bir ruhu ve özü vardır; o da insanı ahlâklı ve bilinçli yetiştirmektir." dediğimizde kuru şekilciler bizleri batınîcilik ve şirkle itham edebiliyorlar maalesef. Böylece farklılıkları kin ve nefrete dönüştürerek hoş görü ortamını yok edip Müslümanları iç çekişmelere itiyorlar. Sonuçta gelişmenin ve güzelliklerin önü tıkanıyor. Sundukları din algılayışında, hikmeti nasıl açıklıyorlar? İslâm toplumunda açılan yaraların sebebini nasıl izah edecekler? Bunları da batınîler ve farklı mezheplere mi yıkacaklar?

Kaldı ki batınîlikle suçladıkları Ehl-i Beytin nurlu yolunun izcileri onların kastettiği batınîcilikle uzaktan yakından alâkadar değiller. Keşke Allah’ın hacda emrettiği hoşgörü ve kardeşliği hacda öğrenebilsek ve ülkelerimize taşıyabilsek. Keşke yüce ve aziz Peygamberimizin veda hutbesindeki çok boyutlu emirlerini algılayabilseydik! Yine geç değil, zararın neresinden dönülürse kârdır. Hac ibadetinin neler kazandırabileceğini aşağıdaki ayet ne güzel açıklıyor:

"Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde, artık atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anma ile Allah'ı anın. İnsanlardan öylesi vardır ki; 'Rabbim, bize dünyada ver.' der; onun ahirette nasibi yoktur. Onlardan öylesi de vardır ki; 'Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru.' der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasipleri

 


[i]– Cami-u Ehad'is-Şia, c.1, s.127.

[ii]– Al-i İmran, 97

[iii]– Vesail'üş-Şia, c.8, s.279.

[iv]– Bakara, 128

[v]– Vesail'üş-Şia, c.8, s.163.

[vi]– Hacc, 27-28

[vii]– Enbiya, 68

[viii]– Enbiya, 67

[ix]– Zuhruf, 26

[x]– En’am, 79

[xi]– Al-i İmran, 96

[xii]– Hud, 103

[xiii]– Hac, 26