Mümin için ölüm, güzel kokulu bir demet gül gibidir. Kenz’ul Ummal, 42136 Hz. Muhammed (s.a.a)

Allah Resulüne (s.a.a) Nasıl Salavat Getirilir?

Allah Resulüne (s.a.a) Nasıl Salavat Getirilir?

Peygamber efendimize (s.a.a) salavat konusu Müslümanların ittifak ettiği konulardan biridir; fakat bu konunun ayrıntıları ve niteliği konusunda Müslümanlar arasında ihtilaf vardır.

Bu mesele, Allah Teala’nın, “Allâh ve melekleri, Peygambere salât etmektedir. Ey inananlar, siz de ona teslimiyetle salat ve selam getirin!”‌[1] şeklindeki ayetinden kaynaklanmaktadır. Bu ayet, Allah Teala’nın kullarına salat ettiğine işaret eden şu ayetle aynıdır: “O (Allâh)dır ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize salat (rahmet) eder, melekleri de (size acıyıp mağfiret dilerler. Allâh) inananlara karşı çok merhametlidir.”‌[2]

Bu konudaki üçüncü ayet ise Allah Resulü’nün (s.a.a) bazı kişilere salat ettiğine işaret eder; şöyle ki: “Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin, yücelteceğin bir sadaka al ve onlara salat (dua) et; çünkü senin (salatın) duan, onlara huzûr verir. Allâh işitendir, bilendir.”‌[3]

Çoğu müfessirler kulun Allah’a salatının dua ve tazim olduğunu, Allah’ın kula salatının ise rahmet ve ikram olduğunu vurgulamışlardır. Ayette geçen “Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için. (Allâh) inananlara karşı çok merhametlidir.”‌ cümlesi bunu apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. Allah Resulünün (s.a.a) müminlere salatı ise onların için hayır ve bereket duasında bulunmasıdır. Meleklerin, Allah Resulü ve müminlere salatına gelince, o da dua ve bağışlanma dileğidir.[4]

Allah Teala, kulu ve Resulü arasında gidip gelen bu salat ve yine kulun Allah’a salatı, Allah’ın, kuluna salatı, Peygamber efendimizin müminlere salatı ve müminlerin Peygambere salatı Yaratan ile yaratılan ve yine ümmetle peygamberleri arasında, her birinin kendi vazifesini ve karşı tarafın makamını tanıması, bu karşılaşma ve ilişkide her birinin sınırının korunması için en mükemmel ilişki ve bağlantının örneğidir. Bu ilişkiler esnasında sınırlar çiğnenmez. Dolayısıyla, insan Allah Teala’ya salat ederek ona kulluk yapıp O’nu yüceltir ve tazim eder. Allah da bu bilinçli kuluna ikram ve rahmet olarak ona salat eder; mümin insan, Peygamber Efendimizin makam ve mevkisine yakin ederek ve onun velayet ve önderliğine teslim olarak ona salat eder, Allah Resulü ise mümine ikram ve onun hayır ve iyiliklerini artırmak için salat eder.

Allah Teala ve meleklerin Peygamber efendimize salat etmesi ve müminlerden de ona salavat getirmelerinin istenmiş olmasıyla Allah Teala, Peygamber efendimizi ikram ve yüceliğin zirvesine çıkarıyor.

Peşinden, Allah Resulüne iman eden ve onun emirlerine kulak veren ümmeti de Allah, melekleri ve Resulün salat ve selamını alarak bu yüce ikrama ulaşır; bu nurdan bir nabza alır ve kendilerini geçmiş ümmetlerden seçkin kılacak bir özelliğe sahip olur.

Peygamber Efendimize (s.a.a) Salavat Şekli

Ehlibeyt alimleri, Peygamber efendimize (s.a.a) salavat getirirken sadece efendimizin ismini anmakla yetinmenin caiz olmadığı ve onunla birlikte Ehlibeyt’inin de anılması gerektiği konusunda ittifak etmişlerdir.[5] Ve buna delil olarak da her iki mektebin kaynaklarında yer alan kesin hadislerle delil getirmişlerdir. Örneğin; Sünni kaynaklarında bu konuda yer alan meşhur hadis şöyledir:

Bir gün Allah Resulü (s.a.a) gelince, “Ey Allah’ın Resulü! Sana nasıl selam edeceğimizi bildik; –peki– sana nasıl salavat getirelim?”‌ diye sorduk. Bunun üzerine efendimiz şöyle buyurdu:

“Şöyle söyleyin: Allahumme salli ela Muhammedin ve âl–i Muhammed; kema salleyte ela İbrahime. İnneke hamidun mecid”‌ (Allah’ım! İbrahim’e salat ettiğin gibi Muhammed ve Al–i Muhammede de salat et)[6] Diğer müfessirler de, “Allâh ve melekleri, Peygambere salât etmektedir…”‌[7] ayetinin tefsirine buna benzer nasslar getirmişlerdir. İbn Hacer’in  es–Sevaiku’l–Muhrika adlı eserinde Allah Resulü’nden (s.a.a) naklettiği kesin ve tekit içerikli bir rivayette ise şöyle geçer: Allah Resulü (s.a.a) buyurdu ki,“Bana sonu kesik salat bir salat etmeyin.”‌ Bunun üzerine, “–Ey Allah’ın Resulü!– Sonu kesik salat nedir?”‌ diye sordukları zaman efendimiz şöyle buyurdu: “‘Allahumme salli ela Muhammed’ deyip susmayın; aksine şöyle deyin: Allahumme salli ela Muhammed ve ela âl–i Muhammed.”‌[8]

Salavat getirirken Peygamber efendimizle Ehl–i Beyt’inin bir arada zikredilmesini vurgulayan çok sayıdaki bu delillere rağmen Ehlisünnet fıkhı Resul–i Ekrem’in (s.a.a) Ehl–i Beyt’ine de salavat getirmenin farz ve gerekli olduğunu kesin bir hüküm olarak kabul etmemektedir. Onlardan bazıları salavatta Ehl–i Beyt’in de zikredilmesini farz bilirken, diğer bazıları bunu farz bilmemektedir.[9] Salavatta Peygamberimizin Ehl–i Beyt’inin de (âl) zikretmenin farz olmadığını söyleyenler bu iddiaları için öyle temelsiz, aslı ve esası olmayan deliller getirmişlerdir ki, kalem onları yazmaktan haya eder. Örneğin demişlerdir ki:

“Peygamber efendimizle birlikte âl–i’ne (Ehl–i Beyt’ine) salavat getirmenin farz olmayışı daha uygundur; çünkü Allah Resulü ancak kendisine nasıl salavat getirilmesi gerektiği sorulunca ve kendilerine salavatı öğretmesini isteyince insanlara bunu (kendisiyle birlikte Ehl–i Beyt’ine de salavat getirmeyi) emretmiştir ve kendisi ilk baştan kalkıp da o şekilde salavat getirmelerini buyurmamıştır!”‌[10]

Cevap: Allah Resulü (s.a.a) bir konuda ilahi hükümleri açıklarken bazen sadece insanların sorusu ve onlara verdiği cevapla yetiniyordu; ama insanlar tarafından o konuda bir soru sorulmazsa o zaman kendisi mevzunun şer’i hükmünü açıklıyordu. Bunun Kur’an’da birçok örneği vardır. Bazı ayetler, “Sana sorarlar”‌ şeklinde başlamaktadır. Örneğin, şöyle buyuruyor: “Sana âdet görme hakkında soruyorlar.”‌[11], “Sana harâm ayda savaşmaktan soruyorlar”‌[12], “Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar”‌[13] vs. bu grubunun iddiasına göre bu konular insanlar tarafından sorulduğu için bu konular uyulması gerekli şer’i hukum sayılmaz. Acaba böyle bir sonuç alma doğru ve uygun olur mu?!!

Allah Resulü’ (s.a.a) Âl’ı (Ehl–i Beyt’i) Kimlerdir?

Ehl–i Beyt Mektebine göre, kendilerine salavat getirilmesi gereken Allah Resulü’nün (s.a.a) âl’ı (Ehl–i Beyt’i) kesinlikle “Masum olan Ehl–i Beyt”‌tir; çünkü onlardan başkasına salavat getirmek farz değildir.[14]

Ehl–i Beyt Mektebinin zaruriyatından sayılan bu konu o kadar açık ve nettir ki, bunu ispatlamak için delil ve burhan getirmeye gerek bile yoktur. Müsned–i Ahmet, el–Müstedrek–u ala’s–Sahihayn, ed–Dürrü’l–Mensur–i Siyutî, Kenzu’l–Ummal, Mecmau’z–Zevaid gibi Ehlisünnet kaynaklarında Peygamber efendimizden (s.a.a) nakledilen onlarca hadis bunu vurgulamaktadır. Bu kaynaklarda nakledilen bütün rivayetler Peygamber efendimizin “âl’nin (Ehl–i Beyt’inin) Fatıma, Ali, Hasan ve Hüseyin olduklarına delalet etmektedirler.[15]

Bu rivayetlerden biri İmam Ahmet b. Hanbel’in kendi Müsned’inde kaydettiği şu rivayettir: Allah Resulü (s.a.a) Fatıma, Ali, Hasan ve Hüseyin’i toplayarak üzerlerine –Yemen’den getirilmiş– bir bez parçası attı. Ve sonra elini onun üzerine bırakarak şöyle buyurdu: “Allah’ım! Bunlar Muhammed’in “âl’ı (Ehl–i Beyt’i)dırlar; o halde, salavat ve bereketlerini Muhammed ve onun âl’ınin üzerine kıl. Gerçekten sen beğenilmiş –sıfatlara sahip– ve yücesin.”‌[16]

Bu konuda o kadar çok ve apaçık hadis var ki, artık konuyu tartışmaya gerek bile kalmıyor. Fakat buna rağmen, mevzuya çok uzak olan tefsirlerin yapıldığına şahit oluyoruz; diyorlar ki: Peygamber fendimizin Ehl–i Beyt’i onun “izleyicileri”‌dir, “ümmeti”‌dir, “takipçileriyle onun 1’den 10 kişiye kadar özel adamları ve aşireti”‌dir. Yine, “Kavmi”‌dir veya “Kendilerine sadaka haram olan ailesi”‌dir vs.

Hatta bazıları, “Âl–i Muhammed”‌den maksat, Hz. Muhammed’in kendisidir!”‌ demişlerdir ve bunun da çok uzak bir ihtimal olduğu açıktır.

Ve yine onu “Haşimoğulları”‌ olarak yorumlayanlar da olmuştur.[17]

Konuyu, Fahr–i Razi’nin “Tefsir–i Kebir”‌indeki sözüyle bitirmemiz daha güzel olacaktır; Fahr–i Razî şöyle diyor: “Ben diyorum ki, Âl–i Muhammed (s.a.a) Allah Resulüyle bağlantısı olanlardır. Dolayısıyla, peygamber efendimizle bağlantı ve ilişkisi diğerlerinden daha fazla ve daha mükemmel olanlar onun “Âl’ı”‌ sayılır.”‌ Şüphesiz Fatıma, Ali, Hasan ve Hüseyin’in (Allah’ın selamı onların üzerine olsun) Peygamber efendimiz ile ilişkileri diğerlerinden daha fazlaydı. Mütevatir olarak nakledilen rivayetler bunu apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. O halde onları “Âl–i Muhammed”‌ olarak bilmemiz gerekiyor. “Âl–i Muhammed”‌i, efendimizin davetini kabul edenler olarak da yorulmayacak olursak, yine de bu kişiler her durumda efendimizin “Âl”‌i sayılacaklardır.”‌

Fakat bunlardan başkalarının da “Âl”‌ kelimesinin kapsamına girip girmediği konusunda ihtilaf vardır. El–Keşşaf tefsirinin yazarı diyor ki: Bu ayet (Meveddet ayeti) nazil olunca, “Ey Allah’ın Resulü! Sevgi ve itaatleri bizlere farz olan yakınların kimlerdir?”‌ denilmesi üzerine buyurdu ki: “Ali, Fatıma ve bu ikisinin evlatlarıdır.”‌ Böylece o dört kişinin Allah Resulünün (s.a.a) akrabaları olduğu anlaşıldı. Bu konu anlaşıldıktan sonra birkaç delille onlara karşı çok fazla bir tazim ve saygı göstermemiz gerekiyor.”‌

Fahr–i Razî bu konuda kaydettiği ikinci delil şöyledir: Peygamberin “Âl”‌ine dua etmek yüce bir makamdır. İşte bu nedenle Allah Teala şu duayı namazın teşehhüdünün son cümlesi kılmıştır. “Allahumme salli ela Muhammedin ve âl–i Muhammed ve’r–hem Muhammeden ve âl–i Muhammed”‌ (Allah’ım! Muhammed ve Ehl–i Beyt’ine salat eyle, Muhammed ve Ehl–i Beytine merhamet eyle.) Allah Resulünün Eh–i Beyti’nin dışında kimse hakkında böyle bir tazim yoktur.[18]

Fahr–i Razî kendi tefsirinde Peygamber efendimize şu şekilde salavat getirilmesi gerektiğini vurgulamıştır: Allahumme salli ela Muhammedin ve ela âl–i Muhammed…”‌[19]


 

[1]– Ahzab, 56.

[2]– Ahzab, 43.

[3]– Tevbe, 103.

[4]– el–Mizan, c.9, s.397, c.16, 335; yine bk: Tefsir–i Kebir, c.16, s.180; c.25, 215, 227.

[5]– el–Hilaf, Şeyh Tusî, c.1, s.373; Tezkiretu’l–Fukaha, c.3, s.233; Cevahiru’l–Kelam, c.10, s.261.

[6]– Sahih–i Buhari, c.6, s.217, h:291; Sünen–i Tirmizi, c.5, s.359, h:3220; bu hadis üzerinde ittifak vardır.

[7]– Ahzab, 56.        

[8]– es–Sevaiku’l–Muhrika, s.225, Beyrut basımı.

[9]– el–Mecmu, İmam Nevevî, c.3, s.466–467.

[10]– el–Muğnî, İbn Kuddam, c.1, s.581; eş–Şerhu’l–Kebir, c.1, s.581, el–Muğni’nin Daru’l–Kitabi’l–Arabi baskısının dipnotunda geçmiştir.

[11]– Bakara, 222.

[12]– Bakara, 217.

[13]– Bakara, 219.

[14]– Tezkiretu’l–Fukaha, c.3, s.234.

[15]– Merhum Firuzabadî bu rivayetlerden bir kısmını “el–Fezailu’l–Hamse, Mine’s–Sihahi’s–Sitte”‌ adlı kitabında toplamıştır.

[16]– Müsned–i Ahmed, c.6, s.323.

[17]– es–Sevaiku’l–Muhrika, s.225. Yine bk. El–Mecmu, Nevevî, c.3, s.466, Daru’l–Fikir.

[18]– et–Tefsir–i Kebir, c.27, s.166.

[19]– Ae. c.25, s.277.