“Nefsin afeti dünyaya tutkun olmaktır.” Gurer’ul-Hikem, 3926 İmam Ali (a.s)

Kitap ve Sünnet Işığında Sahabenin Adaleti Görüşü

Kitap ve Sünnet Işığında Sahabenin Adaleti Görüşü

Ehli Beyt Öğretisi 4

Sahabe’nin adaleti bahsine başlarken önce sahabenin kim olduğunu ve sahabeyi teşhis etmekteki ölçünün ne olduğunu bilmek gerekir. Bu konuda ileri sürülen birbirinden farklı görüşlerde, savunulacak bir mantığa dayanmaktan çok, görüş sahibinin özel bir düşünce atmosferinden etkilenmesi, şahsi zevk ve tercihleri göze çarpmaktadır.

Tabiinden olan Said b. Musayyib sahabenin bir veya iki yıl Peygamber ile birlikte bulunan bir veya iki savaşta onunla birlikte savaşan kimse olduğunu söylemektedir.[1]

Eşaire fırkasının mütekellimlerinden olan Bakelani ise şöyle diyor: “Ümmet arasında yerleşen örfe göre sahabi, Peygamber uzun süre beraber olan kimsedir. Sadece birkaç saat Peygamberle kalan, Peygamber ile birlikte birkaç adım yol yürüyen ve hadis işiten kimse sahabi değildir.”[2]

Başkaları ise bu sınırları daha da genişletmiş ve sahabinin tanımında daha kolay bir ölçü zikretmişlerdir.

1- Ahmed b. Hanbel bu konuda şuna inanmaktadır: “Resul-i Ekrem (s.a.a)’in sahabesi, Peygamber’i bir ay veya bir gün veya hatta bir saat gören kimselerdir. [3]

Sahih’in sahibi Buhari ise şuna inanmaktadır: “Peygamber ile birlikte oturan veya onu gören kimseler, sahabe zümresinden sayılmaktadır.”[4]

Vakidi ise şöyle diyor: “İlim ehline göre buluğ çağında, günün belli bir saatinde de olsa Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) gören, Müslüman olan, bu dini kavrayan ve beğenen kimseler Peygamber’in ashabındandır.”[5]

İbn-i Hacer Askalani ise şuna inanmaktadır: “Sahabi iman üzere Peygamber’i gören Müslüman olarak dünyadan ayrılan kimsedir. Peygamber ile birlikteliği az olsun veya çok, Peygamber’den rivayet etsin veya etmesin, Peygamber ile birlikte savaşa gitsin veya gitmesin hiç fark etmez. Onu bir an gören ve onunla sürekli beraber olmayan veya hatta körlük gibi sebeplerden dolayı, onu görmeyen kimse de sahabidir.”[6]

Bu arada Rağib-i İsfahani ise, şuna inanmaktadır: “Sahabi Peygamber ile uzun süre birlikte bulunan kimsedir.”[7] Rağıb-i İsfahani’ye göre birliktelik ve arkadaşlık uzun bir süre yanında durmayı gerektirmektedir.

Bize göre de, Rağib-i İsfahani’nin görüşü kabul edilebilir bir görüştür. Elbette şunu da hatırlatmak gerekir ki sahabi ve sahabe sözcükleri hakkındaki bu tartışmalar bu kelimenin Salat, zekat, hac vb. terimler gibi dini bir terim olduğu anlamına gelmez. Bu terim Arapça’da kullanılan normal sözcüklerden biridir. Peygamber (s.a.a.)’den sonra, Ehl-i Sünnetteki sahabenin adil olduğuna dair bazı fikirlerden dolayı, bu kelimenin bir terim olarak üzerinde durulmuş ve anlamı tartışma konusu yapılmıştır.

Ehl-i Sünnet alimleri, kitapları ve kaynaklarına göre, bütün sahabeler adildir.

İbn-i Abdulbirr şöyle diyor: “Bütün ashabın adaleti sabittir.”[8]

İbn-i Esir-i Cezeri ise şöyle diyor: “Bütün ashap adil idi ve bunları adaletten düşürmek mümkün değildir.[9] 

Askalani ise şöyle söylemektedir: “Bütün Ehl-i Sünnet sahabenin adil olduğu hususunda aynı görüşe sahiptirler. Bu görüşe sadece az sayıda bid’at ehli muhalefet etmiştir.”[10] 

Bu görüşü inceleme hususunda şu birkaç nükteyi de göz önünde bulundurmanın faydası vardır.

Birinci olarak, sahabenin adaleti veya adaletsizliği hususunda tartışmaktan maksadımız İslam’ın öncüleri olan şahsiyetleri küçük düşürmek; kitap, sünnet ve siret şahitlerini iptal etmek değildir. Bizim asıl hedefimiz salihleri zalimlerden ve iyileri kötülerden ayırt etmektir. Böylece, din öğretilerini ve sünnet yollarını görüşlerine dayanarak istifade edeceğimiz sahabilerin hangi sahabiler olması gerektiği belli olur ve hangisinin bu hususta salahiyetli olduğu açıkça ortaya çıkar. [11]

İkinci olarak şu noktaya dıkkat etmek gerekir ki, bütün ashabı adil bilme görüşünün Müslümanlar arasında yaygınlaşmasına zemin hazırlayan nedenlerin biri de onların, İslam hareketinin öncüleri ve ilk tabakası sayılan kimselere karşı duyduğu dini duygularından kaynaklanmaktadır. Çok güçlü olan bu duygular çoğu zaman bu konunun gerçekçi bir yaklaşımla, deliller ışığında değerlendirilmesine engel olmaktadır.

Üçüncü olarak ashap yaş ve Peygamber’in varlığını anlama ölçüsü açısından oldukça farklı idiler. Pedagojik ilkeler açısından da onların rüşt, bilinç ve hidayetlerinin birbirinden farklı olması gerekir. Dolayısıyla adalet ve güvenirlik açısından da farklı mertebelere sahip olmuşlardır. Bu yüzden sadece Peygamber (s.a.a.) ile konuşmak ve birlikteliğin bir simya gibi vücut bakırını bir anda altına çevirmiş olması beklenemez. Çünkü Peygamber (s.a.a.), insanları mucize yoluyla onların ruhlarını etki altına alarak değil; normal metotlardan istifade ederek hidayete ulaşmaları için çalışmıştır. Peygamber bir simya gibi ilk karşılaşmada muhatabının şahsiyetini tümüyle değiştirmemiştir. Yoksa bunca zahmetlere katlanmasına bir gerek kalmaz ve bir mucizeyle herkesin bir anda mümin olması gerekirdi. İnsanların hidayetinde böyle bir şeyin vuku bulmadığı, Kur’an-ı Kerim’de defalarca vurgulanmıştır ve Peygamber’in sadece bir uyarıcı ve mesaj iletici olduğu açıklanmıştır. 

Pedagojik ilkeler esasınca da Peygamberin ashabı arasında yüce, orta ve aşağı makamlara sahip kimseler vardı. Bu gerçeğe Kur’an hadisler ve tarih de tanıklık etmektedir.

Sahabenin Kur’an’da bulunan sınıflandırmalarını ilgili ayetlerle birlikte inceleyeceğiz:

1- İlk Öncüler: “İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutturlar.” [12]

2-  Ağacın altında biat edenler: “Allah İman edenlerden, ağaç altında sana baş eğerek el verirlerken, and olsun ki hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir.”[13]

3-  Fakir muhacirler: “…Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir.”[14]

4-  Fetih Ashabı[15]: “Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun berâberinde bulunanlar, küfredenlere karşı sert, birbirlerine merhametlidirler.”[16]     

5- Tanınmış Münafıklar: “İkiyüzlüler sana gelince: “Senin şüphesiz Allah'ın peygamberi olduğuna şahadet ederiz” derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu, bilir…”[17]

6-  Gizli münafıklar[18]:  “Çevrenizdeki bedeviler içinde ikiyüzlüler ve Medineliler içinde de ikiyüzlülükte direnenler vardır. Onları siz değil, ancak biz biliriz.”[19] 

7- Hasta kalpliler: “İkiyüzlüler ve kalplerinde hastalık olanlar: “Allah ve peygamberi bize sadece kuru vaatlerde bulundular” diyorlardı.”[20]

8- “Casuslar: Aranızda savaşa çıkmış  olsalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve fitneye düşürmek için aranıza sokulurlardı. İçinizde onlara kulak verenler var. Allah kendilerine yazık edenleri bilir.”[21]

9-  Fasıklar: “Ey iman edenler! Eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın.”[22]

10-   İyiliği ve Kötülüğü karıştıranlar: “Savaştan geri kalanların bir kısmı da, suçlarını itiraf ettiler. Onlar iyi işi kötüyle karıştırmışlardı.”[23]

11-  Zayıf imanlılar:[24] “Bir takımınız da kendi dertlerine düşmüşlerdi. Haksız yere Allah hakkında, cahiliye zanlarına kapıldılar. “Bu işte bizim bir şeyimiz var mı?” diyorlardı.” [25] 

12-  Mümin olmayan Müslümanlar: “Bedeviler:  “inandık” dediler, de ki: “inanmadınız ama İslam olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi.”[26]

13- Muellefet’ül-Kulub (Kalpleri ısındırılanlar)[27]: “Zekâtlar; Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalpleri Müslümanlığa ısındırılacaklara verilir.”[28]

14- Düşmandan Kaçanlar[29]: “Ey iman edenler! Savaş için ilerlerken, küfredenlerle toplu halde karşılaştığınızda onlara arkanızı dönmeyin. Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan bir gazaba uğramış  olur.”[30] 

Sünnette de bir grup sahabenin dinden çıktığını haber veren bir çok hadisler vardır.

Örneğin: “kıyamet günü ashabımdan bir grup yanıma gelir, ama havuzdan kovulurlar, ben şöyle derim: “Ya rabbi! Bunlar benim ashabımdır!” Allah-u Teala ise şöyle buyurur: “Sen onların senden sonra neler yaptıklarını bilemezsin, şüphesiz ki onlar senden sonra geri dönüp dine sırt çevirdiler.[31] 

Bu hadislerin birinin sonunda ise şu ifadeler yer almıştır: “Onlardan sadece az bir grubun kurtulduğunu görürüm.”[32] 

Evet, peygamber (s.a.a)’in vefatından sonraki olayları ayrıntılarıyla inceleyince bir grup sahabenin hiçbir şekilde açıklaması mümkün olmayan yanlış davranışları göze çarpmaktadır.

Sonuç olarak sahabenin adaleti konusunda ifrat ve tefrite düşmeden orta yolu takip etmek en doğru inançtır. 

Merhum Seyyid Abdul Hüseyin Şerifuddin bu konuda şöyle diyor: “Kamiliye gibi bazı aşırı Şii gruplar peygamberin ashabına saldırarak, onlara hakaret etmektedirler. Bazı cahil insanlar da bu düşüncenin Şia’nın genel görüşü olduğunu sanmaktadırlar. Oysa İmamiyye Şia’sının bu konudaki görüşü orta yoldur. İmamiyye Şia’sı ne aşırı gidenler gibi tüm sahabelere dil uzatıp ifrata düşmektedir ve ne de Ehl-i Sünnet gibi tefrite düşmekte ve hepsini adil saymaktadır.”

Biz sadece Hz. Ali’nin taraftarı olan ashabı değil, hatta şüphe sebebiyle olaylarda bir kenara çekilen, hatta sulta ve kudret sahipleriyle onları desteklemek için değil İslami maslahatlar çerçevesinde uzlaşan ve onlarla birlikte hareket eden kimseleri de seviyoruz. Sadece münafıklardan ve Ehl-i Beyt’e karşı tavır alan ve onlara rağmen kendilerine bir yöntem ve yol takip eden kimselerden yüz çeviriyoruz.[33]

Bize göre, sahabenin şahsiyeti hakkında hüküm verebilmek içi şu birkaç temel ilkeyi göz önünde bulundurmak gerekir:

1-  Kesinlikle aksi ispat edilemediği müddetçe onların her türlü suçlamadan uzak olduğunu kabul etmeliyiz.

2-  Mümkün olduğu kadarıyla ashabın tutum ve davranışlarını doğru görmeli, şüphe ve ihtimal üzere hüküm vermemeliyiz.

3-  Ama, ashaba uymak ve tabi olma hususunda sırf sahabe adını taşıdığı için,  fasık ve şüpheli şahsiyetlere itimat edilmemelidir.Çünkü, Usul alimlerinin tabirince onlara tabi olmak “Mevzu ispat olmadan hükmün genelliğine sarılmak” demektir ve bu da doğru değildir.

4-  Ashabın tarihine bakmanın olumlu etkilerinden biri de, Peygamber (s.a.a.)’in zamanındaki büyük İslami hareketin sonuçlarını hatırlamaktır. Bu da Peygamber’in şahsına saygı ve çektiği zahmetleri taktir etmektir.

5-  Muteber tarihi şahitlerin de fısk, zulüm, taşkınlık ve nifakına tanıklık ettiği sahabeleri kınamak her Müslümanın en şer’i vazifesi ve doğal hakkıdır. Çünkü Allah için sevmek ve Allah için yüz çevirmek büyük bir ilahi farızadır. Ayetlerde açıkça vurgulandığı üzere her muminin vazifesi zalim ve sapıklardan uzak durmak ve onlardan uzak olduğunu bildirmektir.

“Ashabım Yıldızlar Gibidir” Hadisi

Bütün ashabın adil olduğuna ve sahabenin sünnetinin hüccet sayıldığına inananların delillerinden biri de, “Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uysanız doğru yolu bulursunuz” hadisidir. Bu yüzden:

“Ashabım yıldızlar gibidir” hadisinin senedini kısaca inceleyeceğiz:

Bu hadis, Ehl-i Sünnet hadis, rical ve tercim alimlerinin çoğunun zayıf saydığı hadislerden biridir, bunun delili ise aşağıda yer almıştır:

1-  Şemsuddin Zehebi, Mizan’ul İtidal’da, İbn-i Hacer Askalani, Lisan’ul-Mizan’da, Kadı Cafer bin Abdulvahid Haşim’in Hal Şerh’inde, “Ashabım yıldızlar gibidir” hadisini naklederek bu hadisin bu ravinin belalarından biri? olduğunu ifade etmektedir. Bu şahıs hakkında Dar-u Kutni şöyle diyor: “Bu şahıs” asılsız hadis rivayet etmektedir. Ebu Zer’a ise şöyle diyor: “Bu şahıs aslı olmayan çok sayıda hadis rivayet etmiştir.” İbn-i Adiyy ise şöyle diyor: “Bu şahıs gerçeklerle ilgisi olmayan uygunsuz hadisleri güvenilir kimselere isnat etmektedir.”[34]

2-  Zehebi El-Muntaka’da şöyle demektedir: “Bu hadis, hadis ehlinin ortak kararıyla reddedilmiştir.”[35]

3-  İbn-i Teymiye-i Dimeşki şöyle diyor: “Ashabım yıldızlar gibidir” hadisini, hadis alimleri zayıf saymıştır ve hiçbir hücciyeti (delili) yoktur.

4-  İbn-i Hazm-i Zahairi ise şöyle diyor: “Bu hadis uydurulmuş yalan ve batıl bir hadistir.”

Ahmet bin Hanbel ise şöyle diyor: “Bu hadis doğru değildir.”

Bezzar ise şöyle diyor: Meşhur bir hadistir ama senetleri zayıftır.

Beyhaki de bu hadisin senedinin zayıf olduğunu söylemiştir.[36] 

5-  Buhari ve Müslim gibi Ehl-i Sünnetin birinci elden hadis kaynaklarından hiç birisi bu rivayeti nakletmemiştir.

Şimdi soruyoruz: “Görmezlikten gelinmesi mümkün olmayacak derecede senet problemi olan ve bir çok ricalin sıhhatini kabul etmediği bir hadisi nasıl olur da önemli bir inancın temeli sayabilir ve bu hadise dayanarak sahabenin sünnetinin de hüccet olduğunu ispat edebiliriz?[37] 

Bu hadisin delalet hususunda var olan bir takım problemlerine aşağıda değinilmiştir:

Birinci olarak bu hadisin bizzat metni, Peygamber’den geldiğini yalanlamaktadır. Zira gökteki bütün yıldızlar ne denizde ve ne de karada insana yol göstermemektedir. Onlardan sadece bazıları, örneğin Kutup yıldızı gibi bazı yıldızlar, insana yol ve yönü bulmada yardımcı olabilir. Bu yüzden, Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Ve belki yolunuzu bulursunuz diye yollar ve işaretler meydana getirmiştir. Onlar o yıldızla da yollarını bulurlar.”

İkinci olarak nasıl olurda bütün sahabe bize yol gösterici ve kılavuz olabilir. Oysa onların sayısız yanlışlıkları Kur’an , kesin sünnet ve tarihle sabittir.

İbn-i Kuddame bin Maz’un Bedir ashabından ve İslam’ın öncülerinden olduğu halde şarap içmiş ve Ömer de ona had uygulamıştır.[38] 

Talha bin Hüveylit ve Müseyleme dinden çıkıp peygamberlik iddiasında bulunmuşlardır.

Busr bin Ertat gibi sahabeden bazıları elini yüzlerce masum ve günahsız kanlara bulaştırmıştır. Aynı adam Yemeni yağmalayınca orada Hz. Ali (a.s)’ın valisi olan Ubeydullah bin Abbas’ın iki küçük çocuğunu feci bir şekilde katletmiştir.[39]

Üçüncü olarak sahabenin görüş, davranış ve tutumlarındaki bunca çelişkiler yumağına rağmen, nasıl olur da, Şari-i Mukaddes, bizleri onların bu çelişkiler dolu görüş ve davranışlarında onlara uymamızı  isteyebilir? Ümmetinin görevini belirlemede nasıl onları böylesine bir şaşkınlığa düşürebilir?[40] Acaba bu, herkesin istediği bir yola uyması ve artık din adına bir ölçünün kalmamasını ifade etmez mi?

Dördüncü olarak, eğer bütün ashabın adil olduğu görüşünü kabul edecek olsak bile, sadece onların bilerek hata işlemediğini kabul etmiş sayılırız. Bu ise onların tüm içtihatlarının doğru olduğu anlamına gelmez. Bu yüzden de sahabenin adil olduğunu söyleyenler aynı zamanda sahabenin bazen içtihatlarında hata ettiğini de ifade etmişlerdir. O halde hata etmesi mümkün olan bir insan nasıl olurda kıyamete kadar insanların dini kaynağı sayılır; söz, fiil ve takrirlerinin şer’i ve ilahi hükümlere uygun olduğu düşünülebilir? Ümmetin ve müçtehitlerin, onların sünnetinden şer’i bir kaynak olarak istifade etmeleri nasıl zorunlu olabilir?

İbn-i Hazm’e Göre Sahabilerin İctihadı

İbn-i Hazm şöyle diyor:

“Ümmet arasında Abdurrahman b. Mülcem’in, Ali’yi (Allah ondan razı olsun) kendi tevil ve içtihadı üzerine doğru yaptığından emin olarak öldürdüğü hususunda hiçbir ihtilaf yoktur.

Biz Muaviye’nin ve onunla birlikte olanların da hatalı olduğuna, ama içtihadları sebebiyle mükafatlandırılacağına inanıyoruz.

Şüphesiz ki kan meselelerinde de içtihat etmişlerdir. Fitneye düşürülmüş insan (İbn-i Mülcem) da fetva vermiştir. Fetva verenler arasında kimisi sihirbazın öldürülmesine fetva vermiş, kimisi köle bir insana karşılık hür bir insanın kısas edilebileceğine fetva vermiş, kimisi de buna fetva vermemiştir. Kimisi kafire karşılık müminin öldürülebileceğine fetva vermiş, kimisi de bunu caiz görmemiştir. Bu içtihatlar ile Muaviye, Amr ve diğerlerinin içtihatları arasında hiçbir fark yoktur.

Ammar’ı (Allah ondan razı olsun) da Ebu’l Gadiye katletmiştir. Ebul Gadiye bu katlinde tevil de bulunmuş, içtihat etmiş, hataya düşmüş, isyana duçar olmuş ama yine de bir mükafat görecektir.

Bu cinayet Osman’ın öldürülmesi gibi değildir. Zira Osman’ın katlinde, içtihat için hiçbir durum söz konusu değildi. Çünkü Osman ne birini öldürmüş, ne harp etmiş, ne savaşmış, ne savunmuş, ne evlendikten sonra zina etmiş ve ne de dininden çıkmıştır. Dolayısıyla Osman’ı öldüren fasık ve isyankar bir savaşçıdır.  Bilerek haram bir kan dökmüştür. Bunun hiçbir tevili yoktur. Zulüm ve düşmanlıkla bu cinayeti işlemiştir. Osman’ı öldürenler fasık ve mel’undur.”

İbn-i Hazm’ın yukarıda iddia ettiği hususlar şöyle özetlenebilir:

1-  Bütün ümmetin icması üzere, Abdurrahman bin Mülcem, Ali (a.s)’ı kendi içtihadı üzere katletmiş ve ondan dolayı da bir sevaba erişeceğini zannetmiştir.

2-  Muaviye ve adamları da kendi içtihatlarında hata yapan ve netice olarak da bir sevaba erişecek olan müçtehitlerdir.

3-  Muaviye ve adamlarının içtihadı sihirbazın katledilmesi, köleye karşılık hür bir insanın kısas edilmesi ve kafire karşılık müminin katledilmesi gibi ihtilaflı konularda alimlerin yaptıkları içtihatlar gibidir.

4-  Ammar bin Yasir’i öldüren Ebu’l Gadiye de hata eden ama yine de bir mükafat görecek olan bir müçtehittir.

5-  Osman’ı öldürenlerin bu işlerinde hiçbir özürleri yoktur. Onları müçtehit olarak adlandırmak doğru değildir. Çünkü Osman’ı hiçbir suçu olmadan öldürmüşlerdir.

İbn-i Hazm’ın İddialarının Değerlendirmesi

İlk önce aşağıdaki birkaç nükteyi hatırlatmak gerekir.

1-  Şeriat alimleri ve fakihler nazarında içtihat, bütün şer’i hükümlere delilleri esasınca ulaşmak için tüm gücünü ortaya koymaktır.

2- İçtihat ilmi bir metot ve şer’i hükümlere ulaşma yolu olduğu için, müçtehit ancak, bir takım şartlara sahip olduğu taktirde bu iş için ehliyet sahibi olmaktadır. Bu şartlardan bazısı şunlardır:

– Müçtehit doğru bir niyete ve güzel bir hedefe sahip olmalıdır.

– Kitap ve Sünnet gibi şer’i hükümlerin kaynak ve delillerini yeterli ölçüde bilmelidir.

-Şer’i hükmü elde etmek için bütün güç ve imkanlarını kullanmalıdır.

-Her meseledeki hükmü, şer’i kaynaklar ve Kur’an ile sünnete dayanan delillere müracaat ederek sonuca varmalıdır.

3-  İçtihat, sadece hükmü belirli olamayan hususlarada caizdir. Esasen içtihat, nassın (açık şer’i bir delilin) olmayışı veya nassın olup ama anlamında bazı yönlerden şüphe içermesi, ya da iki nassın birbiriyle çelişmesi veya o konunun yeni ortaya çıkması gibi sebeplerden şer’i hükümde belirsizlik olduğu zamanlarda, genel kaideler çerçevesinde ilmi yönden ehliyete sahip takvalı bir kimsenin şer’i hükmü anlamaya çalışmasına ve bu çalışma sonucu ortaya konan görüşe denir. Ortada bir şeyin şer’i hükmünü belirleyen açık bir nass yani şer’i delil var ise, o konuda kendine göre görüş ortaya koymak fasıklık kafirlik alameti sayılır. Makale birlikte bu tür içtihadın caiz olduğuna dair asla bir delil yoktur. Hatta Kur’an ve hadislerdeki kesin deliller bu tür içtihadın haram olduğunu göstermektedir.

4- İslami mezhep fakihlerinin, ittifak halindedirler ki müçtehit ve müftü ehliyet sahibi olduktan ve gerekli liyakate sahip olduktan sonra her hangi bir konuda içtihatta bulunursa gerçeklere mutabık bir şekilde fetva vermiş ise iki sevap elde eder ve eğer gerçeklere ulaşamaz ise, bir sevap elde eder. Her haliyle o mazurdur.

5- İlmi ve ileri seviyede içtihat, mezheplerin ortaya çıktığı yıllarda kullanılmakla beraber sade şekliyle içtihat, sahabe döneminde de görülmüştür.

Maalesef görüldüğü gibi bazen bu kavram tam tersine ve yanlış tabirler ile ifade edilmiştir. Bazı Ehl-i Sünnet alimleri ve fakihleri, tarihi ve siyasi telkinlerin etkisinde kalarak, ashaptan bazısının tevil edilemez ve mazur görülemez davranışlarını bu tabirle tevil etmeye çalışmış ve çirkinliklerini örtmek için uğraşmıştır. Başka bir tabirle şer’i hükümler ile açıkça çelişen ve ilahi olmayan niyetlerden, heva ve hevesten kaynaklanan bir takım hükümler, davranışlar ve görüşler içtihat olarak ortaya konmuştur. Dolayısıyla da, Ali (a.s.)’ın katili İbn-i Mülcem, Ammar b. Yasir’in katili Ebu’l-Gadiye gibi kimseler de müçtehit olarak adlandırılmıştır. Özetle birbiriyle uyuşmayan birbirinden tamamen farklı olan şu iki yöntemin her ikisi de, içtihat olarak adlandırılmıştır:

1-  Şer’i kaide ve naslar esasınca, şer’i görevini ve hükmün esas manasına ulaşmak için ciddi ve halisane bir şekilde çalışmak.

2-  Kitap ve sünnete muhalif, şeriata aykırı ve çelişkili hükümleri getirmek için zalimce ve heva ve hevesine uymak için ortaya konulan tavır ve görüşler.

İbn-i Hazm’ın İçtihat Olarak Adlandırdığı Konularla İlgili Açıklama:

A- Muaviye’nin içtihatta bulunması: Muaviye’nin saltanatı döneminde yapmış olduğu işleri kısaca sıralayabiliriz:

1) Muaviye sahabenin ve halkın çoğunun biat ettiği ve Müslümanların meşru halifesi olan Hz. Ali (a.s)’a biat etmekten kaçınmış ve Hz. Ali (a.s.)’ın hilafetini ortadan kaldırmak için büyük bir çaba göstermiştir. Oysa Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: “Her kim Müslümanların önderine itaatten el çekerse kıyamette hiçbir hücceti olmadığı halde Allah’la mülakatta bulunur ve biat etmeyen kimse cahiliye üzere ölür.[41]

2) Muaviye, Müslümanların meşru devletine karşı, başlatmış olduğu savaşın neticesinde binlerce Müslüman insanın kanını dökmüş Müslümanların gücünün büyük bir bölümünü heba etmiştir.

Hangi mantıkla Müslümanların önderinin aleyhine kıyam etmeyi, sahtekarlıkla halkı aldatmasını ve savaşa sürüklemesini içtihat olarak değerlendirmek mümkündür. Hem de, Peygamber (s.a.a)in onun hakkında: “Seninle savaşan benimle savaşmıştır ve seninle uyum sağlayan benimle uyum sağlamıştır” buyurmuş olduğu Ali (a.s.) gibi alim bir insana karşı savaşmak nasıl açıklanabilir?

3) Muaviye toplumsal emniyeti yok etmek ve İslam devletini zayıflatmak için Müslüman beldelere Busr b. Ertat ve Zahhak b. Kays gibi cellatları göndermiş, binlerce günahsız insanın kanını döktürmüş ve tarihte eşine az rastlanır cinayetler işletmiştir.[42] Oysa Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin aleyhine kıyam eden, iyisine ve kötüsüne zarar veren mümini kendi haline bırakmayan ahd ve sözüne vefa göstermeyen kimse benden değildir. Ve ben de ondan değilim.”[43]

4) Muaviye hile yoluyla kendi makamı için tehlikeli gördüğü Malik bin Eşter ve Muhammed bin Ebu Bekir gibi sahabileri şehit etmiştir.

5) Muaviye İmam Hasan (a.s.) ile anlaştıktan sonra imzalamış olduğu anlaşmayı namertçe çiğnedi ve asla sözünde durmadı. [44]

6) Muaviye başa geçince kini yüzünden, tüm minberlerde hutbelerde ve namazların kunutlarında İslam’ın ikinci büyük şahsiyeti olan Ali (a.s)’a beddua ve kötü sözler söylenmesini emretti.[45] 

Oysa haksız yere lanet etmek dinde haramdır ve aşağılık ve düşük insanların işidir.[46] Peygamber (s.a.a.): “Her kim Ali!’ye söverse bana sövmüştür”[47] diye buyurmuş ve Ali (a.s.)’a dost olmayı imanın göstergesi, düşman olmayı ise nifakın  ve iki yüzlülüğün alameti saymıştır.[48] Ama Muaviye Kur’an’ın beyanı üzere kafirlere bile söylenmemesi gereken sözleri [49] dünyadaki insanların en şereflisine söylemekten çekinmemiştir.

7) Aynı zamanda Hucr bin Adiyy, Amr bin Hamk-i Huzai gibi, ashabın büyüklerini -sadece Ali (a.s.)’a lanet etmedikleri için- mazlum bir şekilde şehit etmiştir.[50]

8) Muaviye, Ziyad bin Ebih, Muğire bin Şu’be, Semere bin Cündeb ve benzeri aşağılık insanlara bazı bölgelerin yöneticiliğini verdi ve onlar vasıtasıyla Ali (a.s.)’ın taraftarlarını baskı altında tutarak binlercesini katletti.

9) Muaviye İslami hilafeti veliahtlığa dayanan saltanata çevirdi. Yezid gibi fasık oğlunu geçirmek için ashaptan zorla bıdat aldı.[51]

10) Muaviye büyük imkanlar harcayarak ve sayısız paralar vererek bir grubu Ali (a.s.)’ın aleyhine ve halifelerin menfaatine yarayan hadisler uydurmaya zorlardı.[52] Acaba yukarda saydığımız hususların hangisini müçtehitlerin içtihatları çerçevesinde görmek mümkündür.

B- Ammar’ın Katilinin İçtihadı:

 Ammar bin Yasir:

Peygamber (s.a.a.)in onun hakkında ‘İnsanlar ihtilafa düştüğünde Sümeyye’nin oğlu (Ammar bin Yasir) hak iledir’ buyurduğudeğerli sahabelerinden biridir. [53]

Peygamber (s.a.a.) aynı zamanda ona kimler tarafından şehit edileceğini bildirerek “Seni azgın ve zalim bir grup öldürecektir buyurmuştur”.[54]

Daha sonra şöyle buyurmuştur: “Her kim Ammar’a düşman olursa Allah’a düşman olmuştur. Her kim ona kinlenirse Allah’a kinleşmiştir”.[55] 

Peygamber (s.a.a.)’in Ammar’ın katilinin de ateşte olacağını söylemesine rağmen.[56]

nasıl olurda müçtehit sayabilir ve niyetinin iyi olduğunu ifade edebiliriz. Oysa Peygamber böyle bir şahsı Allah’ın düşmanı ve cehennem ehli olarak kabul etmiştir.[57]

C- İbn-i Mülcem’in içtihadı

İbn-i Mülcem’de Nehrevan Haricilerinden olup, Peygamber (s.a.a.)’in haklarında şöyle buyurduğu kimselerdendir: “Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar.”[58]

Ali ( a.s ) da onlar hakkında şöyle buyurmuştur:

“Artık benden sonra Hariciler ile savaşmayın, çünkü hakkı aradığı halde hata eden kimse batılın peşice gidip ona ulaşan kimse gibi değildir”.[59]

Bu söz esasınca Nehrevan’da toplanan Hariciler zahiren hakkın peşinde idiler ama görüşlerinde hata etmişlerdi. Ama Muaviye ve ashabı batılın peşine düşen çirkin kalpli kimselerdi. Ancak buna rağmen, cehaletleri yüzünden Hariciler gibi batıl yola düşmüş kimselerin hatalarını da içtihat olarak adlandırmak mümkün değildir.

Özellikle de Müslümanların imamı, muttakilerin önderi, Peygamberin küçük değerli emaneti ve eşsiz nurlu cevheri olan Ali (a.s) gibi birini öldürmeyi içtihat olarak kabul etmek mümkün değildir. Çünkü Ali (a.s)’ın faziletleri her kes tarafından bilinmekte ve bir çokları bizzat Peygamber (s.a.a)’den Hz Ali’nin katilinin, “sonrakilerin en kötüsü”, “İnsanların en kötüsü”, “bu ümmetin en kötüsü” olduğunu duyarak,  nakletmişlerdi.[60] Eğer İslam’ın bu büyük önderini öldürmeyi de bir içtihat olarak kabul edecek olursak o zaman bütün peygamberlerin evliyanın ve salihlerin katlinin yapmış olduğu işi de içtihat olarak adlandırmamız gerekir.

D- Osman’ın katlinin içtihat olmadığı

Osman’ın öldürülmesi halktan büyük bir kısmının ve bazı sahabilerin halife ve etrafındakilerin kötü davranışlarına itiraz üzerine gerçekleşmiştir. Osman’ın Beytu’l-Mal hakkındaki tasarrufları ve Emevilere her istediklerini yapmaya dair serbestlik vermesi vb. işlerine rağmen neden onun öldürülmesinin bir içtihat olarak kabul edilmesi imkansız kabul ediliyor.[61] 

Son olarak şu noktayı hatırlatalım ki, İbn-i Hazm’ın anlayışındaki içtihadın sınırları o kadar geniştir ki dinin apaçık hükümleriyle apaçık oynamayı meşru kılmaktadır. Bu da din adına her türlü cinayetin sadece bir içtihat adıyla yasal olduğu anlamındadır. Oysa ki içtihat dinin çerçevesinde ve dini anlamak için kurulan bir müessesedir.

 İçtihadın tek görevi belirsiz olan hükümleri genel dini kaideler çerçevesinde açıklamaya çalışmaktır. İçtihat dinin apaçık hükmü olduğu yerde temelden geçersizdir ve asla meşru değildir. Nassa karşı içtihat dini inkar etmeyi gerektirdiğinden o dine inanmamanın ve kafirliğin alameti sayılır. Kur’an, Yahudilerin dinlerindeki apaçık hükümlerine karşı yorumlar getirip o hükümleri örtülü bir şekilde ihlal etmeye çalışmalarını çeşitli ayetlerde onların dini alay etmelerinin ve imansızlıklarının alameti olarak değerlendirmiş ve kınamıştır. Örneğin Cumartesi günü balık tutmaları haram edenlerin tevil yoluyla bu işe başvurmaya kalkışmaları onların Allah tarafından maymunlar suretine dönüştürülmelerinin gerekçesi olarak açıklanmıştır. Bu tür içtihat gerçekte meşru olan içtihatla bir alakası yoktur. Kur’an’ın tabiriyle sözleri tahrif etmekten başka bir şey değildir.   

İbn-i taassubu yüzünden kendini bağımlı kıldığı Muaviye vb. kimselerin işlerini meşrulaştırmak için nasıl dini alay konusu etmekten ve dini korumak için oluşturulan içtihat gibi kurumları dini yıkmaya vesile yapmaktan bile çekinmiyor.

 

 

 


[1] – Ayetullah Süphani’nin el-Milel ve’n-Nihel kitabından naklen 1/192

[2] – a.g.e.

[3] – a.g.e.

[4] – a.g.e.

[5] – a.g.e.

[6]El-İsabe fi temyiz’is-Sahabe-i Askalani, 1/10

[7]Mufredat-ı Rağıb, “Sahibe” maddesi

[8]İstiab, el-İsabe haşiyesinde 1/2

[9]Usd’ul-Gabe fi Me’rifet’is-Sahabe, 1/4

[10]El-İsabe, 1/7

[11] –  Elh-i Sünnet’in güvenilir ravilerinden biri olan Ebu Zer’a ateşli bir beyanatta bulunarak Peygamber’in ashabını kınayanları zındık diye adlandırmaktadır. Ona göre ashabı kınayanlar şahitleri adaletsiz göstermeye çalışmakta ve neticede ise kitap ve sünneti iptal etmektedirler. (el-İsabe, 1/18’e müracaat ediniz.)

[12] – Tevbe/100

[13] – Fetih/18

[14] – Haşr/8

[15] – Şu gerçekte göz önünde bulundurmalı ki öven ve sena eden bütün ayetler din üzerine sebat göstermek ve selametin devamı olduğu taktirde geçerlidir. Yoksa Allah bir grubun saadetinin ebedi olarak garantilememiştir. Zira bu Allah’ın hikmeti ve yaratılış sünnetine de aykırıdır. Allah ismet makamını sadece Peygamberlere ve Ehl-i Beyt imamlarına özgü kılmıştır. Bu gerçeğin iyice anlaşılması için Fetih süresinde Kim ahdini bozarsa…” ayetini dıkkate almak yeterlidir. Çünkü bu Sure’de bir yandan ağacın altında biat eden iman sahipleri övülürken bu ahdin üzerinde kalmanın önemi vurgulanarak bu ahdi bozanların Allah’a değil, kendilerine zarar verecekleri açıklanmıştır.

[16] – Feth: 29

[17] – Münafıkun: 1

[18] – Kur’an bir çok sure ve ayetlerde defalarca münafıkları zikretmiştir. Bu da gösteriyor ki, bu grup, zikre değer bir gruptur. Aksi taktirde az sayıda insan için bunca söz yersiz olurdu.

[19] – Tevbe: 101

[20] – Ahzap: 12

[21] – Tevbe: 47

[22] – Hucurat: 6

[23] – Tevbe: 102

[24] – Ayetin maksadı Uhut’taki yenilginin ardından büyük bir korku ve şüpheye düşüp kalplerinde cahili düşüncelere kapılan zayıf imanlılardır. Şüphesiz  Kur’an’ın açıkça da belirttiği gibi  peygamberin ölüm haberini duyunca büyük bir ümitsizliğe kapılarak kaçmışlardır.

[25] – Al-i İmran: 154

[26] – Hucurat: 14

[27] – Kalpleri ısındırılanlardan maksat ise İslâm’ı savunmak için yeterli bir hedefe sahip bulunmayıp ülfet ve sevgi oluşsun diye kendilerine zekat verilen zayıf imanlı kimselerdi.

[28] – Tevbe: 60

[29] – Bu ayet-i şerifede bir taktik olmadığı durumlarda düşman karşısından kaçış şiddetle kınanmıştır. Bazı sahabeler savaşların zor sahnesinden korkmuş ve düşman karşısından kaçmışlardır.

[30] – Enfal: 15-16

[31]Cami’ul-Usul, 11/120, 7973.hadis, bu konudaki diğer rivayetleri görmek için ise Buhari, Maide suresinin tefsiri, Bab-u vekünte aleyhim şehiden; Tirmizi, Ebvab-u sıfeti’l Kıyameh, Bab-u Macae fi’l-Haşr; Müslim, Kitab’ul-Fezail, Bab-u isbat-i havz-i nebiyyina ve diğer kaynaklara müracaat ediniz.

[32]Cami’ul-Usul, 11/121,

[33] – Peygamber (s.a.a.) büyük ashabının yüce makamını derk etmek için Sahife-i Seccadiye de yer alan imam Seccad (a.s.)’ın dördüncü duasını okuyunuz.

[34]Lisan’ul-Mizan, 2/149-8

[35]Nezeriye-i Adalet-i Sahabe, Ara-i ulema’il müslimin fit-takiyyeti ve’s-Sahabe/92

[36]El-muvafakat, 3/56-57’de doktor Abdullah Derraz’ın bu hadis hakkında düştüğü dipnota müracaat ediniz. Ayrıca lisan’ul-Mizan, 2/148 ve 159, dipnot

[37] – Nitekim Şatib-i sahabenin sünnetinin hüccet olduğunu ispat etmek için bu hadise istinat etmiştir. el-Muvafakat, 3/54’e müracaat ediniz.

[38]Usd’ul-Gabe, 4/199 ve sahabenin halini şerh eden diğer kitaplara müracaat ediniz.

[39] – Busr bin Ertat’ın cinayetlerini Tarih-i Taberi, 6/77-81, Kamil’ut-Tevarih, 3/162-167, Tarih-i İbn-i Asakir, 3/222, el-İsabe, 3/9 ve diğer kaynaklarda araştırınız.

[40]Usd’ul-Gabe, 4/199 ve sahabenin halini şerheden diğer kitaplara müracaat ediniz.

[41]Sahih-i Müslim, 6/22 ve Sünen-i Beyhaki 8/156

[42] – Busr b. Ertat ve diğerlerinin cinayetlerini Tarih-i Taberi 6/77-81, Kamil-i İbn-i Esir 3/162-167, Tarih-i İbn-i Esakir 3/222, el-İsabe 3/9 ve İstiab 1/65-66 ve benzeri kaynaklarda görebilirsiniz.

[43]Müslim, 6/21, Müsned-i Ahmet, 2/296,

[44]En’nas ve’l-İçtihad 515-518

[45]Şerh-u Nehc’il Belağa, 4/56 ve diğer kaynaklar.

[46] – Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn-i Mace, Nesai ve diğerleri, Peygamber (s.a.a)’ten şöyle rivayet etmişlerdir: “Müslüman’a sövmek fısktır.” Tirmizi ise şöyle rivayet etmiştir: “Mümin asla lanet etmez.” El-Gadir 10/267’e müracaat ediniz.

[47]Müstedrek-i Hakim…121, Tarih-i İbn-i Esakir, 2/184, Hesais-u Nesai/24, Menakib-i Harezmi/82 ve 91,

[48] – Bir Grup ashabın nakletmişlerdir ki Peygamber Ali’ye şöyle buyurmuştur: “Ey Ali seni ancak mümin sever ve ancak münafık sana buğz eder.” (Tirmizi, 5/306, Hasais/27, Sünen-i Nesai, 8/116, Tarih-i İbn-i Esakir, 2/188 ve diğer bir çok kaynaklar.

[49] – Hatta Allah-u Teala Kur’an da kafirlere bile sövmemeyi emretmiştir: “Allah'tan başka yalvardıklarına  sövmeyin ki onlar da bilmeyerek  aşırı gidip Allah'a sövmesinler.”(En’am/104)

[50]Tarih-i Taberi, 6/141-156, İbn-i Esakir, 4/84, Eğani-i Ebu’l Ferec, 16/2-11

[51]İsti’ab, 1/142, İbn-i Kesir, 8/79, El-İmame ve’s-Siyase, 1/138-142, Tarih-i Taberi, 6/170

[52]Şerh-u Nehc’ul Belağa, 57. Hutbe, 4/57

[53]Tertib-i Cem’ul-Cevami-i suyuti, 6/184

[54]Buhari, Kitab’us-Salat, Bab’ut-Taavun, fi-binail Mescid, Müslim, kitab’ul fiten, bab-u la tekumu es-sae ve Tirmizi /2 Bab-u Menakıb-i Ammar

[55]Müsned-i Ahmed, 4/89, Müstedrek-i Hakim, 3/391, ve Tarih-i Bağdat, 1/152

[56]El-Müstedrek, 3/387 ve El-İsabe, 4/151,

[57] – Eb’ul Gadiye kendi döneminin karanlık kişilerinden biridir. Ondan sadece, “Kanlarınız ve mallarınız (birbirinize) haramdır.” Ve “Benden sonra kafir olup birbirinizin boynunu vurmayın.” Hadisleri nakledilmiştir. Gerçekten çok ilginçtir o bu sözü duyduğu halde Amamr’ı katletmiştir. (el-İstiab, 2/680 ve el-İsabe, 4/150)

[58]Buhari, Kitab-u bed’il-halk, bab-u alamat’un-Nübüvveh, Müslim, Kitab’uz-Zekat, Bab’ut-Tahris, ala katlil Havaric.

[59]Nehc’ul-Belağa

[60]Hesais-u Nesai/39, Müsned-i Ahmed, 4/262, Müstedrek, 3/140 ve Tarih-i Bağdat, 1/135.

[61] – Sihah sahihleri şu hadisi Peygamber (s.a.a)’ten rivayet etmişlerdir ki Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın resulü olduğuma şahadet eden bir Müslüman’ı şu üç sebep dışında öldürmek helal değildir: Zina eden evli kimse birini öldüren katil, cemaatten ayrılan ve dinini terkeden kimse.” Böylece en azından Osman’ın katillerinin de bu nas karşısında içtihat ettikleri söylenebilir.