“İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Size ayetlerimi göstereceğim, bunu benden acele istemeyin.” Enbiya, 37

Tebşîr-i Zuhûr ve “Eyüp Sultan”

Tebşîr-i Zuhûr ve “Eyüp Sultan”

Prof. Dr. HÜSEYİN HATEMİ

 

İstanbul'da halkın öteden beri Eyüp Sultan diye adlandırdığı ve "Eyüp" semtinde türbesini ziyaret ettiği zat, Ebu Eyyûb Hâlid ibn-i Zeyd-i Ensârî, Resûl-i Ekrem'in (s.a.a.) ashâbının büyüklerindendir. Resûl-i Ekrem (s.a.a.) Medine'ye şeref verdiği ve "Üzerimize ay doğdu/Veda' tepelerinden" gibi sevinçli nağmelerle karşılandığı 24 Eylül 622 cuma günü, devesi hangi evin önünde çökerse o evde konuk olacağını buyurmuş ve deve bu zatın evinin önünde çökmüş idi. Bu sebeple, "Mihmandar-ı Resulullah" diye da anılır. Hâlid, bu şerefi büyük bir sevinçle karşıladı ve eşsiz konuğuna annesi ile birlikte canla başla hizmet etti. Bedr Savaşı'na ve diğer savaşlara katıldı, Resûl-i Ekrem'in (s.a.a.) duasına mazhar oldu: "Allah'ım, Nebî'ni koruduğun gibi Ebu Eyyûb’u da koru!" Resûl-i Ekrem'in (s.a.a.) duasında onu künyesi ile anması, künyesinin isminden daha yaygın olmasına ve isminin yerine geçmesine sebep oldu. Belki bunda "Hâlid ibn-i Velid" gibi kimselerle karıştırılmaması hikmeti de vardır. Öyle zannediyorum ki "Allah'ın kılıcı" ünvanı da Hâlid ibn-i Velid'e değil, Hâlid ibn-i Zeyd'e verilmiş, daha sonra birçok ünvan için yapıldığı gibi, "gasb" edilmiştir. Çünkü o, Bedr'den itibaren "gazi"dir ve Resûl-i Ekrem'i (s.a.a.) savaşlarda korumak için can atanlardandır. Resûl-i Ekrem'den (s.a.a.) sonra da gerçek sevenlerden olduğunu göstermiş, "De ki: Ben sizden hiçbir karşılık beklemiyor, istemiyorum; sadece (o da yine kendi kurtuluşunuz için) yakınları (Ehli Beyt'i) sevmenizi istiyorum." buyruğundaki çağrıya icabet etmiş ve Emîr’ul-Mü’minîn Ali aleyhisselâm'ın sevgisinden ve çizgisinden ayrılmamıştır. Emîr’ul-Mü’minîn'in savaşlarında da, Resûl-i Ekrem'in (s.a.a.) yanında olduğu gibi, onun da yanında idi. Cemel'de, Sıffîn'de, Nehrevan'da, "Ali Hakk ile, Hakk Ali iledir." sırrına erdiğini, şaşkın, sapıtmış veya satılık olmadığını, gerçeklerden olduğunu gösterdi. (Hû diyelim gerçeklerin demine/ Gerçeklerin demi Nûr'dan sayılır/On İki İmam katarına uyanlar/Muhammed Ali'ye yardan sayılır)

Sıffîn günü, onun meydan okumasına ve mübariz istemesine karşı çıkmaya, Muaviye ordusundan kimse cesaret edememişti. O da Muaviye'nin otağının önüne kadar gelerek Muaviye'yi çağırdı. Muaviye kendisinden bekleneni yaparak arka taraftan benzi sapsarı kesilmiş ve titreyerek kaçtı ve Ebu Eyyûb döndükten sonra yanındakileri korkaklıkla suçladı. (İbn-i E'sem-i Kûfî, El-Futûh, Muhammed ibn-i Ahmed Mustevfî-i Herevî çevirisi, Gulâmrıza Tebatebaî-i Vecd yayını, Tehran 1372 (H.Ş.), s. 539 ve bu kaynaktan naklen Muntehe’l-Â'mâl'da Şeyh Abbâs-i Kummî)

Muaviye'ye bu kadar karşı olan bir zatın, üstelik Yezid'in refakatinde İstanbul'a gelmesi mümkün müdür?! Yezid'in, İstanbul'u kuşatan ordunun komutanı olması yine tamamen sonradan uydurulmuş bir hikâyedir. Yezid, otuz yaşlarında cehenneme yürüdüğüne göre, daha genç yaşlarda bir sefih olarak gaza zahmetini ve seferi göze alabilir mi idi?! Ebu Eyyûb gibi Muaviye'ye meydan okumuş ve çadırından kaçmasına sebep olmuş bir er, Muaviye ve Yezid ordusunda mı İstanbul'a gelirdi?!

Maalesef, Ebu Eyyûb'un Ehl-i Beyt'e bağlılığı dolayısı ile, daha sonra, onun bu bağlılığı gizlenmiş, tam aksine onun vasıtası ile Muaviye ve Yezid'i temize çıkarma gayreti ile efsaneler uydurulmuştur.

Resûl-i Ekrem (s.a.a.), Ebu Eyyûb'un İstanbul surları yakınında defnedileceğini beyan buyurmuş idi. (Muntehe’l-Â'mâl)

Kanaatimce; Ebu Eyyûb'a, Emîr’ul-Mü’minîn'in şahadetinden sonra İstanbul'a giderek oraya bir de İslâm'ın nûrunun tamamlanması tecellîsinde, bu zuhura da mihmandarlık mührü vurması görevini veren de Resûl-i Ekrem'dir (s.a.a.).

İstanbul, İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.) Kâbe'yi yeniden bina ettikten sonra, Ishak soyundan zahirde nebî ve resuller gelmekte iken, İsmail soyundan bir nebinin önderliğinde, bugün Yuşa Tepesi dediğimiz Beykoz'daki tepeye de bir Hak din mabedi (Beyt) yapılarak, İsmail aleyhisselâm'ın vefatından sonra kurulmuş idi. O yöreye, Filistin'deki Beyteniyye gibi, Beyteniyye adı verildi. Bu ad sonra Bytinia ve Bizans gibi adların doğmasına yol açacaktır. Yuşa Tepesi'ndeki Beyt'i merkez alan, Boğaz'ın Karadeniz'e yakın noktasındaki bu beldeye de, Kur'an-ı Kerim'deki "Mecma'ul-Bahreyn" adı verildi. Bu ad, tabiatiyle, Hazret-i İbrahim ve İsmail'in dili olan Aramca'daki şekli ile kullanılıyordu. M.Ö. 1200 yıllarında Hazret-i Musa (a.s.) vahiy yolu ile İsmail soyundan gelen gizli Nebi Hızır aleyhisselâm'ın Mecma'ul-Bahreyn'de (Boğaz, Berzah Beldesi) olduğunu öğrenince, yeğeni Yuşa (a.s.) ile bu noktaya geldi. (Kehf Suresi). Ayet-i kerimede geçen "balık", daha sonra Hazret-i İsa (a.s.) için de simge olarak kullanılacağı gibi, "görüşülmesi, kavuşulması murâd edilen"e, yani Hızır'a delâlet etmektedir, yoksa yol azığına değil. Musa (a.s.), buluşma noktasında yorgunluktan uykuya dalınca, Hızır (a.s.) Boğaz'ın karşı yakasına geçmiş, Musa (a.s.) ve Yuşa (a.s.) da o tarafa, bugün "Telli Baba" denen "Tell" (Höyük) noktasına geçip, sonra Yuşa'ın Hızır'ı gördüğünü hatırlaması üzerine tekrar buluşma noktasına dönmüşler. Bundan sonra Hazret-i Musa (a.s.), Hızır'ın bugünkü İstanbul'un, Ayasofya'nın bulunduğu yerdeki küçük Kent'in duvarını niçin onardığını sorunca, yine simgeli bir ifade ile; Hazret-i Mehdî'nin (a.s.) vasıtası ile, yetim kalmış Hazret-i Mesih tebliğinin ve Resûl-i Ekrem (s.a.a.) tebliğinin ortak hazinesinin bu kentte tekrar ortaya çıkacağı haberini almıştır. (Kehf Suresi). Bu simgeli ifadede, Hazret-i Sâhib’uz-Zaman'ın (a.s.) muhterem annesi Nercis (Susen) Hanım'ın bu kentte doğacağına, soyunun Hazret-i İsa'nın havarisi Şem'un-i Safa'ya (Petrus, Saint Pierre) ulaşacağına, böylece Kaaim aleyhisselâm'da iki yetimin hazinesinin birleşeceğine işaret vardır.

M.Ö. 6-5. asırlarda, Batı'dan gelen Ellenler bu yörede galip unsur oldular. Yuşa Tepesi'ndeki "Beyt"e saygı gösterdiler. Onlar da başta bu Hak Din tebliğine uydular. Ne var ki, nasıl Beyt-i Atîk putlarla dolduruldu ise, Beykoz=Beyt-i Kuş'daki, Mecma'ul-Bahreyn'deki Beyt de zamanla "Şirk" dini görünümüne büründü. Bir taraftan da Berzah=Boğaz şehri, "Sthymepolis" adını aldı. Nur Boğazı=Fosforus da, efsanelerin etkisi ile "İnek Boğazı"na döndü. Hazret-i Mesih'den sonra, M.S. 4. yüzyılda, İmparator Konstantinus bu beldenin ilâhî takdirdeki önemini sezerek, bilge kişilerin görüşüne uydu ve bu şehri "Yeni Roma", Hristiyanlığın Merkezi ilân etti. Resûl-i Ekrem (s.a.a.) de Ebu Eyyûb'a, bu şehre türbesi ile İslâm'ın bu şehirden Batı'ya tam olarak ışımasının mührünü vurma görevini verdi. Ebu Eyyûb, Yezid ordusu ile değil, Emîr’ul-Mü’minîn'den sonra bu mukaddes vazifeyi üstlenmiş bir kutlu kişi olarak İstanbul'a geldi ve kabrinin bulunduğu yerde konaklayarak vefat etti. Ondan haberleri olan, zahirde resmi din uleması, bâtında Müslüman bilge kişiler, o yöreyi Eyyûb’ul-Ensarî diye andılar ve bu isim de daha sonra Ayvansaray'a dönüştü. (Murat Belge). Burası Bizans zamanında da biliniyor ve ziyaret ediliyordu. Sadece Fetih sırasında kabir düzlenmiş ve izleri silinmiş, sonra keşif yolu ile bulunmuş olabilir.

Hazret-i Kaaim'in (a.s.) anne tarafından dedesi, zahirde Saint Ignatius, Yuşa Tepesi'ndeki Beyt'in bulunduğu yere bir "Mikail Kilisesi" bina ettirmiş ve vefatında da oraya defnedilmiş idi. Bu zatın kızkardeşleri de Sümbül Efendi Türbesi'nin bulunduğu Kocamustafapaşa Camii'nin avlusunda ziyaret edilen "Hazret-i Hüseyn'in Kızları" (Hazret-i Mehdi'nin büyük halaları) olacaktır.

Yahya Efendi, Yuşa Tepesi'nde münzevi oldu ve buradaki kabrin anlamını bildi. Ne var ki her simgenin açıklanması, her devirde doğru olmazdı. Böylece Yuşa ve Musa'nın Hızır ile buluştuğu bu tepedeki kabir, Yuşa kabri olarak anılmaya başlandı.

Yuşa Tepesi'nde kuzeydoğudan, Eyüp'te güneybatıdan, İslam'ın ve Nur'un tamamlanması müjdesinin iki mührü vardır. Pes suhan kûtâh bâyed, vesselâm! Allah izin verirse, bu konuda yine bir iki söz söyleriz. Ebu Eyyûb'un kadrini bilelim ve kabrini bu bilinçle ziyaret edelim.