Ya Fatıma, kıyamet günü bütün gözler ağlayacaktır; Hüseyin’in musibetlerine ağlayan göz hariç; o göz sevinçli olur ve cennet nimetleri ile müjdelenir. Bihar-ul Envar, c.44, s.292 Hz. Muhammed (s.a.a)

Hakkı İnkâr Etmenin Nedenleri

Hakkı İnkâr Etmenin Nedenleri

 

 

Allah-u Teala rahmet, hikmet ve adaletinin bir gereği olarak insanları yarattıktan sonra, onları başıboş bırakmamış, onlara doğruları, hak ve hakikati gösterecek ve yaratılış hedefine doğru hidayet edecek peygamberler, kılavuzlar göndermiştir. Ne var ki, bu ilâhî davetlere insanların bir kısmı icabet ederken, diğer bir kısım ret ve inkâr yoluna gitmiş ve bu inkârlarını sonuna kadar sürdürmüşlerdir.

İlk bakışta belki bu inkârcıların hepsinin inkârlarının aynı neden veya nedenlerden kaynakladığı düşünülebilir. Oysa konuyu tarihî veriler ve Kur’ânî açıklamalar ışığında incelediğimizde, durumun hiç de öyle olmadığını ve inkâr hareketinin birden çok nedeninin bulunduğunu, bazı inkârcılarda bunlardan hepsinin bir parça etkili olduğunu, bazılarında ise, bu nedenlerden bazısının etkili olup ağır bastığını görüyoruz.

Bu kısa çalışmada konuyu Kur’ân perspektifinden ele alıp, inkâr olgusunun çeşitli nedenlerini incelemeye çalışacağız.

Bu nedenlerin iyi ve yerinde tespit ve tahlil edilmesi, insanlık tarihinde vuku bulan olayları daha sağlıklı anlamımızı ve tahlil etmemizi, dolayısıyla kendimiz ve günümüz için gereken dersleri, ibretleri çıkarmamızı sağlar.

Bu çalışmada, konuyu Kur’ân ayetlerine dayanarak işlemeye çalışacağız. Hakkı inkâr nedenlerini 18 başlık altında sunabiliriz:

1- Cehalet:

“Hayır, onlar bilgileriyle kavrayamadıkları, tevili de kendilerine hiç gelmemiş olan bir şeyi yalan saydılar. Bunlardan önce gelip geçenler de yine böyle inkâr etmişlerdi; ama bak zalimlerin akıbeti nasıl oldu!”[1]

2- Araştırmamak, Aklı Kullanmamak:

“…Haydi müjdele kullarımı. O kullarımı ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. İşte temiz akıllılar da onlardır.”[2]

“Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kişinin iman etmesi mümkün değildir. Akıllarını kullanmayanlar üzerine Allah bir uğursuzluk yükler.”[3]

“Onlar Kur’ân’ı düşünmezler mi? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?”[4]

“Onlar hâlâ Kur’ân’ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.”[5]

“Bu, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır ki, insanlar onun ayetlerini düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar.”[6]

“…Düşünürseniz, biz size ayetleri açıkladık.”[7]

“…İşte biz, düşünecek bir kavim için ayetleri böyle açıklıyoruz. Fakat zulmedenler, bilgisizce hevalarına uydular. Artık Allah’ın şaşırdığını kim yola getirebilir?! Onların yardımcıları da yoktur.”[8]

“Rablerini inkâr edenler için cehennem azabı vardır. Ne kötü gidilecek yerdir orası! Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara: ‘Size korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi?’ diye sorarlar. Derler: ’Evet, bize uyarıcı geldi; ama biz yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz.’ dedik. Ve derler ki: Eğer biz dinleseydik yahut düşünüp anlasaydık, şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık!”[9]

“Ey iman edenler! Eğer fasıkın biri size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınızdan pişman olursunuz.”[10]

Birçoğumuz belki de hakkı inkârın asıl nedeninin bilgisizlik olduğunu zannedebiliriz. Elbette bazen bu da bir gerekçe olabilir. Hz. Ali’nin de (a.s) buyurduğu gibi: “İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdırlar.”

Ama bu oldukça nadir bir durumdur. Elbette bilgisizlik ve hakkı bilmemek, hakkı bulma imkânlarından tamamen yoksun olan bir kimse için bir mazeret olabilir. Ancak birçok zaman bilgisiz kalmak da, yine insanın kendi ihmalinden ve araştırma zahmetine katlanmaktan çekinmesinden kaynaklanmaktadır ki, bu durumda insanın mazur olması elbette düşünülemez.

İkinci başlığın altında verdiğimiz ayet örnekleri, işte bu gerçeği ortaya koymaktadır. Allah-u Teala’nın insana verdiği en önemli nimet akıldır. Allah-u Teala onlarca ayetinde bu nimetten gereği gibi yararlanmayı kullarına öğütlemekte ve bu nimetten istifade etmeyenleri şiddetle kınamaktadır. Hatta Kur’ân’ı bile aklederek, tedebbür ederek, bilinçli bir şekilde kabullenmelerini buyurmaktadır.

Yüce Allah, Resulü’ne (s.a.a), akıllarını kullanıp araştıran ve sözlerin, düşüncelerin en güzel olanına uyanları müjdelemesini emretmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Bunu yapanlar ancak hidayet ehlidir ve halis akıl sahibi!” Yapmayanlar ise, ne hidayet üzeredirler, ne de halis akıl sahibi. Bir başka ayette, “Aklını kullanmayanların üzerine Allah pislik/uğursuzluk atar!” şeklinde çok çarpıcı bir tabir kullanır.

Her hâlükârda her insanın vazifesi, doğruları bulmak için akıl nimetinden sonuna kadar yararlanmaktır. Fakat maalesef bazıları bu ilâhî nimetten gereği gibi yararlanmadıkları için cahilane ve bilinçsizce hakkı inkâr ederler. Ama bunun zeminini kendileri hazırladıkları için hiçbir mazeretleri söz konusu değildir.

Ama faraza bir insan bütün çabalarına rağmen hakkı bulamaz, esasen buna imkânı olmazsa, din literatüründe bunlara “fikrî müs’tazaf” denir ve mazur sayılırlar.

Ne var ki, inkâr nedenlerinin sadece bir tanesi mazeretsiz cehalet olmakla birlikte, çoğunlukla başka bazı önemli nedenler, insanın bilinçli bir şekilde ve bile bile hakkı inkâr etmesine vesile olmaktadır. Kur’ân-ı Kerim de bu hususa birçok ayetinde özellikle vurgu yapmıştır ki örnek olarak bunlardan birkaçına değinmekle yetiniyoruz:

“O kendilerine kitap verdiğimiz ümmetlerin âlimleri onu, o peygamberi, oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden bir takımı gerçeği bile bile gizlerler.”[11]

“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamber’i, kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Kendilerine yazık edenler var ya, işte onlar iman etmezler.”[12]

“Hem Allah’ın nimetini bilirler, sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfir kimselerdir.”[13]

“(Ey Muhammed!) Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın kendi ilmi dâhilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah’tan başka kim hidayete erdirebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?”[14]

“Andolsun ki, biz onlara size vermediğimiz imkânlar vermiştik. Onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri onlara hiçbir fayda sağlamadı. Çünkü onlar Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşattı.”[15]

İşte görüldüğü gibi birçokları hak ve hakikati bildikleri hâlde inkâr etmeye kalkışmışlardır. Şimdi bunun nedenlerini yine Kur’ân ayetlerine dayanarak ortaya koymaya çalışacağız:

3- Kibir ve Gurur:

“İlâhınız bir tek ilâhtır. Bununla beraber ahirete inanmayanların kalpleri inkârcı, kendileri de böbürlenen kimselerdir. Şüphesiz ki Allah, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. Doğrusu Allah, kendilerini büyük görüp hakkı kabul etmeyenleri sevmez. Onlara: ‘Rabbiniz ne indirdi?’ denildiği zaman: ‘Öncekilerin efsanelerini.’ dediler.”[16]

“Bu şekilde ayetlerimiz onların gözleri önüne serilince, ‘Bu, apaçık bir sihirdir!’ dediler. Ve vicdanları bunlar(ın doğruluğun)a tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!”[17]

“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen müminlere: ‘Siz, Salih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ dediler. (Onlar da:) ‘(Evet), doğrusu biz onunla gönderilene inananlarız!’ dediler. Büyüklük taslayanlar: ‘Biz, sizin inandığınızı inkâr edenleriz!’ dediler.”[18]

“Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: ‘Ey Şu’ayb! Ya mutlaka seni ve seninle beraber inananları kentimizden çıkarırız, ya da dinimize dönersiniz!’ Dedi ki: İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)?”[19]

İnsanları sürekli aşağılayan, onları kendilerine köle addeden, rahatlık ve refahlarını mazlum ve müstazaf insanların sırtından kazanan zorba ve müstekbirlerin, insanlar arsında her şeyden önce adalet ve insanî değerleri hâkim kılmak, insanları insanların köleliğinden kurtarıp Hakk’a kul yapmak için gelen peygamberlere ve hak davetçilerine teslim olup, onların ilâhî davetlerine icabet etmeleri elbette kolay değildir. Nitekim çoğu zaman bunlar, ilâhî elçilere muhalefet edenlerin başını çekmişlerdir.

4- Zulüm ve Günah:

“Hayır, o (Kur’ân), kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde (yer eden) apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi ancak ve ancak zalimler bile bile inkâr eder.”[20]

“Bu şekilde ayetlerimiz onların gözleri önüne serilince, ‘Bu, apaçık bir sihirdir!’ dediler. Ve vicdanları bunlar(ın doğruluğun)a tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!”[21]

“Onların söylediklerinin seni üzdüğünü elbette biliyoruz. Onlar, aslında seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar.”[22]

“Sonra o kötülük edenlerin/günah işleyenlerin sonu çok kötü oldu. Çünkü onlar, Allah’ın ayetlerini yalan saydılar ve onlarla alay ediyorlardı.”[23]

Zulüm ve günah insanın kalbini karartır, katılaştırır. Tövbe ve telafi olmadığında ise, gittikçe katmerleşir ve artık hiçbir öğüt verenin öğüdü, hiçbir davetçinin daveti insanda etkisini göstermez. Öyle bir noktaya ulaşır ki, yaptığı kötülük ve zulümden rahatsız olma ve dönme yerine zevk almaya başlar. Hatta onları iyi göstermek, en azından kendini mazur göstermek için bin bir türlü kılıf ve bahane bulmaya çalışır. İşte bu doğrultuda bu gibiler, tarih boyunca peygamberleri ve hak davetçilerini yalancı, sihirbaz, akılsız, deli, fitneci, çıkarcı gibi ithamlarla suçlamaya çalışmışlardır.

5- Zalim ve Tağutlara İttiba/Uymak (Korku):

“İşte Âd kavmi buydu. Rablerinin ayetlerini bile bile inkâr ettiler ve peygamberlerine isyan ettiler. Başa geçen her zorbanın emrine uyup arkasından gittiler.”[24]

Tarih boyunca birçok topluluk, korkaklıkları yüzünden ve rahatlıklarını kaybetmemek için başlarına geçen her zalim ve zorbaya boyun eğmiş ve en zelilane durumlara bile katlanarak, hak davetçilerine kulak asmamış ve onları inkâr ve reddetme yoluna gitmişlerdir.  

6- Büyüklere İtaat (Şahsiyetperestlik):

“Yine derler ki: Ey Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara azabın iki katını ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.”[25]

“Allah’a karşı yalan uyduran yahut ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Onlara Kitap’tan nasipleri erişir. Canlarını alacak elçilerimiz gelince, onlara: ‘Allah’tan başka taptıklarınız nerede?’ derler. Onlar: ‘O taptıklarımız bizden sapıp ayrıldılar.’ derler. Böylece kendilerinin kâfir olduklarına bizzat şahitlik ederler. Allah onlara: ‘Sizden önce geçmiş cin ve insan topluluklarıyla beraber cehennem ateşine girin!’ der. Cehenneme giren her ümmet kendi din kardeşine lânet eder. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında derler ki: ‘Rabbimiz! İşte şunlar bizi doğru yoldan saptırdı. Onlara cehennem ateşinden kat kat azap ver.’ Allah der ki: ‘Herkesin azabı kat kattır, fakat siz bilemezsiniz.’ Öncekiler de sonrakilere derler ki: Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın.”[26]

“Onlar, Allah’tan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.”[27]

Hz. Ali (a.s): “Hakkı tanı, haklıyı kendiliğinden tanıyacaksın.”

Evet, tarihte şahsiyetperestlik, insanların birçoğunun başına bela olmuş ve basiret gözlerini kör, kulaklarını hakkı duymaya sağır kılmıştır. Düşünme yetisini kaybeden bu zavallılar, akıllarını müteahhide teslim ederek güya kendilerini düşünme zahmetinden kurtarmışlardır! Dolayısıyla kutsadıkları şahsiyetlerin iddialarına ters düşen her şeyi inkâr etme bedbahtlığına düşmüşlerdir.

Bu durum, sadece tarihte peygamberlere karşı gelenler için geçerli değildir. Maalesef günümüzde de bu hastalığın peçesinde kıvranan birçok zavallı insana rastlamak mümkündür. Oysaki Hz. Ali’nin de (a.s) buyurduğu gibi: “Hak ve batılın özünü tanıyan; haklı veya haksızı kendiliğinden tanıyacaktır.”

7- Heva ve Hevese Uymak:

“Seni gördükleri zaman, ‘Bu mu Allah’ın peygamber olarak gönderdiği?’ diye hep seni alaya alıyorlar. ‘Şayet tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten de bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı.’ diyorlar. Azabı gördükleri zaman, kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler! Nefsanî heveslerini kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta gidişçe daha sapıktırlar.”[28]

“(Ey Muhammed!) Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın kendi ilmi dâhilinde (artık hidayete kabiliyeti olmadığı için) saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah’tan başka kim hidayete erdirebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?”[29]

“Onlara, kendisine ayetlerimizi sunduğumuz o adamın kıssasını da anlat; ayetlerden sıyrılıp çıktı, derken şeytan onun arkasına düştü, en sonunda da helâk olanlardan oldu. Eğer dileseydik, onu o ayetlerle yüceltirdik; fakat o alçaklığa saplandı kaldı ve kendi keyfinin ardına düştü. Artık onun ibret verici hâli o köpeğin hâline benzer ki, üzerine varsan da dilini uzatır solur, bıraksan da solur. İşte bu, ayetlerimizi inkâr eden kavmin misalidir. Bu kıssayı iyice anlat, belki biraz düşünürler.”[30]

“Andolsun biz, İsrailoğulları’ndan söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Fakat ne zaman onlara bir peygamber nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirmişse, bunlardan bir kısmını yalanlamışlar, bir kısmını da öldürmüşlerdir.”[31]

“Bir mucize görseler, hemen yüz çevirirler ve ‘Süregelen bir büyüdür!’ derler. Yalanladılar, nefislerinin arzularına uydular. Hâlbuki her iş yerini bulacaktır.”[32]

“Bir de, Allah’a ve Resulü’ne inandık ve itaat ettik.’ diyorlar da, sonra bunun arkasından yan çiziyorlar; bunlar mümin değillerdir. Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resulü’ne çağrıldıkları zaman, bakarsın ki, içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama eğer (Allah ve Resulü’nün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona, gönülden bağlı olarak saygı ile gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Yoksa Allah ve Resulü’nün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir!”[33]

Peygamberler ve ilâhî davetçilerin getirdiği mesajlar, elbette ki insanın maslahat ve menfaatini ve ebedî saadetini içermektedir. Ama bunları fark edebilmek için nefsanî heveslerden arınmak gerekir. Nefsanî heveslerini tatmin etmekten başka bir şey düşünemeyen, nefsini kendine ilâh edinen kimseler, Allah’ın ulûhiyet ve rabbaniyetine, O’nun emir ve nehiyleri karşısında teslimiyete davet edenlerin davetine icabet edip teslim olmaları elbette düşünülemez. 

8- Maddî Menfaat ve Refahı Kaybetme Korkusu:

“Bunların bir de ümmî (okuma yazması olmayan) kısmı vardır, kitabı bilmezler; ancak birtakım kuruntu yığınına, boş saplantılara kapılır ve zan içinde dolaşır dururlar. Artık o kimselerin vay hâline ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz para almak için: ‘Bu Allah katındandır.’ derler! Artık vay o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, vay o kazandıkları vebal yüzünden onlara!…”[34]

“(İbrahim onlara) dedi ki: Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü (geldiğinde) ise, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lânetleyecektir. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur.”[35]

“Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak!…”[36]

“Onlar ki, dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünya hayatı kendilerini aldattı. Onlar, bugüne kavuşacaklarını nasıl unuttular ve ayetlerimizi nasıl inkâr ettilerse, biz de bugün onları öyle unuturuz.”[37]

“Biz herhangi bir memlekete tehlikeyi haber veren bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın refah ile şımartılmış olanları: ‘Biz sizin gönderildiğiniz şeyleri tanımayız.’ dediler. Ve yine dediler ki: Biz malca da daha çoğuz, evlatça da, bize azap edilmez.”[38]

“Dediler ki: Ey Şu’ayb, atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysaki sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın.”[39]

Mal-mülk ve dünya düşkünlüğü sınır tanımaz. İnsan ne kadar fazla kazanırsa, tamah ve ihtirası o derece artar. Mal-mülk ve servet gelsin de nerden gelirse gelsin der insan. Hatta az bir menfaat için insanların saf duygularını istismar edip hakkı batıl ve batılı hak göstermekten geri durmaz. Oysa peygamberler hem dünyayı nerden ve nasıl kazanacaklarının ölçülerini, sınırlarını belirtmişlerdir insanlara, hem de nerede ve nasıl harcamaları gerektiğini. Ayrıca peygamberlerin davetine icabet edenlerin bazen inançları uğruna birtakım maddî menfaat ve çıkarlarından feragat etmeleri veya fedakârlık yapmaları gerekebilir. Dolayısıyla gözünü mal-mülk, dünya hırsı bürüyenlerin, hak davetçilerine muhalefet edip onları inkâr yoluna gitmeleri kaçınılmazdır.

9- Makam ve Mevkii Kaybetme Korkusu:

 “O kendilerine kitap verdiğimiz ümmetlerin âlimleri, onu, o Peygamber’i, oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden birtakımı gerçeği bile bile gizlerler.”[40]

“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan ayetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya, mutlaka onlara Allah lânet eder. Lânet edebilecek olanlar da lânet ederler.”[41]

“Kitap ehlinden öyle bir güruh da vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip bükerler. Hâlbuki o, kitaptan değildir. ‘Bu, Allah katındandır.’ derler; oysa o, Allah katından değildir. Allah’a karşı, kendileri bilip dururken, yalan söylerler.”[42]

“İnsanlar tek bir ümmetti. Ayrılmaları üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile ilgili kitap indirdi ki, insanların, aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında hakem olsun. Bunda da sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra tuttular, aralarındaki hırs ve kıskançlık-birbirlerine haksız üstünlük sağlama yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle, iman edenleri, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah, dilediğini doğru yola iletir.”[43]

Makam ve mevkisini ve sahip olduğu toplumsal saygınlığını kendisine ekmek kapısı hâline getiren ve gerektiğinde bu statüsünü suiistimal edip insanları istismara kalkışan kimselerin de, bile bile peygamberlere muhalefet etmeleri kaçınılmazdır. Çünkü biliyorlar ki, onlara teslim olup getirdikleri ilâhî mesajların doğruluğuna itiraf ettikleri takdirde herkesten önce onlar haksız yere kazandıkları saygınlığı ve ayrıcalığı kaybedecek ve menfaatleri uğruna yıllarca insanlara yutturdukları yalan ve yanlışların hesabını verme durumunda kalacaklardır. Bu yüzden peygamberlere karşı muhalefet ve inkârı akıllarınca bir kurtuluş yolu olarak seçmişlerdir.

Birçok ret ve inkâr nedeninde de olduğu gibi, bu da sadece geçmişte olup biten bir durum değil, günümüzde de birçok kimsede hak ve hakikate karşı benzer tavırları sergileyenleri görmemiz mümkündür.

10- Rahatça Günah İşleme:

“Hayır, yemin ederim o kıyamet gününe; yine hayır, yemin ederim o sürekli kendini kınayan nefse; acaba insan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter. Fakat insan (bu inkârcılığıyla) günahı devam ettirmekte önünün açık olmasını (rahat günah işlemesini) ister.”[44]

Nefsine ve şeytana uyup bilerek günah işleyen kimse, bir müddet içinde kaygı ve korku hissi yaşar. Şeytanın hilelerinden birisi işte bu noktada devreye girer ve insana şunu telkin eder: “Sen sana söylenenlere ve yapılan itiraz ve davetlere karşı: ‘Ben sizin söylediklerinize inanmıyorum.’ dersen, artık kimse seni rahatsız edemez ve rahatça gönlünün istediği her şeyi yapabilir ve arzularını rahat ve sınırsız bir şekilde tatmin edebilirsin.” Bu, tıpkı birilerinin bu aralar adına “özgürlük” deyip de kendilerini avuttukları ve yaptıkları pislikleri başkalarına karşı savunma ve aklama aracı olarak kullandıkları argümanın aynısıdır. Evet, bu süreç böyle devam ettiği, dönüş ve telafi olmadığı takdirde, zamanla artık ilk baştaki kaygı ve rahatsızlık hissi yerini duyarsızlık ve vurdumduymazlığa bırakır. Hadislerde de bir kimsenin günah işlediğinde rahatsızlık duymasının, iman nurunun henüz tam sönmediğini, ama günah işledikten sonra rahatsızlık duyma yerine zevk, rahatlık ve vurdumduymazlık hâlini yaşamasını ise bu nurun söndüğünü gösterdiği şeklinde beyan edilmiştir.

11- Şeytanın Amelleri Süslemesi:

“Onlar Kur’ân’ı düşünmezler mi? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var? Gerçekten doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfre dönenlere şeytan, kötülüklerini güzel göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.”[45]

“Hiç olmazsa kendilerine baskınımız geldiği zaman olsun, yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan yaptıklarını kendilerine güzel gösterdi.”[46]

“Şeytan, onlara amellerini güzel gösterdiği zaman, ‘Bugün insanlardan size galip gelecek yoktur, ben de size yardımcıyım.’ demişti. Fakat iki tarafın karşı karşıya geldiği görününce, arkasını dönüp kaçtı ve şöyle dedi: Ben sizden kesinlikle uzağım. Ben sizin göremeyeceğiniz şeyler görüyorum ve ben Allah’tan korkarım. Ayrıca Allah’ın azabı çok çetindir.”[47]

“Allah’a yemin olsun ki, biz senden önce birçok ümmetlere peygamberler gönderdik. Ne var ki şeytan, onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. Bugün de o şeytan, kâfirlerin dostudur. Onlar için acı bir azap vardır.”[48]

“Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip, ‘Ben, dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim. Gerçekten, onlara (Sebelilere) hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkân verilmiş ve büyük bir tahta sahip olan bir kadınla karşılaştım. Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için hidayete giremiyorlar. Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmezler. (Hâlbuki) O büyük Arş’ın sahibi olan Allah’tan başka tapılacak yoktur.”[49]

“Ad ve Semud’u da (helak ediverdik). Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar.”[50]

Kur’ân-ı Kerim’in de açıkça buyurduğu gibi, şeytanın müminler ve Allah’a teslim olanlar üzerinde bir sultası söz konusu değildir. Ama kendisini nefsanî arzularına ve şeytana teslim edenlere baş yol gösterici elbette şeytandır. Şeytanın, dostlarını azdırmak için türlü türlü hileleri vardır. Bunların en önemlilerinden birisi batıl, günah ve isyanı süsleyip püsleyip güzel göstererek gönül rahatlığıyla insanı inkâra sürüklemesidir. Dolayısıyla inkârcılar, günah ve isyan ehli, genellikle yaptıklarının kötü olduğunu kabul etmez, tam tersine bin bir türlü bahane ve teville kendilerini haklı ve yaptıklarının doğru olduğunu göstermeye çalışırlar. Rabbim hepimizi şeytanın hilelerinden muhafaza buyursun!

12- Nankörlük:

“Bizim ayetlerimizi öyle nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez.”[51]

Allah-u Teala’nın Kur’ân’da beyan ettiği sünnetlerinden birisi de, verdiği nimetlere karşı şükredenlere nimetini, lütfünü artırması, nankörlük edenleri ise cezalandırıp nimetlerini ellerinden almasıdır. Allah-u Teala’nın bir önemli nimeti akıldır. Bir diğeri akla yardımcı olan elçileri, peygamberleridir ve bilahare diğer maddî ve manevî nimetleri… Ama niceleri bu ilâhî nimetlerden dolayı şükretme (nimeti veren Mun’im’in/Allah’ın istediği şekilde istifade etme) yerine, küfran ve nankörlük yolunu tuttular. Böylece Rabbü’l-Âlemin de inayet ve lütfünü onlardan kestiği için hak davetçilerine karşı gelmeye yeltenip ilâhî ayetleri inkâra kalkıştılar.

13- Ukalalık ve Bir Taşla İki Kuş Vurma Mantığı:

“Şüphesiz haram ayları ertelemek (nesi), kâfirlikte daha ileriye gitmektir ki, kâfir olanlar onunla saptırılır. Allah'ın haram kıldığı ayların sayısını denk getirmek ve sonuçta Allah'ın haram kıldığını helal kılmak için onu bir yıl helal ve bir yıl da haram sayarlar. Kötü işleri kendilerine süslü ve güzel gösterilmiştir. Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”[52]

Bazı zavallılar, bir taraftan hakkı ikrar ve itirafın kendilerine getireceği maslahat ve menfaatleri kaçırmamak, bir taraftan da nefsanî arzularına ulaşmak yolunda önlerine set çekmemek için ukalalık yapıp, tabiri caizse bir taşla iki kuş vurabilmek için zahirde retçi ve inkârcı gözükmemekle birlikte, ilâhî kıstaslara teslim olup kendilerini hakka uyarlama yerine, hakkı kendilerine uyarlamaya ve saptırmaya çalışmışlardır. Bunun tarihte birçok örneklerine rastlamak mümkündür ki, Kur’ân’ın verdiği çarpıcı örneklerden birisi de, müşrikler arasında cereyan eden “nesi” (geciktirme) âdetidir. Olayın özeti şöyledir:

Müslümanlar gibi müşrikler de haram aylara inanıyorlardı. Bilindiği gibi bu aylarda savaşmak yasaktı. Fakat müşrikler arasında cereyan eden birçok yanlış ve mantıksız durumlar gibi, haram aylar konusunda da benzer bir durum söz konusuydu. Onlar güya bira taraftan bu yasağı çiğnememek, diğer taraftan ise zalimane hareket ve âdetlerinden geri kalmamak için haram ayların yerini değiştiriyorlardı. Yani bir yıl haram aylardan birini ihlal edip savaşıyorlarken, güya bu yanlışı telafi amaçlı diğer yılda bir başka ayı onun yerine haram ay olarak ilan ediyor ve böylece akıllarınca bir taşla iki kuş vurduklarını sanıyorlardı.

Bunun örneklerine günümüzde de (özellikle mürekkep yalamış, ama dinini dünyasına satmış âlim-ulema takımı arasında) sık sık rastlamak mümkündür. Niceleri gerçekten Allah ve Resulü’nün (s.a.a) ne dediğini öğrenip hayata geçirme yerine, zorla ve bin bir türlü tevile başvurarak Allah ve Resulü’nün (s.a.a) buyruklarını kendi nefsanî istek ve arzularına uyarlamaya çalışmaktadırlar!

14- Çevre-Arkadaş:

“O gün zalim kimse ellerini ısıracak: ‘Eyvah!’ diyecek, ‘Keşke Peygamber’in yanında bir yol tutsaydım! Eyvah!’ diyecek: Keşke falancayı dost edinmeseydim!”[53]

“Onlar cennettedirler; sorup dururlar suçluların durumunu. ‘Nedir sizi Sekar’a (cehenneme) sokan?’ diye. Suçlular der ki: Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla dalar giderdik. Ceza gününü yalanlardık. Nihayet bize ölüm gelip çattı.”[54]

Dostluk ve arkadaşlığın insanda hem müspet, hem de menfi yönde ne nedenli etkili olduğunu anlatmaya bile gerek yoktur. Öyle ki bu husus artık milletlerin atasözlerine bile farklı şekillerde yansımıştır. Hadislerde de: “Kişi, arkadaşının dini üzeredir.” buyrulmaktadır. Bu yüzden insanın, seçtiği arkadaşa her yönden dikkat etmesi gerekir. Evet, ister tarihte, isterse günümüzde birçok kimseyi doğrulardan uzaklaştırıp hakkı inkâra kadar götüren en önemli faktörlerden birisi, hiç kuşkusuz seçtikleri laubali arkadaşlar ve bulundukları uygunsuz ve kötü ortamlardır maalesef. Elbette şunu da unutmamak gerekir ki, bunlar sadece etkili faktörlerdir. Ama sonuçta insanın seçiminde belirleyici olan, kendi iradesidir. Bu yüzden zor da olsa insan, nefsine ve iradesine hâkim olup kendini bu afetten kurtarabilir.

15- Kavmiyet Taassubu:

“Andolsun biz, Nuh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim dedi, Allah’a kulluk edin. O’ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?’ Bunun üzerine, kavminin içinden kâfir kodaman topluluğu şöyle dediler: Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki bir melek gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.”[55]

“Dediler ki: Ya, demek sen  (Hud) tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi (bize) geldin? Eğer doğrulardan isen bizi tehdit ettiğin (o azabı) bize getir!”[56]

“Dediler: Ey Salih! Bundan önce sen bizim içimizde ümit beslenir bir zat idin. Şimdi bizi babalarımızın taptıklarına tapmaktan mı engelliyorsun? Biz, doğrusunu istersen bizi davet ettiğin şeyden kuşkulandıran bir şüphe içindeyiz.”[57]

“Peygamberleri dedi ki: ‘Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında da şüphe mi var? O, sizi günahlarınızı bağışlamak için çağırıyor ve belirlenmiş bir süreye kadar size müsaade ediyor.’ Onlar da dediler ki: Siz sadece bizim gibi bir insansınız, bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz…”[58]

“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun.’ dendiği vakit de: ‘Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak, ona uyarız.’ dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar?”[59]

“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (kitaba) ve peygambere gelin!’ dendiği zaman: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter!’ derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsa da mı?”[60]

“Dediler ki: Sen bizi, atalarımızdan kalan yoldan çeviresin de yeryüzünde saltanat ikinizin olsun diye mi geldin? Biz ikinize de (Musa ve Harun) inanmayız.”[61]

“O zaman o (İbrahim), babasına ve kavmine: ‘Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?’ demişti. Onlar: ‘Biz atalarımızı bunlara tapar bulduk.’ dediler.”[62]

Bu konuda şu ayetlere de müracaat edilebilir: Şuarâ, 74; Lokmân, 21; Zuhruf, 22-23

Kur’ân-ı Kerim’in en çok üzerinde durduğu inkâr nedenlerinden birisi de taassuptur. İster geçmişte, isterse günümüzde gerçeklerle yüzleşen birçoklarının sık sık ileri sürdükleri bahanelerden birisi de: “Biz böyle gördük, böyle götürdük.” mantığıdır. Akıllarını adeta müteahhide veren bu zavallılar, söylenen sözlerin üzerinde düşünüp kafa yorma ve böylece doğru olup olmadığına karar verme yerine, “Bunca geçmişlerimiz, ata-babalarımız yanlış mı yaptılar; böyle bir şey olabilir mi?” deyip, akıllarınca kendilerini rahatlatıyor ve kendilerine sunulan gerçeklerden yüz çeviriyorlar. Oysaki geçmişleri de onlar gibi insandırlar ve onların taşıdığı özellikleri onlar da taşımaktadırlar. Bu mantığı Kur’ân, “Ya onlar akletmemiş, hata yapmışlarsa?” şeklinde dile getirip inkârcıların gafil vicdanlarını uyandırmaya çalışmaktadır. 

16- Hizip/Grup/Parti/Mezhep Taassubu:

“Derken insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlendi.”[63]

“O müşriklerden (olmayın ki) onlar, dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır. Her grup kendinde bulunan ile sevinip böbürlendi.”[64]

Taassubun bir versiyonu da hizip, grup, parti, mezhep taassubudur. Evet, niceleri körü körüne mensup oldukları hizbin, mezhep ve fırkanın savunduğu şeyin doğruluk ve yanlışlığına bakmadan: “Partim, grubum, cemaatim, mezhebim söylüyorsa doğrudur, elbet bir hikmeti vardır!!” diyerek, önüne çıkan aykırı her şeyi rahatlıkla inkâra kalkışıyorlar. Oysa karşılaştıkları iddiaların bizzat kendisini ve sunulan delilleri tarafsız bir gözle tahlil etmeye çalışsalar, hak ve batılı kendiliğinden tanıyacaklardır.

17- Yanlış Ölçüler-Saplantılar:

“İnsanları (eğri yolun sonundan) korkut, inananlara Rableri nezdindeki yüksek makamları müjdele, diye içlerinden bir adama vahyimizi göndermemiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirler: ‘Hiç şüphesiz bu besbelli bir sihirbaz.’ dediler.”[65]

“Seni gördükleri zaman: ‘Bu mu Allah’ın peygamber olarak gönderdiği?’ diye hep seni alaya alıyorlar.”[66]

“Şöyle dediler: ‘Bu ne biçim peygamber ki, yemek yer, sokaklarda gezer?! Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!’ Bu zalimler, inananlara: ‘Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!’ dediler.”[67]

“Baksana, İsrailoğulları’nın Musa’dan sonra ileri gelenlerine! Hani onlar, bir peygamberlerine: ‘Bize bir kumandan gönder de Allah yolunda savaşalım…’ dediler. O da: ‘Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?’ dedi. Onlar: ‘Bize ne oldu da yurtlarımızdan çıkarıldığımız ve çocuklarımızdan ayrıldığımız hâlde Allah yolunda savaşmayalım?’ dediler. Bunun üzerine savaş kendilerine farz kılınınca da, onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler. Ama Allah, o zalimleri bilir. Peygamberleri onlara: ‘Allah, size hükümdar olmak üzere Talût’u gönderdi.’ demişti. Onlar: ‘Ona bizim üzerimize hükümdar olmak nereden geldi? Oysa hükümdarlığa biz ondan daha lâyıkız, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir.’ dediler. Peygamberleri de: ‘Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve ona bilgi ve vücut bakımından bir güç, bir genişlik vermiştir.’ dedi. Hem Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah’ın rahmeti geniştir, o her şeyi bilir.”[68]

“Buna karşılık, kavminin ileri gelen kâfirlerinden bir kısmı dediler ki: Biz seni bizim gibi insanlardan biri olarak görüyoruz, başka değil. İlk bakışta bizim ayak takımımızdan başkasının senin arkana düştüğünü görmüyoruz. Sizin bizden fazla bir meziyetinizi de görmüyoruz. Aksine, sizi yalancılar sanıyoruz.”[69]

“Dediler ki: Ey Şu’ayb! Biz senin söylediklerinin çoğundan bir şey anlamıyoruz. Ayrıca seni içimizde çok zayıf biri olarak görüyoruz. Eğer akrabaların olmasaydı, mutlaka seni recmederdik (taşa tutardık). Senin bize hiçbir üstünlüğün yoktur.”[70]

“Bunların bir de ümmî (okuma yazması olmayan) kısmı vardır, kitabı bilmezler; ancak birtakım kuruntu yığınına, boş saplantılara kapılır ve zan içinde dolaşır dururlar.”[71]

İnsanların gözünü, kulağını, kalbini perdeleyen faktörlerden birisi de, insanın şu veya bu sebepten dolayı edindiği yanlış ölçüler ve saplantılardır. Örneğin, birileri bir insana peygamber olmayı bir türlü yakıştıramamış, illa melek olması gerektiğinde ısrarcı olmuşlar. Veya toplumun fakir, düşkün, zavallı kesiminden birisinin Allah’ın elçisi olabileceğini bir türlü kendilerine yedirememiş ve olacaksa mutlaka eşraftan, paralı pullu kimselerin arasından olmalıdır demişler! Evet, yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde bu gibi yanlış ölçüler, kuruntu ve saplantılara açık bir şekilde değinilmiştir ve son ayette bunları özetleyerek şöyle buyurmuştur: “Bunların bir de ümmî (okuma yazması olmayan) kısmı vardır, kitabı bilmezler; ancak birtakım kuruntu yığınına, boş saplantılara kapılır ve zan içinde dolaşır dururlar.”[72]

18- Kadercilik Bahanesi:

“Allah’a ortak koşanlar diyecekler ki: ‘Allah dileseydi, ne biz ortak koşardık, ne de atalarımız ortak koşardı; hiçbir şeyi de haram kılmazdık.’ Onlardan önce yalanlayanlar da böyle söylemişlerdi de sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.”[73]

Birçoklarının doğrular önünde direnmesi, hatta inkâra yeltenmesine yol açan sebep veya bahanelerden birisi de, yanlış yorumlanan veya bilinçlice saptırılan kavramlardır. Bu kavramların başında kader konusu gelir. Yukarıdaki ayette de açıklandığı üzere, bazıları ya cehaletlerinden dolayı ya da kasıtlı olarak saptırılmış bir kader inancına dayanarak inkârlarını haklı göstermeye çalışırlar. Bazıları ise işledikleri günahta kendilerini suçsuz göstermek için suçu kadere yüklerler. Tarihin en gaddar zalimleri dahi bu yola başvurarak cinayetlerini aklamaktan geri durmamışlardır. Oysaki bu gerekçelerinde haklı olurlarsa, o zaman tarihte kimi temize çıkarmak mümkün olmaz ki? Kendini bize adil tanıtan Rabbimizin sonsuz hikmet ve adaletiyle bunu bağdaştırmak mümkün olabilir mi? Ayrıca bunca peygamberin gelmesine, bunca kitabın indirilmesine, bunca tebliğe ve bunun için çekilen onca çile ve zahmete ne gerek vardı? Elbette İslâm’da kaza ve kader diye bir inancın olduğunda şüphe yoktur; ama bütün mesele bunu sağlıklı ve yukarıda bahsedilen mahzurlara yol açmayacak şekilde yorumlayabilmektir ki, bu da Ehlibeyt Mektebi’nin ilgili kaynaklarında yeterince yapılmıştır.

Rabbimize ihlâs ve acziyetle yalvarıyor ve O’ndan, doğruları olduğu gibi bize göstermesini ve bizi yukarıda bahsi geçen bütün inkâr ve isyan gerekçe ve bahanelerinden uzak tutmasını diliyoruz.

 

 


[1]– Yûnus, 39

[2]– Zümer, 17-18

[3]– Yûnus, 100

[4]– Muhammed, 24

[5]– Nisâ, 82

[6]– Sâd, 29

[7]– Âl-i İmrân, 118

[8]– Rûm, 28-29

[9]– Mülk, 6-10

[10]– Hucurât, 6

[11]– Bakara, 146

[12]– En’âm, 20

[13]– Nahl, 83

[14]– Câsiye, 23

[15]– Ahkaf, 26

[16]– Nahl, 22-24

[17]– Neml, 13-14

[18]– A’râf, 75-76

[19]– A’râf, 88

[20]– Ankebût, 49

[21]– Neml, 13-14

[22]– En’âm, 33

[23]– Rûm, 10

[24]– Hûd, 59

[25]– Ahzâb, 67-68

[26]– A’râf, 37-39

[27]– Tevbe, 31

[28]– Furkan, 41-44

[29]– Câsiye, 23

[30]– A’râf, 175-176

[31]– Mâide, 70

[32]– Kamer, 2-3

[33]– Nûr, 48-50

[34]– Bakara, 78-79

[35]– Ankebût, 25

[36]– En’âm, 70

[37]– A’râf, 51

[38]– Sebe’, 34-35

[39]– Hûd, 87

[40]– Bakara, 146

[41]– Bakara, 159

[42]– Âl-i İmrân, 78

[43]– Bakara, 213

[44]– Kıyâmet, 1-5

[45]– Muhammed, 24-25

[46]– En’âm, 43

[47]– Enfâl, 48

[48]– Nahl, 63

[49]– Neml, 22-26

[50]– Ankebût, 38

[51]– Lokmân, 32

[52]– Tevbe, 37

[53]– Furkan, 27-28

[54]– Müddessir, 40-47

[55]– Mu’minûn, 23-24

[56]– A’râf, 70

[57]– Hûd, 62

[58]– İbrâhîm, 10

[59]– Bakara, 170

[60]– Mâide, 104

[61]– Yûnus, 78

[62]– Enbiyâ, 52-53

[63]– Mu’minûn, 53

[64]– Rûm, 32

[65]– Yûnus, 2

[66]– Furkan, 41

[67]– Furkan, 7-8

[68]– Bakara, 246-247

[69]– Hûd, 27

[70]– Hûd, 91

[71]– Bakara, 78

[72]– Bakara, 78

[73]– En’âm, 148