“İnsanın kıvamı aklı iledir. Aklı olmayan kimsenin dini yoktur.” Ravzat’ul-Vaizin, 9 Resulullah (s.a.a)

Başarılı Mücadele ve Âşûra Kıyamı

Başarılı Mücadele ve Âşûra Kıyamı

Muhammed TAHİR
 

Hamd, hamdın sâhibi Allah'adır. Kulu ve Resulü Muhammed Mustafa'ya, âl’ine ve ahdine vefalı kalan ashabına salat-u selâm olsun.

Selâm olsun Hüseyn'e, oğlu Ali (Zeyn-ul Abidin)'e, onun evladına ve bütün varlıklarını Allah yolunda sarf eden taraftarlarına…

Ey Allah’ım! Muhammed'in ve Ehl-i Beyti’nin hakkını çiğneyen ilk zâlime ve onun yolunu takip ederek Muhammed ve Ehl-i Beyti’ne zulüm eden son kişiye lânet eyle.

Allah’ım, Hüseyin (a.s) ile savaşan grubun ve bu yolda hareket edip, (düşmanlarına) biat eden ve onlara uyanlara lânet et. Allah’ım bunların hepsine lânet et.

Allah Teâla buyuruyor ki:

"Ey İnananlar! Can yakıcı bir azâptan kurtaracak kazançlı bir yolu size göstereyim mi? Allah'a ve Peygamberine inanırsınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz; bilseniz, bu sizin için en iyi yoldur. Böyle yaparsanız Allah günahlarınızı bağışlar, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. Büyük kurtuluş budur. Bundan başka sevdiğiniz bir şey daha var, o da Allah katından bir yardım ve yakın bir zaferdir. Ey Muhammed inananlara müjde ver." [1]

İnsan, yaratıldığı günden itibaren, mücadele içinde bir yaşantıya sâhip olması mukadder kılınmıştır. İnsanın karakteri ve yapısında birbirine zıt unsurlar yaratıldı. İnsana çok çeşitli eğilimler verildi; istek ve arzuları oldukça farklı ve değişiktir. Bazı istek ve arzuları, hayvanî istekler diye nitelenen ve heva ve hevesten kaynaklanan isteklerdir. Bu tür istek ve arzulardan güdülen hedef, yemek, içmek ve benzeri hayvanî lezzetlerden yararlanıp zevk almaktır. Bu istek ve arzulara mütekabilen, insanı şehevî lezzetler alanından uzaklaştıran ve daha üstün ve yüce bir mevki olan manevî, insanî ve nuranî yaşama çekip yücelten diğer bir takım güçlü eğilimler bu çok boyutlu varlığın vücudunda yaratılmıştır.

İnsanın iradesi, yeteneği ve gücü, sürekli olarak bu birbirine zıt ve farklı yönde hareket eden iki grup istek ve eğilimler doğrultusunda bir çekişme ve mücadele içerisindedir. Basit bir işi yapmak isteyen bir insanı göz önüne alın, bazen olur ki bu iş onun güncel işlerinden olduğu ve âdet edindiği için, hiç düşünmeden âdetine dayanarak bu işi yapar. Fakat eğer âdet edinmemiş olduğu ve şimdiye kadar yapmadığı bir işi yapması kendisinden istenirse, acaba hiç düşünmeden hemen o işe başlayabilir mi? İlk etapta insandaki farklı eğilimler devreye girer. Çünkü yapılması gereken bu iş, o eğilimlerden bazılarına muhâlif ve bazılarına ise mutabıktır. Kendi kendine düşünür bu işi yapayım mı yapmayayım mı? İyi midir kötü müdür? Nefsi, istekleri yap, akıl ise yapma veya akıl yap, nefsi eğilimler yapma demektedir. İki unsur veya eğilimden birisi zafer elde edinceye kadar iç âlemindeki mücadelesi devam eder; farklı yönelişli bu iki eğilimden hangisi muzaffer olursa, irade de onun doğrultusunda devreye geçer ve insan da aynı doğrultuda faaliyete başlar. İnsanın yaratılışının ilk gününden itibaren insanın iç âleminde nefsi istek ve arzuların yönlendirdiği maddi hayat cephesi ile manevi ve insani yaşam cephesi arasındaki savaş süre gelmiştir.

Bir başka ifadeyle, yaşam, mücadele temeline oturtulmuştur. Sürekli olarak karşı karşıya bulunduğumuz bu iç âlemdeki mücadeleyi bir kenara bırakıp dış âleme baktığımızda insanın istek ve hedeflerinin gerçekleşmesini zorlaştıran bir çok sorun ve engel bulunduğunu görmekteyiz. Sürekli olarak bu engellerle ve sorunlarla karşı karşıya bulunma soncu bir çeşit alışkanlık meydana geldiğinden onları pek hissetmiyor olabiliriz. Ama biraz dikkatlice konuya yaklaşırsak, günlük yaşantımızda bile günde kaç defa bu tür engellerle karşılaşıp mücadele ettiğimizi görürüz. Anlattıklarımız bir kişinin yaşamının durumu etrafındaydı. Bir de muhtelif sınıflar, kavimler ve milletlerin yaşamını göz önüne alıp nelerin olup bittiğine dikkat edelim. Her yerde mücadele ve savaşın hüküm sürdüğünü göreceğiz. Bu sınıf o sınıfla, bu kavim o kavimle, bu millet o milletle ve bu toplum o toplumla. Sınıfsal, ulusal ve uluslararası kavga ve savaşlar insanoğlunun yaşam tarihine yön vermektedir. Bunun için insan yaşamında mücadelenin kaçınılmaz olduğunu söylüyoruz.

Acaba sizce sabahları saat 9-10'a kadar evinde istirahat eden ve daha sonra eğer canı isterse işe giden ve istemezse de gitmeyen, gittiğinde de öğle zamanında eve dönen ve öğleden sonraki zamanında istirahat edip dinlenen bir adam mutlu mudur? Veya mücadeleden uzak mıdır? Hayır, asla böyle değildir; böyle zannettiğiniz kişinin de iç âleminde mücadele sürüp gitmektedir. Bu gibi insanların sîmasına dikkat edin, bir mücadeleci ve savaş adamının sîmasındaki gibi onların yüzünde de sevinç ve neşeden bir iz kalmadığını göreceksiniz. Aslında bu tip bir insan yürüyen ve yiyip içen bir ölüden ibarettir. O, sevinç ve kıvançtan mahrum bir ölüdür. Ama aynı zamanda alışıp gittiği daimi bir savaş onun iç âleminde cereyan etmektedir. Belki kendisi de bu savaşın farkında değildir; ve çekişmeden uzak, güvence içinde bir yaşam sürdüğünü sanmaktadır. Ama durum böyle değildir; bu insan sürekli olarak kendisiyle mücadele ve kavga etmektedir. O, sürekli olarak; “niye başkalarından geri kaldım, niye hiç bir yerde benim bir iz ve eserim yok, semeresi ve faydası olmayan bu hayat ne işe yarar, niye bende neşe, sevinç şevk ve heyecan yoktur?” diye sorup durmaktadır.

Evet, mücadelesiz yaşam mümkün değil, her birey ve toplumun yaşamında mücadelenin varlığı kaçınılmazdır. Kader kalemiyle takdir olunan bu doğal kanun karşısında, varolan mücadele yolları ve metotlarından en yararlısı ve iyisini seçmekten başka bir çaremiz yoktur. Mücadele ve çatışmaya girmeliyiz, fakat yapacağımız mücadele yüce ve mukaddes bir hedef uğrunda başarılı, heyecanlı, yararlı ve dinamik bir mücadele olmalıdır.

Makalede, bu muzaffer mücadelenin koşulları üzerinde duracağız. Mücadelenin muzaffer ve başarılı olması için bazı şartlara riâyet etmek gerekir. O şartları ve adabı bilip onlara riâyet ederek ilerlemek gerekir. İlk olarak mücadelenin açık, belli somut ve kesin bir hedefinin bulunması gerek, hedefi bulunmayan mücadelenin anlamı yoktur. Her mücadelenin bir hedefi vardır; ama bazen o hedefin açık değil, belirsiz olma ihtimali vardır.

Zaten bazı insanların ömürlerinin tamamını mücadelede geçirdikleri hâlde bir sonuç elde edememelerinin sırrı da işte burada yatmaktadır. Bu gibi insanlar mücadele etseler de mücadeleleri açık somut ve kesin olan bir hedefe doğru değil, belirsiz ve karanlık bir noktaya yönelik zikzaklı bir hareket ortaya koyduklarından, bütün çabalarına rağmen bir başarıya ulaşamamışlardır. Milletlerin mücadele tarihinde bu tür mücadelelere çokça rastlıyoruz.

Buna göre mücadelenin açık bir hedefinin bulunması gerekir. İkinci nokta ise mücadelenin hedefinin yüce ve değerli olmasıdır. O hâlde sâdece mücadelenin hedefinin açık, belirgin ve somut olması yeterli değildir. Aynı zamanda uğrunda mal, mülkü harcanmaya ve hatta can vermeye değen bir hedef olmalıdır.

Eğer hedef yüce olursa, insan onun uğruna sâdece mal mülkünü harcamakla yetinmez, canını bile ortaya koyabilir, hatta daha ileri gidip bütün azizlerini bile bu uğurda feda etmeği göze alabilir.

Tüm insanların uğrunda mallarıyla, mülkleriyle canlarıyla ve azizleriyle mücadele etmeleri gereken ulu hedefler işte böylesi hedefler olmalıdır. Böylesi yüce bir hedef ise yüce yaratıcının rızasından gayrisi olamaz. Bu, mücadelenin ilk şartıdır.

İkinci şart ise, mücadeleci insanın eylem  adamı olmasıdır; rotasını belirlemeli ve sözünde durmalıdır.

"Rabb’imiz Allah'tır deyip sonra da doğrulukta devam edenlere, onlara melekler ölümleri anında: ‘Korkmayınız, üzülmeyiniz, size söz verilen cennetle sevinin, biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Burada canlarınızın istediği, umduğunuz şeyler, bağışlayan ve acıyan Allah katından bir ziyafet olarak size sunulur’ diyerek inerler." [2]

“Ey İnananlar! Yapmadığınız şeyi niçin söylersiniz. Yapmadığınız şeyi (başkalarına) söylemeniz, Allah katında büyük gazapla karşılanır." [3]

Bu âyetin tefsirinde müfessirler şöyle nakletmekteler: Bedir savaşından sonra Müslümanlardan bir grup, Bedir şehitlerinin Allah ve Resulü nezdinde ne de bir yüce makam ve mevkie eriştiklerini, ne de üstün âhiret nimetinin kendilerine nasip olduğunu, dünyada izzet ve âhirette ise sevaba nail olduklarını görünce kendi aralarında:

"Keşke biz de sizlerle birlikte Bedir savaşına katılmış ve cihad ederek bu izzet ve şerefe kavuşmuş olsaydık." şeklinde söylenmeye başladılar. Bu grubun her oturduğu yerde sözü bu idi.

Bu arada Uhud savaşı çıka geldi ve keşke biz de Bedir'de olsaydık da cihad ederek şehid olup şahâdetin mutluluğuna erseydik, gibi sözleri dillerinden düşürmeyen kimselerden bir grubu, henüz savaş başlamadan pes ettiler; geri kalanlarından da sayılı birkaç kişi hariç hepsi, savaş başlayıp da tehlikesini hissettirince yalnızca kendi canlarını kurtarma derdine düştüler; ve Allah Resulünü düşmanlar arasında bırakarak kendilerini ölümden kurtaracak bir sığınak aramaya koyuldular.

İşte o zaman Allah Teâla bu âyeti indirerek onlara hitaben şöyle buyurdu:

"Niye yapmayacağınız şeyin sözünü ediyorsunuz…"

Evet bu tür sebatsız insanlar milletlerini zillete duçar eder, önderleri saptırır, gerçek mücadelecileri gaflete düşürür, etkili mücadeleleri etkisiz ve neticesiz bırakırlar. Evet Allah Teâla savaş meydanında kurşundan yapılmış duvar gibi düşman karşısında direnen insanları sever.

Mücadelenin oldukça önemli olan üçüncü şartı veya kuralı ise, doğru mücadele metodudur. Mücadele bir çeşit değildir; bir çok mücadele çeşitleri vardır: Ferdi mücadele, toplu mücadele, gizli mücadele, açık mücadele, pasif mücadele, aktif mücadele, silahsız mücadele, silahlı mücadele, bütün bu mücadele metotlarının her birinin bir yeri, zamanı, konumu, kendisine özgü tarzı ve taktiği vardır.

Mücadelecinin, halkın mücadele metoduyla tanışıklığının sağlanması ve mücadele ile hedef arasındaki uyuma oldukça önem vermesi gerekmektedir. Nice-nice insanlar vardır ki, tam bir samimiyet ve ihlasla bir hedef uğrunda mallarını, zamanlarını ve hatta canlarını feda etmiş ve etmekteler; fakat yanlış metot seçtiklerinden yoldan saparak hedefi kaybetmiş ve kaybetmekteler. Bu gibi insanlar kendi zanlarınca hedef uğruna vakitlerini, mallarını ve canlarını feda etmekteler. Oysa ki, aslında hedef, onların tam aksi istikametinde yer almakta ve gerçekte onlar çaba harcadıkça hedeften daha da uzaklaşmaktalar. Ünlü şair Sa'di’nin ifadesiyle:

Korkarım ki ey bedevi Arap, Kâbe'ye ulaşmayasın

Senin gittiğin bu yol Türkistan'a gitmektedir.

Evet, mücadele metodu ve taktiğiyle hedef arasındaki uyum oldukça önem taşımaktadır. Birçok mücadele, metodunun yanlış olması veya metodun hedef ile uyum sağlamamasından dolayı başarısızlığa uğramaktadır ve mücadeleciyi hedefe yaklaştırmaktan ziyade uzaklaştırmaktadır.

Şanlı mücadele Kerbela kıyamını da Müslümanlar mücadele için zorunlu olan bu üç temel prensibi göz önünde bulundurarak incelemelidirler. Muaviye ölmüş ve onun açıkça fısk-u fücurda bulunan oğlu Yezit, İslâm Peygamberi’nin halifesi sıfatıyla Müslümanların başına geçmişti. Yezit açıkça içki içiyor, kumar oynuyor, İslâm'a aykırı olarak, İslâm'ın sınıfsız toplumunda yeni sınıflar, kavmî ve ailevî ayrıcalıklar oluşturuyordu. Akılsız ve dirâyetsiz böyle bir insan Müslümanların hükümetini ele geçirip tahta oturmuştu. Fedâkar insanlardan bir grup bu fasit hükümete boyun eğmiyor veya en azından bu hükümetle işbirliğinde bulunmak istemiyorlardı. Ama Yezit, onların peşlerini bıraktırmıyordu. Yezit bütün komutan ve vâlilerine, tüm halk kitlelerinden bilhassa tanınmış kimselerden kendisine biat, yâni işbirliği mîsakı almaları emrini vermişti.

Bu arada, Kufe'de halktan bir grup toplanarak Yezit gibi fâsit bir yöneticiye biat etmeme kararı almıştı. Her ne kadar Kufe’de ikiyüzlü ve ölü bir kalabalık yaşamaktaydıysa da, içerisinde sayıları az olmasına rağmen, Ali mektebinde terbiye edilmiş, parlak yıldızlar da vardı. Bu parlak sîmalı insanlar, biati reddetme kararına vararak “Yezit hiç bir şekilde bu makama lâyık değildir” dediler. Peki, kimin peşinden gitmeliydiler? Kimi kendilerine önder edinmeliydiler? Onlar bu durum üzerinde düşünürken, Hicaz'da belli başlı tanınmış insanlardan bir çoğunun Yezit’e biat etmeye yanaşmadıkları ve onların başında Ebu Abdullah Hüseyn bin Ali (a.s)'ın bulunduğu haberi ulaştı. Bu haber üzerine O Hazret’e mektup yazdılar ve: "Ya Eba Abdullah! Babanın şehrine doğru gel; burası Ali'nin hilafet merkezidir. Gel, biz senin safında bu hükümetle savaşmak istiyoruz. Mücadele için zemin hazırlanmıştır" diyerek onu dâvet ettiler. Bu şekilde bir, iki, üç, derken onlarca, yüzlerce mektup geldi. Mektuplar, onlarca imza ile Ashaptan ve halktan yığın-yığın Hazret’e ulaşıyordu. Bunun üzerine durum değerlendirmesi yapması amacıyla Müslim, İmam Hüseyn (a.s) tarafından Kufe'ye gönderildi. Ne yapmak gerektiğine karar vermek için Müslim, gözlemlerinin neticesini O Hazret’e iletecekti. İşte, o şanlı kıyamın destanı bu aşamadan itibaren yazılmaya başlayacaktı.

Ancak, burada şu soruyla karşılaşıyoruz ki, acaba Eba Abdullah'ın bu kıyamdan hedefi ne idi? Acaba gaye hükümeti ele geçirmek miydi? Acaba, İmam Hüseyin İslâm beldeleri, özellikle de Irak ve Kufe üzerinde hâkimiyet mi kurmak istiyordu? Hayır, İmam Hüseyin asla böyle bir hedef peşinde değildi, onun için böylesi bir hedef çok küçük ve anlamsız bir hedef sayılırdı. İmam Hüseyin, kelimetullahı yüceltmek istiyordu. O, ister hükümete ulaşsın, ister ulaşmasın; hak ve bâtılı tanıtıp daha açık bir ufukta hakkı göstermeyi gaye edinmişti. Eğer, hükümeti ele geçirmeye muvaffak olabilseydi, hükümetin güç ve kudretini Allah’ın istediği yönde kullanırdı. Hükümeti ele geçirmeye muvaffak olmasaydı da yine istenilen hedefe ulaşılmış olacaktı. Neticede, Kerbela’da, tarihin her zaman için altın harflerle kaydedeceği şanlı bir destan ortaya çıkacak ve Âşûra hadisesi, sonsuza dek hak, bâtıl savaşının en parlak destanı olarak tarihe geçecekti. Hem hedef yüce mi yüceydi, hem mücadele şekli şanlı mı şanlıydı, hem de kahramanı ulumu uluydu. Dolayısıyla da bu şanlı mücadele için seçilecek kimselerin de, üstün karakter sâhibi ve zorluklar karşısında ayağı sürçmeyen insanlar arasından seçilmesi gerekirdi. Zira bu mücadelede tarihe, her yüksek karakterli hür insanın ders alacağı bir örnek düşülecekti.

İmam Hüseyin, bâtıl ile savaşmaya karar vermişti. Savaşta ise iki grubun katılımı zorunludur. Birincisi, mücadelenin asıl sütunlarıdır; mücadelenin iskelet kısmını teşkil ederler ve dizginler bu kimselerin elinde olur. Bu kimseler direniş sâhibi, itimat edilir, idealist, güçlü ve iradelerine sâhip kimseler olmalıdırlar. Aynı zamanda vazifelerini müdrik, teşkilatçı ve muti olmaları da gerekir. İşte Müslim bin Akil mezkur kimselerin en güzel numunelerinden biridir. Diğer bir numune ise Kays bin Mezahir; İmam'ın mektubunu Kufe'ye ulaştıran kişidir.

İmam Hüseyin (a.s) bu grubu dikkatle seçti. İkinci grup ise ihtiyaç olduğu zaman güçlerinden istifade edilebilecek sempatizanlardır. Bu grubun seçimine, birinci grubun seçiminde olduğu kadar dikkat edilmez. Bunlar, ister istemez arkadan gelen takipçilerdir. İmam Hüseynin kervanına katılanlar arasında bahsettiğimiz böyle takipçiler de vardı.

Müslim bin Akil'in Kufe'ye varmasıyla birlikte bir takım olaylar cereyan etti. Büyük bir topluluk Müslim bin Akil'in etrafında toplandı. Kufe vâlisi Numan bin Beşir, Yezit tarafından azledildi ve yerine İbn-i Ziyad Kufe vâliliğine atandı. İbn-i Ziyad imansız, taş yürekli ve Yezit’e tam manasıyla bağlı biriydi.

Bu arada 24 saat içersinde Kufe'nin sebatsız halkında yeni değişimler ortaya çıkmaya başladı.[4] Müslim’in ev sâhibi olan Hâni bin Urve'nin hile ile Dar-ul İmareye götürüldüğü, İbn-i Ziyad’ın orada kendisine hakaret ettiğini, değnekle başına ve yüzüne vurup kendisinin hapse atılması emrini verdiğini ve Hâni'nin İbn-i Ziyad'ın zindanında tutulduğu haberi yayıldı.

Durumdan haberdar olan Müslim, yakınlarından, halkı Kufe Camisi ve çevresinde bir araya gelmeleri için, çağırmalarını istedi. Halk bir araya gelmiş ve coşkulu bir şekilde Müslim'in kendilerine hitaben konuşmasını bekliyordu. Bir kaç gün Kufe’de faaliyet gösteren İbn-i Ziyad'ın etrafında otuz görevli polis ile Emevi’lerin taraftarı olan yirmi kişiden başka kimse yoktu; toplam olarak 50 kişi onun etrafında toplanmıştı. Bunlar Camide olup bitenleri görmek ve gelişmelerden haberdar olmak için Camiye bakan yüksekliklerden halkı gözetlemeye başladılar. Halk, İbn-i Ziyad'ın, dostları ve taraftarlarının kendilerine baktığını görür görmez, onlar aleyhine slogan atıp taşlamaya başladılar. Zilhiccenin sekizinci gününün ikindi vakti, Müslim ile İbn-i Ziyad'ın konumu ve Kufe Şehrinin genel durumu özetle böyle idi.

İbn-i Ziyad durumu iyice mütalaa edip gerekli olan değerlendirmeyi yaptı; ve burada bir takım hilelerle, üç-dört kişiyi halktan koparmayı başardı. Bunu müteakiben halk grup- grup dağılmaya başladı. Akşam vakti Müslim namaz kılmak istediğinde yalnızca otuz kişi Kufe Camisinde kalmıştı. Müslim otuz kişiyle akşam namazını kıldıktan sonra Camiden çıkmak istediğinde sağa sola baktığında hiç kimsenin kalmadığını gördü. Gideceği yeri bile henüz doğru dürüst bilemeyen, Kufe’nin caddelerine aşina olmayan garip Müslim yapa yalnız ve tek başına ortada kaldı. Ona kılavuzluk edecek bir kimse dahi yoktu. İşte Kufe’nin o kaypak insanlarının durumu buydu. Onlar, istikrarsızlığın en bâriz örnekleriydiler.

Bu arada İmam Hüseyin (a.s) Müslim'in yazdıklarına binaen Mekke'den hareket etti; yolda çok sayıda kimse, Hüseynin kervanına katıldı. Irak sınırına vardığında İmam'a durumun Müslim'in yazdığı gibi olmadığı, yeni gelişmelerin olduğu, durumun değiştiği, Müslim ve Hâni'nin öldürüldüğü, İmam'ın Kufe halkına mektuplarını götüren Abdullah bin Yaktir'in katledildiği bildirildi. Fakat bu korkunç haberlere rağmen, Hz. Hüseyin’in mücadelesi durmadı; yalnızca taktik ve metot değiştirildi. Yeni durumu dikkate alan İmam, yanında bulunanların hepsinin toplanmasını emretti; sonra elinde bulunan bir yazıyı okudu. Allah'a hamd-u senada bulunduktan sonra şöyle dedi:

“Haberiniz olsun, Kufe'den korkunç haberler ulaşmaktadır; Müslim, Hâni ve Abdullah bin Yaktir’i öldürmüşler. Kufe halkı bize hıyanet etmiştir, ben öldürülünceye kadar bu yolda gitmeliyim. Sizlerden kim bu saate kadar mal-mülk, rahat yaşam, makam ve mevki ümidiyle benimle gelmişse gidebilir.”

Yolda kervana katılanların çoğu geri döndüler. Nihâyet Hüseyin İbn-i Ali Medine'den kendisiyle çıkan grup ve yolda ona katılanlardan bir kaç kişiyle birlikte kaldı. Mücadele sahnesi değiştiği için artık tereddütlü ve kuşkulu insanların Hüseyin’in ordusunda kalmaması gerekiyordu. Artık mücadele metodu değişmişti. Bunun için yalnızca aşk ve sefa dolu ve tabiat bataklığından kurtulmuş olan insanların onun etrafında kalması lazım geliyordu.

Mücadelelerde oldukça önem taşıyan sorunlardan biri, güvenilir ve doğru çalışan bir irtibat mekanizmasının varlığıdır. Bu mekanizmanın çevik, imanlı ve ülkü sâhibi insanlardan oluşturulması gerek. Kays İbn-i Musehher, değerli bir mümin olarak bu hususta örnek gösterilebilir. Hüseyin’in mesajını halka ulaştırması gerekiyordu. Mektubu alıp Kufe'ye doğru harekete geçti. Kadisiye yakınlarında İbn-i Ziyad'ın görevlilerinden Hasin b. Numeyr kendisini tutukladı. İbn-i Ziyad kendisine: "Eğer canını kurtarmak ölümden kurtulmak istiyorsan, minbere çık ve Hüseyin İbn-i Ali’ye küfret” önerisinde bulundu. Bu fırsatı ganimet bilen Kays minbere çıkıp ayakta durarak şöyle dedi: “Allah'a hamd olsun ey halk! Hüseyin İnb-i Ali Allah'ın en iyi kullarındandır. O, Allah’ın Resulü’nun kızı Fatıma'nın oğludur; mesajını sizlere ulaştırmam için beni gönderdi; kıyam edin, ona yardım edin.” Daha sonra da Hz. Ali ve Hüseyin İbn-i Ali’ye selâm gönderip, Muaviye, Yezit ve Ubeydullah İbn-i Ziyad'a lânet okudu. Böylece son sözünü söyleyip misyonunu yerine getirmiş oldu. Ubeydullah’ın, emriyle, bu fedâkar askeri saray damından aşağıya atarak öldürdüler. Hüseyin İbn-i Ali böyle bir grupla Kufe’ye doğru hareket etti. Yolda Hürr İbn-i Yezit-er Riyahi[5] ile karşılaştı…

İmam Hüseyin Medine'den Mekke'ye ve Mekke'den Kerbela'ya doğru uzayan seferinin başından beri cereyan eden hadiseleri gözden geçirdi. Hedef açık ve belliydi; dinin, hak ve hakikatin müdafaası ve İslâm'ın izzetinin korunması. Yol ve yöntem de belliydi, Hüseyin bin Ali dönüşü olmayan bir yola girmesi gerektiğini biliyordu.

Yol esnasında, hatta Âşûra gününde halka ve İbn-i Ziyad'ın memurlarına "Eğer Kufe halkı benim, kendi şehirlerine gelmeme razı değillerse, bırakın döneyim" diyordu. İşin içerisinde başka hedefler vardı tabi. Yoksa İmam, yolda berberindekilere defalarca: "bu gittiğimiz yol dönüşü olmayan bir yoldur." demişti.

Akâbe b. Sem'an şöyle diyor: "Ben İmam'a yakın idim, bir ara onun bineği üzerinde daldığını gördüm. Sonra aniden uyandı ve iki üç defa: "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun vel hamdu lillahi Rabbil âlemin" dedi. Oğlu ve ciğerparesi Ali bin Hüseyin gelip,: "Ne oldu baba, neden İnna lillah… diyorsun?" diye sorunca, şöyle cevap verdi: "Oğlum, uykuda idim, gördüm ki bir nidâ eden şöyle diyor: “Bunlar ölüme doğru yürüyorlar ölüm de bunlara doğru." Oğlu Ali, "Baba, biz hak üzere değil miyiz? diye sorunca İmam: "Elbette" buyurdular. Ali b. Hüseyin, "Öyleyse ölümden korku da ne demek? dedi. Hayatta olduğumuz müddetçe Hak'tan ayrılmayız. Ölüm, bizim beklentilerimiz arasındadır." Hüseyin bin Ali ile birlikte Kerbela'ya işte böyle insanlar gelmeliydi.

Hazret, Neyneva ve Kerbela topraklarına ulaşmadan önce: "Bizler ölümle karşı karşıya gelmeye gidiyoruz." demiştir. Ancak, insanlar, sonraları onun hakkında yanlış yorum yapıp: "Hükümetin kendi eline geçemeyeceğini görünce, bunu kendine yedirmeyip, ölümü yaşamına tercih etti ve hükümeti ele geçirememenin acısına tahammül edemedi." demesinler diye tekrar-tekrar: "Eğer istemiyorsanız, dönüp gideyim" diyordu. Böylece fırsatçıların"…kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın…" âyetini onun hakkında okumamaları için ısrarla, eğer istemezlerse dönüp gideceğini tekrarlıyordu. Tekrar-tekrar söylenen bu sözü tarih kaydetmelidir ki, Kerbela olayı doğru tefsir edilsin.

Bütün bu süre zarfında Âşûra gününe kadar vuku bulmuş en küçük ve en sâde hadiseler tefsir edilmelidir. İmam Hüseyn, Kerbela vakıasında meydana gelen değişikliklere ve düşman saflarından saptırma uğraşılarına rağmen, gelecek toplumlar ve nesiller için, bu olayların öğretici bir ders olmasını istemiştir. Âşûra gününde, safları belirleyip savaşmak gerektiğine inanmıştır. Çadırları bir yerde toplamaları için emir verdi. Çadırların arka taraflarında kazdıkları hendeklere yeteri kadar çalı çırpı koydular. İmam Hüseyin, düşman kuvvetlerinin arkadan saldırmaması için çalıların yakılmasını emretti.

Yetmiş kişilik civarında bir ordu, günün ordu düzenine göre şekil aldı, sağ kol, sol kol, orta kol ve sancaktar belirlendi. Hazret, orduyu düzene koymakla meşgulken, düşman ordusundan bir grup arkadan saldırmayı düşünmüşlerdi. Şimr'in komutasındakiler hücum için geldiklerinde, hendeklerle karşılaştılar. Sanki büyük bir savaş olacakmış gibi ateş dolu hendekler kazılmıştı. Hüseyin bin Ali'nin bu ince hesabından dolayı son derece rahatsız olan Şimr, "Hüseyin…! Âhirette seni bekleyen ateşi, dünyada kendin için hazırlamışsın, "diye bağırdı öfkeyle. Buna karşılık Hüseyn'in düşmanla son kez konuşmak üzere, atına, binip olanca vakarla düşman ordusu önünde durdu ve şöyle dedi: "Ey insanlar! Eğer beni tanımıyorsanız gidiniz ve beni aranızda Peygamber soyunu bilenlerden sorunuz. Peygamber torunu olduğumu bilmiyor musunuz?” imam Hüseyin bunları söylüyordu ki, sonradan münafık ve hain insanlar: "İbn-i Ziyad bizi kandırdı, başka birinin geldiğini zannetmiştik. Eğer, gelenin Hüseyin bin Ali olduğunu bilseydik kesinlikle onunla savaşmazdık. Hatta ona yardım dahi ederdik." şeklinde nifaklarına bahane bulamasınlar. Zira, münafıkların hakikatleri saptırmaları için o devirde zemine oldukça uygundu, haberleşme yollarının azlığı ve ilkelliği sebebiyle, hükümeti ellerinde bulunduranlar, o dönemin bütün haberleşme yollarını tekellerine almışlardı. Böyle bir dönemde, hakikatleri tahrif etmek gâyet kolay bir işti. Nitekim Muaviye'nin Ali'yi Şamlılara nasıl tanıttığı bilinmektedir. Böylece halkın, eğer Hüseyin kendisini bize tanıtsaydı veya bu dâvet edilen misafirin, halk tarafından dâvet edildiğini bilseydik onu korurduk demelerinden Hüseyin'in endişe duymuş olması gâyet tabiidir.

Bilahare İmam, kendisini tanıtıp şöyle seslendi "Ey Kufe Halkı!… Siz değil miydiniz beni dâvet eden!? Öyleyse, beni öldürmek için burada toplanmanız niye?! Yoksa, dâvetinizle, buraya gelmeniz arasındaki müddet zarfında benden bir günah veya hata mı sadır oldu da kanımı dökmeyi mubah ve reva görüyorsunuz?! Yoksa sizden birini mi öldürdüm? Malınızı mı gasp ettim? Ne suç işledim ki kanımı helâl görüyor ve benimle savaşmayı vâcip biliyorsunuz? Haramı helâl, helâli de haram mı yaptım yoksa?" Hüseyin bunları söylemeyecek olsa hakikat hile ve desiselerle örtbas edilecek ve Kufe halkının kimler tarafından saptırılıp aldatıldığı perde arkasında kalacaktı. Hâliyle, hükümet aleyhine kıyam eden herkes nifakla suçlanacak ve kanı helâl sayılacaktı.

Hazret, ısrarla şunu anlatmak istiyordu: "Sizler, beni dâvet ettiniz. Ben de, dâvetinize icabet ettim. Allah’ın dini ayaklar altına alınıyor dediniz, O'nun dinini korumak için Medine'yi terk edip bu topraklara geldim, o hâlde insanlara Hüseyin'i dâvet ettiğinizi, sonra da toplanıp onu Kerbela'da şehid ettiğinizi nasıl izah edeceksiniz?" Evet, bunlar Kerbela hadisesinde vuku bulan öğretici noktalardan sâdece birkaçı…

Müslümanlar, Hüseyn'in dostları, taraftarları ve bu yolun aşıkları bilmelidirler ki, mücadele yaşamın kaçınılmaz bir parçasıdır. Öyleyse tembellik ve inzivadan kurtulmalı, yeryüzünde yaşam devam ettiği müddetçe, mücadelenin de beraberinde devam edeceğini idrak etmelidirler. Bilsinler ki, mücadelenin en güzeli, hak lehinde, bâtıl aleyhine olanıdır. Mücadele, hak düşüncesini canlı tutabilmek ve hakkın kanunlarını icra edebilmek içindir. Mücadelenin kendisine mahsus bir sünneti ve kanunu vardır. Mücadelelerinde muvaffak olmak isteyenler açık ve müşahhas bir hedef peşinde olmalıdırlar. Aynı zamanda bu hedef, insanlara sunulmaya lâyık ve itimat edilir olmalıdır. Ayrıca kendileri direnç sâhibi sağlam iradeli fedâkar ve hedefleri uğrunda canlarını verebilecek insanlar olmalıdırlar. Bütün bunlarla birlikte, mücadelelerinde doğru yöntemler seçmelidirler. İşte o zaman Allah onlara yardım edecektir: "Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O'da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar!"

"Eğer, can ve malınızı Allah yolunda verdiyseniz biliniz ki her şeyden önce saadet ehli, ikinci olarak cennet ehli, üçüncü olarak zafer ehlisiniz."

 


[1] – Saff/10-13.

[2] – Fussilet/ 30-32.

[3] -Saff/ 2-3.

[4] -Şeyh Müfid Irşad kitabında şöyle diyor: Müslim'in Kufe'deki kıyamı, Zilhicce’nin 8’i salı günü başlamış ve Arafe gününe rastlayan dokuz Zilhicce çarşamba günü de Müslim şehid edilmiş. El-İrşad, s.198.

[5] -Hür daha sonra yaptığından pişman olup Âşûra günü Ömer İbn-i Sa'dın ordusundan ayrılıp İmamın tarafına geçti ve şehit oluncaya kadar çarpıştı.