Bir kimse mümin kardeşinin ihtiyacını gidermenin peşindeyken, Allah da onun ihtiyaçlarını gidermenin peşinde olur. Bihâru’l-Envâr, C. 17, s. 286. İmam Cafer-i Sadık (a.s)

İmam Sadık (as)’ın Sohbet ve Münazaraları

İmam Sadık (as)’ın Sohbet ve Münazaraları

Emevilerin son dönemleriyle Abbasiler"in ilk dönemlerine rastlayan zaman diliminde imamet görevini üstlenen İmam Sâdık -s- bu dönemlerde Emevilerle Abbasilerin birbirini altetmeye meşgul olmalarından yararlanarak büyük çaplı bir İlmî- dini hareket ve eğitim başlattı. Medine şehri kısa sürede, çeşitli bilim dallarında araştırma ve tahsil yapan binlerce bilgin ve öğrencinin bulunduğu medreselerle doldu. Bütün bu bilim ve din âşıklarını bir tek üstad eğitmekte ve idare etmekteydi. Cafer Sâdık! Onun ilim ve bilgisinin şöhreti dört bir yana yayılmış, islam diyarının en uzak noktalarında dahi onun adı dillere destan olmuştu. Üstadların Üstadıydı o. Müslümanlar dört bir yandan Medine"ye akın ediyor, onun uçsuz bucaksız bir derya olan ilâhi ilminden faydalanıyorlardı.

     Onun medresesine gelenler müslüman öğrenciler değildi sadece; pek çok gayri müslim bilgin ve düşünür de ilmi konularda kendisiyle meşveret etmek ve bilimsel tartışmalarda bulunmak üzere bu büyük üstadın huzuruna varırlardı. Kendisine sorulan sorulara çok açık ve anlaşılması kolay cevaplar verir; çeşitli görüşlerin temsilcileriyle yaptığı münazaralarda meseleye muhtelif açılardan yaklaşarak neticede en doğru olan yorumu ortaya koyardı. İslam dininin ilk yüzyıllarında ilmî açıdan yaşadığı en parlak dönem olmuştur bu.

     İmam Sâdık"ın -s- cevapları; daha çok zaman ve mekanın şartları gözönünde bulundurularak ve soruyu soranın düşünce tarzı ve idrak yeteneğine göre verilmiş cevaplardır. Bu nedenle kimi cevapları, tartışmaya giren karşı tarafın tezlerini çürütüp görüşlerinin geçersizliğini açıklamaya yöneliktir; kimi zaman da soru soran tarafın bizzat düşünüp aklını kullanmasını ve zihnini harekete geçirmesini amaçlar. Ancak eldeki belgelerden de anlaşılacağı gibi bu cevaplar daha çok felsefi ve ilmi temellere dayanmakta ve genellikle ilmi ağırlık taşımaktadır.

     İmam Cafer-us Sâdık"ın -s- çeşitli sorular karşısında vermiş olduğu cevapların ve eldeki münazara metinlerinin tümünü verebilmek için ciltlerce kitap yazmak gerekir. Bu nedenle biz burada bunlardan sadece birkaçına değinecek ve gençler için anlaşılması kolay olanlardan örnekler vermeye çalışacağız.

     1-Ebu Mensur, yakın arkadaşlarından birinin kendisine anlattığı bir olayı şöyle nakleder:İbn-i Ebu"l Avcâ ve Abdullah Bin Mukaffâ (her ikisi de o dönemin tanınmış ateistlerinden -tanrıtanımaz- idiler) ile birlikte Mekke"de Mescid-ül Harâm"da oturmuş sohbet ediyorduk. İbn-i Mukaffâ tavaf etmekte olan hacıları göstererek Şu insanları görüyor musunuz? dedi, Bunların içinde insanlık namına tek layık olan -yegane insan- şu oturan kişidir. -İmam Sâdık"ı -s- gösteriyordu eliyle- Diğerleri ise âdi birer hayvandan başka birşey değil!

     İbn-i Ebu"l Avcâ Bunca insan kalabalığı içinde gerçekten insan olan bir tek o mu yani?! diye sorunca, Evet! dedi, Zira diğerlerinde rastlamadığım bir -ilim, bilgi, fazilet ve ululuk- şeyler gördüm onda. Ebu"l Avcâ"nın Bu iddianın doğru olup olmadığını onunla konuşarak öğrenmek ve bunu bizzat anlamak isterim demesi üzerine aralarında şu konuşma geçti.Vazgeç bundan. Onunla konuşacak olursan inancını yitirmenden korkarım. (Yani seni ateistlikten çevirecek ve Allah"a inanmanı sağlayacaktır.)

– Seni endişelendiren şeyin bu olduğunu sanmıyorum. Onunla konuşacak olursam hakkında söylediklerinin yanlış olduğunu anlayacağımdan ve sonuçta yalanının ortaya çıkacağından korkuyorsun aslında.

– Eğer hakkımda böyle düşünüyorsan, o zaman git, konuş onunla. Yanıldığını anlayacaksın. Fakat şu tavsiyemi de unutma! konuşurken bütün dikkatini topla iyice. Düşünceni dağıtarak fikri sarsıntıya düşme sakın! Aksi takdirde bir bakarsın kuzu gibi teslim oluvermişsin onun karşısında! Bu yüzden, söylemek istediğin şeyleri önce zihninde iyice toparla; eğer açık vermek istemiyorsan hangi sözün senin yararına ve hangi sözün zararına olacağını düşünmeden konuşmaya başlama. (Yoksa konuşma esnasında afallayıp şaşırır ve hataya düşüverirsin.)

     Ben ve Mukaffa oturup beklemeye başladık; İbn-i Abu"l Avcâ gidip imamla konuştuktan sonra, dönüp yanımıza geldi ve Abdullah Bin Mukaffa"ya Ey Mukaffa"nın oğlu! dedi, Vay haline senin! Bir insan olduğunu söylemiştin onun hani; oysa çok farklı. Beşer türünden değil sanki! Eğer dünyada, dilediği zaman cismani bir bedende görünen ve dilediği zaman bedeninden sıyrılıp ruh-u mücerred olan biri varsa budur derim!!!

     İbn-i Mukaffa, Ne oldu ki?! diye sordu hayretle. İbn-i Ebu"l Avcâ anlatmaya başladı:Yanına gidip oturdum. Bir süre sonra oradaki herkes soracağını sorup gitmiş, bir tek ben kalmıştım. Daha ben sonuşmaya başlamadan bana dönüp Eğer dedi, Mesele -din ve iman meselesi- şunların -tavaf etmekte olan olan müslümanları göstererek- dediği gibiyse, ki doğru olan da budur, yani tanrı, din ve ahiret bir gerçektir; o zaman onların izlediği yol doğru, sizinki ise yanlış, saadetten mahrum, gerçekdışı ve mahva götüren bir yol demektir. Fakat eğer mesele sizin dediğiniz gibiyse -tanrı, ahiret.vs. yalansa- ki kesinlikle böyle değildir; o zaman da sizinle müslümanlar arasında netice açısından bir fark yoktur ve eşitsiniz demektir. (Yani bu durumda müslümanlar dine inanmış olmakla riske girmiş sayılmazlar. Çünkü sizin dediğinizi kabul edip de -haşa- tanrı ve ahiret gibi şeylerin gerçek olmadığını varsayacak olursak, sizin, ölümle herşeyin sona erdiği, ahiret ve hesaplaşmanın gerçekdışı olduğu yolundaki görüşlerinizi paylaşmayan müslümanların neticede bu yüzden hiç de zararlı çıkmayacaklarını kabul etmemiz gerekir. Çünkü bu durumda onların da sonu sizinki gibi olacak ve ölümleriyle herşey sona erecektir, Fakat eğer bunun aksi -müslümanların inandığı- doğru çıkıverirse o zaman sizin sonunuz nice olur peki?!)

– Allah sana rahmet etsin! dedim, onların dedikleriyle bizimki arasında pek bir fark yok ki zaten. Görüşlerimiz aynıdır onlarla.

– Nasıl aynı olabilir?! dedi, onlar bir hesaplaşma gününe, uhrevi mükafaatlandırmaya, ilahi cezalandırmaya ve kâinatın yaratıcısına inanırlar; feza ve bütün kâinatın, Allah"ın izniyle mâmur bir hale getirildiğini kabul ederler. Halbuki siz fezayı koca bir boşluk ve içinde hiçbir canlının yaşamadığı bir virane olarak kabul etmektesiniz.

     İmamın tanrı konusunu açmasını fırsat bilip bu mevzudaki inancımı söyledim hemen"Eğer onların dediği gibiyse, o zaman Allah niçin bizzat ortaya çıkıp kendisini göstermiyor halka?! Kendisi çıkıp da halkı O"na tapınmaya davet etse ya! Hem, o zaman kullar arasında da bu gibi ihtilaf ve tartışmalar vuku bulmamış olur. Kendi dururken ne diye peygamberlerini gönderiyor sanki? Niçin gizliyor kendisini? Bizzat kendisi gelmiş olsaydı halkın imanı üzerinde daha etkili olmaz mıydı?

     İmam cevap Verdi:Yazık sana, bu kadar açık bir meseleyi nasıl da anlayamamışsın! Kudretini senin vücudun ve varlığında sana gösteren ve burhanları sana bunca yakın olan birisi şimdiye kadar nasıl gizli ve kapalı kalmış sana?! Daha önce var olmadığın halde sonradan yaratılıp var edilişin, küçükken büyüyüp olgunluğa erişin, güçsüzlüğünün ardından güçlü ve kavi oluşun, güçlü olduğun halde bir süre sonra yine zayıf ve güçsüz hale gelişin, sıhhatliyken hasta oluşun ve hastalıktan sonra yine sıhhat buluşun, öfkelendikten bir sore sonra sakin, ve sakin olduğun bir haldeyken öfkeli oluşun, neşeli bir haldeyken sıkılışın ve sıkıntıdan sonra huzur bulup eski neşene kavuşuşun, düşmanlığından sonra dost, dostluktan sonra yine düşman oluşun, pasif ve gevşekken aktif, aktif ve azimliyken azmini kaybedip yine gevşeyişin, bıkkınken isteyişin, ve istekliyken yine bıkışın, hiçbir eğilimin olmadığı halde sonradan eğilim gösterişin, ve eğilimin olduğu halde bir süre sonra temayülsüzlük gösterişin, ümitsizlikten sonra ümitvar ve ümitvarlıktan sonra yine ümitsizliğe kapılışın, daha önce zihninde var olmayan bir şeyi bilip ondan haberdar oluşun, hatırlayışın, ve zihninde var olan birşeyi daha sonra hatırlayamayıp unutuşun.

     Velhasıl bende var olduğunu bildiğim, varlığını inkar edemediğim daha birçok ilahi kudret ve yaratılış belirtilerini ard arda sıralayıp saymaya başladı. Öyle ki, Allah; o anda benimle onun arasında âşikar olup beliriverecek sandım! [1]

 2-Allah"a inanmayan Abdullah Deysâni, bir gün imam Sâdık"ın -s- evine gitti, kapıyı çalış içeri girdi ve oturup sözlerini arzetmeye başladı Ey Cafer Bin Muhammed! Mâbuduma delalet et beni.

     Deysânî tek kelime dahi etmeden kalkıp gitti.

     Arkadaşları bu olayı öğrenince Niçin ismini söylemedin sen de? diye sordular kendisinden. Eğer diye cevap verdi, İsmimin Abdullah olduğunu söyleyecek olsaydım, kimdir bu Kimdir bu kölesi olduğun? diye soracaktı hemen. Bunun üzerine arkadaşları ona akıl verdiler:Geri dön, tekrar ona git ve Allah"ı ispatlamasını, fakat senin ismini sormamasını iste ondan dediler.

     Deysânî tekrar imamın yanına dönüp Mabuduma delalet et beni, yaratanımı göster bana; ancak adımı da hiç sorma! dedi.

     İmam, oturmasını söyledi.

     İmamın küçük çocuğunun elinde bir yumurta vardı, oynuyordu onunla. İmam, yumurtayı çocuktan alıp Ey Deysânî dedi, Her tarafı kapalı olan şu küçücük yumurtanın sert bir kabuğu vardır. Bu kabuğun altında da incecik bir zar ve onun içinde de biri altın sarısı, diğeri de gümüş rengi olmak üzere iki kaygan ve sıvı madde vardır ki asla birbirine karışmaz ve öylece içiçe, fakat birbirine karışmaksızın dururlar orada! Ne içindeki sağlığa faydalı o şey dışarı çıkıp da sağlamlığını haber verebilir bize; ne de bozulmasına sebeb olan o maddenin içeri girebileceği bir yol vardır ki oradan araştırarak yumurtanın bozuk olup olmadığını anlayabilelim. Dişi bir tür için mi, yoksa erkek bir tür için mi hazırlanıp hazırlanmadığı -içindeki civcivin tavuk mu yoksa horoz mu olduğu- belli değildir. Daha sonra şu haliyle çatlıyor ve göz kamaştırıcı güzellikte tâvusî renkli bir canlı çıkıveriyor ortaya. Bu görkemli sistemin bir düzüp koşanı ve onun içine bu muazzam dünyayı yerleştiren bir yaratıcısı yok mu sence?

     Deysâni, başını öne eğip düşünceye daldı; bir süre öylece kaldıktan sonra başını kaldırıp Şehadet ederim ki dedi, Allah"tan başka ilah yoktur, tek ve bir"dir, ne eşi vardır, ne ortağı. Muhammed -sav- O"nun elçisi ve kulu, sizler de yaratılmışlar üzerindeki imam ve huccetisiniz. Bana gelince; geçmişimden pişmanlık duyuyor ve tövbe ediyorum şimdi.[2]

     3- Hişan anlatır:Zındığın biri, İmam Sâdık"a -s- birtakım sorular sorduktan sonra Allah nedir? dedi Anlat O"nu, tanıt bana.

İmam şöyle cevap verdir , bütünüyle eşyanın dışında birşeydir. Bununla anlatmak istediğim şudur: gerçek bir şeydir. Var olan bir şey, gerçekten nasıl varsa öylece var olandır -gerçekten de öyle bir şeydir ki vardır- Vardır o, bir cismi ya da belli bir şekli olmaksızın; ne dokunmak mümkündür O"na, ne de hissedip kavrayabilmek. Beş duyu organıyla anlaşılamayacağı gibi, hayal ve evhamla da anlaşılamaz. Eksiksizdir; ne yok oluş ve zarara uğrama sözkonusudur "nun için, ne de zamanla değişime uğramak.

     Adam O"nun gören ve duyan bir şey mi olduğunu söylemek istiyorsun?

– Görür ve duyar O. Ancak, görmek için hiçbir uzva ihtiyacı olmaksızın görür; duymak için de herhangi uzv veya vesileye ihtiyacı yoktur. Aksine, kendi nefsiyle duyar ve görür O. O"nun kendi nefsiyle duyduğunu ve gördüğünü söylerken O"nunla nefsinin iki ayrı şey olduğunu kastekmek değil amacım; bu ibareyi, durumu sana iyice açıklayabilmek için kullanıyorum. O halde diyorum ki O, bütün varlığıyla duyar ve görür, Burada da bütün varlığıyla derken O"nun varlığının bir bütün ve bazı parçaların terkibinden müteşekkil olduğu sanılmasın. Amacım, bu meseleyi anlayabileceğin şekilde anlatmaktır. Özetle, öz varlık -zât- ve mana itibarıyle hiçbir ihtilaf ve farklılık arzetmeksizin gören, duyan, haberdar olan ve bilendir.

– O halde nedir!?

– Rab"dir. Mâbuddur, Allahtır O! Rab ve Allah derken, bu kelimelerin imlasındaki r, a, b, l, harflerini kastetmiyorum. Maksadım, bütün eşyanın ve herşeyin yaratıcısı olduğunu anlatabilmektir. Ve şine bütün bu harflerle kastetmek istediğim, Allah, Rahman, Râhiym, Azîz ve benzeri isimlerle adlandırılan yegane anlam ve manadır. Aziz ve celil olan tapılacak tek tanrıdır o.

– Fakat biz mahluktan -yaratılmıştan- başka şeyleri düşünüp algılamıyoruz ki! Akla gelebilecek herşey, sadece yaratılmış olanlardır; ötesini akıl idrak edemiyor zaten.

– Eğer böyle olursa tevhid mes"uliyeti bizden selbolur ve bu durumda Tevhidden sorumlu olmayız! Zira akla gelmesi mümkün olmayan, akla sığmayan bir şeyden sorumlu değiliz biz. Fakat duyu organları ve algılama yoluyla akla gelebilen, duyu ve duyguyla sınırlanan ve benzeri bir şeye kıyasla zihnimizde veya duyu organlarımızda belli bir şekil kazanan ve bu şekille tasavvuru mümkün olan şeylere mahluk -yaratık- diyoruz; yaratılmış olan şeylerin özelliğidir bunlar. Dolaysıyle, eşyanın yaratıcısını ispat etmek istiyorsak, iki ana sebepden ötürü onu eşyanın ispatından dışlamak gerekir, sebeplerin ilki nefy ya da red"dir. Ki, O"nu reddetmek, O"nun varlığına iptal çizgisi çekip inkar etmek demek olacaktır. İkincisi ise teşbih ya da benzetme"dir. Zira teşbih yahut benzerlik; birtakım maddelerin terkibiyle meydana geldiği açıkça belli olan yaratılmış maddelerin terkibiyle meydana geldiği açıkça belli olan yaratılmış şeylere özgü bir sıfattır. O halde yaratanın varlığına, yüce Allah"ın varlığına inanmak kaçınılmazdır. Reddi mümkün değil çünkü O"nun. Zira bütün mahlukat O"na muhtaçtır; herşey ancak yaratılmış olup, yaratıcı ise bunlartan -yarattıklarından- tamemen farklıdır. Bunlar -yarattıkları- gibi değildir O. Çünkü bunlar gibi olan, kendilerini meydana getiren bileşim ve terkiplerde de bunlara benzeyecek ve bunlar gibi, daha önceden var olmadığı halde sonradan var olması, meydana gelmesi gerekecektir. Mahlukat, bir oluşum evresinden geçmiştir; küçükken büyümüş, siyahken beyazlaşmış, güçlüyken güçsüzleşip zayıflamış ve burada hepsini saymamıza gerek olmayan daha birçok değişimlere uğrayıp halden hale girmiştir.

– Allah"ı ispat edecek olursan, aslında O"nun için belli bir sınır tanımış oldun demektir!

– Hayır. O"nun için asla bir sınır tanımış değilim; esasen sınır yoktur O"na. Aksine, O"nun varlığını ispat etmekteyim ben. İnkarla ispat arasında ise dağlar kadar fark vardır.

– Peki varlığı var mıdır O"nun?

– Evet. Esasen varlığından başka hiçbirşey ispat edilemez.

– Nitelik ve niceliği de var mıdır?

– Hayır. Nitelik ve nicelik, sıfat açısındandır. Bir şeyin nitelik ve niceliği, ancak onu ihata -iyice kavrama, belli bir sınır ve çerçeve tayin etme- yoluyla mümkündür. Tam olarak kavranamayan bir şeyin nitelik ve niceliğini nasıl anlatabiliriz? Allah Teala"nın ispatı konusunda şu iki cihetten uzak durmak gereki Red – O"nu yok varsayıp reddetmek-

Teşbin -O"nu başka şeylere benzetmek-

     Kim O"nu reddederse inkar etmiş, O"nun tanrılığını bilmezden gelerek varlığını ihtimal dışı bırakmış olur. Aynı şekilde, O"nu O"ndan başkasına benzeten de, tanrı ve yaratıcılığına layık olmayan mahlukat ve yaratıklarla denk kılmış olur O"nu. O halde O"nun için, kendisinden başkasının layık ve sahib olmadığı bir nitelik sözkonusudur. Hiçkimsenin kavrayamayacağı ve O"ndan başkasının bilemeyeceği bir şeydir bu.

– O -doğrudan doğruya- kendi varlığıyla, eşyayla temas halinde midir ve iş yapmakta mıdır?

– O, bir şey yapmak için doğrudan doğruya eşyayla bizzat temas kurmaz; bunun ötesinde bir yüceliğe sahiptir. Zira eşyayla bizzat temas halinde olmak -işlerini vücut ve uzuvlarıyla halletmek- mahlukata ait bir sıfattır. Yüce Allah"ın iradesi ise herşeyi kuşatıp kavramış durumdadır ve dilediğini iradesiyle yapar.[3]

———————————————————————————–

[1]- Usul-i Kafi, c s ikinci hadis/ Tevhid kitabından.

[2]- Usul-i Kafi, c sDördüncü hadis/ Tevhid"den.

[3]-Usul-i Kafi, c s