İslam vesilesiyle insanların kanı korunur, emaneti eda edilir ve evlilik helal olur ama sevap iman karşısında verilir. el-Kafi, 2/25/6 İmam Cafer-i Sadık (a.s)

Allah Resulü’nün Güzel Ahlakı 1

Allah Resulü’nün Güzel Ahlakı 1

Ali TARHAN/Erenler 1

 

Allah Resulü’nün ahlâk, adap ve gidişatının en güzel, en yüce ahlâk, adap ve gidişat olduğunda şüphe yoktur. Bu açıdan Allah Resulü insanoğlu için en güzel örneği teşkil etmektedir. Öyle ki, Allah Tealâ, onun hakkında: “Şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin” [1] buyurmuştur.

Yine Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Allah'tan gelen bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi.” [2]

Bu nedenle Allah Tealâ, bütün insanlığa onu örnek almayı emrederek: “Andolsun, sizden Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar, Allah’ı çokça ananlar için Resulullah’ta uyulacak güzel bir örnek vardır.” buyurmuştur. Gerçekten de Allah ve ahiret gününe kavuşmayı umanların ve Allah’ı çokça ananların, bu yüce insanı kendilerine önder kabul etmeleri, onun ahlâk ve gidişatını öğrenerek kendi ahlâk ve gidişatlarını onun ahlâk ve gidişatına göre ayarlamaları gerekmektedir. Böyle yaparlarsa, insan-i kâmil olma yoluna girmekle birlikte en üstün insan-i kâmili kendilerine örnek almış olurlar.

Allah Resulü’nün en yüce şahsiyete, en güzel ahlâka sahip olduğu dost düşman herkesin tasdik ettiği bir husustur. O, peygamberliğe seçilmeden önce bile sahip olduğu yüce şahsiyeti ve güzel ahlâkı sayesinde herkesin güvenini kazanmış ve emin lakabını almıştı. Dolayısıyla ister peygamberliğe seçilmeden önceki yaşamında olsun, ister seçilmesinden sonraki yaşamında olsun, hiçbir kimse ona en küçük bir leke dokunduramamış, en küçük bir kusur takamamıştır.

Hz. İmam Ali (a.s), Allah Resulü’nün (s.a.a) güzel ahlâkı hususunda şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a), daima güler yüzlü, yumuşak huylu ve mütevazı idi; kaba, sert, bağıran, sövüp sayan, ayıp arayan ve boş yere çok öven birisi değildi.” [3]

Allah Resulü’nün yüce şahsiyet, ahlâk ve gidişatını idrak edip beyan etmekten âciz olduğumu itiraf etmekle birlikte, yüce Rabbime, onun cennetten daha güzel ve yüce olan ahlâk ve gidişatı hakkında tarihten ettiğim istifadeleri siz aziz canlarla paylaşmayı bana nasip ettiğinden dolayı şükrediyorum. Umarım ki, Allah Tealâ bizleri, onun yüce ahlâk ve gidişatını örnek alan ümmetinden kılar. 

Ümmetine Şefkati

Allah Resulü, halkla güler yüz ve sevgiyle karşılaşırdı. Herkese, hatta çocuklara dahi selâm vermede öncülük ederdi. Devamlı ashabını yoklar, eğer üç gün birini görmezse, derhal sorup soruşturur, hasta olanın ziyaretine giderdi. Ashabıyla oluşturduğu mecliste bakışlarını onların arasında eşit olarak bölerdi. Kendisi oturduğu hâlde başkalarının ona hizmet etmesini kabul etmezdi; yerinden kalkar onlarla beraber gerekeni yapar ve: “Allah, kendini başkalarından üstün gören kulunu hoş görmez.” buyururdu.

Enes bin Malik şöyle diyor: “Resulullah (s.a.a), ashaptan birini üç gün görmediğinde, onu sorup araştırırdı; eğer sefere gitmiş olsaydı, onun hakkında dua ederdi, eğer hazır olsaydı, onu ziyaret ederdi ve eğer hasta olmuş olsaydı, ziyaretine gidip hâlini sorardı.” [4]

İbn-i Abbas şöyle diyor: “Resulullah (s.a.a) konuştuğunda veya ondan bir şey sorduklarında, iyice kavramaları için sözünü üç defa tekrarlardı.” [5]                            

Cerir bin Abdullah şöyle diyor: “Resulullah (s.a.a), evlerinden birine girdi. Ev ashapla dolup taştı; ben evin dışarısında oturdum. Resulullah (s.a.a) beni görünce, elbisesini büküp bana atarak; “Onun üzerinde otur.” buyurdular. Ben de onu yüzüme sürüp öptüm.” [6]               

Selman-i Farisî şöyle diyor: “Bir gün Resulullah (s.a.a)'in evine gittim. Hazret bir yastığa dayanmıştı, ama onu yaslanmam için bana atarak şöyle buyurdular: “Ey Selman! Kim, bir Müslüman kardeşinin yanına gittiğinde, kardeşi ona ikramda bulunur ve rahat etmesi için ona yastık verirse, Allah Tealâ onun günahlarını bağışlar.” [7]

Cabir bin Abdullah şöyle diyor: “Resulullah (s.a.a) yirmi bir savaşa katıldı, ben o savaşlardan on dokuzuna bizzat kendim şahit oldum, ama ikisine katılamadım. Resulullah ile beraber olduğum savaşların birinde geceleyin altımdaki devem çöktü ve artık hareket etmedi. Resulullah (s.a.a) insanların en arkasında hareket eder, güçsüz insanları terkine bindirir, onlar için dua ederdi. Bana yetiştiğinde, benim ah vah ettiğimi görünce; “Bu adam kimdir?” diye sordu. Ben; “Anam babam sana feda olsun. Ey Resulullah! Ben Cabir bin Abdullah'ım.” dedim. “Ne olmuş?” diye sordu. Cevaben; “Devem yorulmuştur, artık hareket etmiyor.” dedim. Resulullah (s.a.a); “Asan var mı?” diye sordu. “Evet, vardır.” dedim. Resulullah, o asayla deveyi kaldırdı, onu sürdü ve daha sora onu yatırıp; “Bin!” dedi. Ben de deveme binip hareket ettim…” [8]

Zeyd bin Sabit şöyle diyor: “Biz Hz. Resulullah (s.a.a) ile birlikte oturduğumuzda, eğer ahiret konusundan söz açsaydık, o da bizimle o konuda sohbet ederdi; eğer dünya konusundan söz açsaydık, o da bizimle o konuda sohbet ederdi; eğer yiyecek ve içecek konusundan söz açsaydık, o da bizimle o konuda sohbet ederdi. İşte Hz. Resulullah böyle biri idi.” [9]

Kararlılığı ve İstişaresi

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in emrinin ashabı arasında anında uygulanmasına ve onların; “Sana inanıyoruz, eğer kendimizi ateşe bile atmamızı emretsen, atarız.” demelerine rağmen, yine de Allah katından hakkında emir gelmeyen konularda ashabıyla istişare eder ve onların görüşlerini alır, onlara değer verirdi.

Tüm işlerine düzen hâkimdi. Vakitlerini taksim ederek değerlendirir ve bu hususta ashabına tavsiyede bulunurdu.

Savaşta taktik uygulardı. İslâm düşmanlarının casuslarını gafil avlamak için birtakım konuları açığa vurmadan ashabına uygulatır ve sonuçta başarılı olurdu.

 Bir işin sağlam temel üzerine oturtulmasına önem verirdi. Ashaptan bazılarının herhangi bir konudaki eleştirilerini dinler ve onları kendi kararının doğruluğuna güzellikle ikna ederdi.

Yersiz övgüleri duymak istemezdi. Halkın cehaletten kaynaklanan yanlış algılamalarının gerçeğini onlara açıklardı. Peygamberimizin on sekiz aylık oğlu İbrahim vefat ettiği gün Güneş tutuldu. Halk Güneş tutulmasını İbrahim'in vefatıyla ilgili bir olay zannettiler. Resulullah halkın bu yanlış tasavvuru karşısında zaman kaybetmeden mescitte minbere çıktı ve; “Ey insanlar! Ay ve Güneş, Allah’ın iki büyük ayeti ve nişanesidir; birinin ölümü için tutulmazlar.”[10] buyurarak halkı aydınlattı.

Tebliğ Yöntemi

Resulullah (s.a.a)’in tebliğ üslûbu nasihat, hikmet ve güzel cidâl esasları üzerine kurulu idi. İslâm'ı tebliğ konusunda kolaylıktan yanaydı. Tebliğinde asla şiddete baş vurmazdı. Sözleri hep ümit ve müjde verici idi. Onun bu yumuşak tavrı karşısında ona karşı şiddet uygulayan veya saygısızlık edenlere kızmaz, onların hidayeti ve bağışlanması için Allah'a dua ederdi. Onların hak ve hakikatten uzak kalmalarına son derece üzülürdü. Öyle ki, Cenab-ı Hak; “Bu söze inanmayanların ardından üzülerek neredeyse kendini mahvedecek­sin!”[11] buyurarak, bu kadar üzülmemesi gerektiğini hatırlatır. Ashabına da aynı yöntemi tavsiye ederdi. Ashabından birini Yemen'e İslâm'ı tebliği etmek için gönderdiği zaman ona şöyle tavsiyede bulundular: “Kolaylaştır, zorlaştırma! Müjdeci ol, halkın nefret ve dağılmasına sebep olan şeylerden kaçın!” [12]

İlme Önem Vermesi

Resulullah (s.a.a), ilim ehline değer verir, bütün ashabını ilim öğrenmeye teşvik ederdi. Bu hususta şu kadarı yeter ki; “İlim öğrenmek, her Müslümana farzdır.”[13] buyurarak ilim öğrenmeyi erkek kadın herkese farz kılmış, “Beşikten mezara kadar ilim talep edin.” buyurarak da ilmin yaşı olmadığını vurgulamış, “Çine gitmeniz gerekse de ilmi talep ediniz.”[14] buyurarak da Müslümanlara ilmin tek kurtuluş yolu olduğunu belirtmiştir.

İbadeti

Resulullah (s.a.a), gecelerini az bir istirahattan sonra hep ibadetle geçirirdi. Bir gün hanımlarından birisi ona; “Ey Allah'ın Habibi! Sen ki bağışlanmışsın, neden bu kadar ibadet ediyorsun?” deyince cevabında şöyle buyurdular: “Neden Allah'ın şükreden bir kulu olmayayım!”[15]

Başkalarına ibadette orta yollu olmayı tavsiye ederdi. İnzivaya çekilen, ailesini terk ederek ibadetle meşgul olanları eleştirirdi. Ashaptan bazıları böyle yaptıkları için onlara; “Sizin vücudunuzun ve ailenizin üzerinizde hakları vardır; onlarla ilgilenmekle vazifenizi yerine getiriniz.” Buyurdular.

Cemaatle namaz kıldıklarında yaşlıların, zayıfların durumunu gözeterek çabuk bitirmeye çalışırdı. Tembelliği sevmezdi, ümmetini çalışmaya teşvik ederdi ve; “İbadet yetmiş kısımdır; en iyi ve makbul olanı ise, helâl yoldan kazanç elde etmektir.” buyururdu.

Zühdü

Resulullah (s.a.a), dünyaya karşı hiç ilgi duymazdı. Kalbinde dünya sevgisi diye bir şey yoktu.

Hz. İmam Ali (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a)'i şöyle anlatıyor: “O, yerde yemek yerdi, köleler gibi otururdu, ayakkabısını kendisi tamir ederdi, elbisesini kendisi yamardı. Eğersiz merkebe biner, biri daha varsa terkine bindirirdi. Evinin kapısına, üstünde resimler bulunan bir perde asılmıştı. Zevcelerinden birine; “Şunu kaldır; ona baktıkça dünya ziynetlerini hatırlıyorum.” buyurdular. Dünyayı gönlünden çıkarmıştı, onu anmayı hatırından geçirmezdi, dünyayı o kadar gözden çıkarmıştı ki, ne gönül bağlayacağı güzel bir elbisesi vardı, ne de üstünde oturacağı beğenilecek bir yaygısı. Gerçekten de yüce Allah, Muhammed'i (Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun) kıyametin bildiricisi, cennetin müjdeleyicisi ve azaptan korkutucu olarak gönderdi. Dünyadan karnı boş olarak çıkıp gitti; ahirete ayıplardan, suçlardan esen olarak vardı. Kendi namına tek taşı taş üstüne koymadan yolunu tuttu. Rabbinin davetine icabet etti. Allah bize ne de büyük bir lütufta bulunmuştur ki, onu bize örnek olarak göndermiştir. Onun izini izlemekteyiz, yolunda yürümekteyiz.” [16]

İbn-i Abbas şöyle diyor: “Bir gün Ömer, Hz. Resulullah (s.a.a)'in yanına geldiğinde, onu bir hasır üzerinde uzanmış olarak gördü. Hasır, Peygamber’in mübarek bedeninde izler bırakmıştı. Ömer; “Ey Allah'ın Peygamberi! Altınıza bir yaygı alsaydınız.” dedi. Bunun üzerine Peygamber ona şöyle buyurdu: “Dünya benim neyime? Benim ile dünyanın misali, sıcak bir günde yolculuk yapan bir biniciye benzer ki, bir saat ağacın gölgesinde dinlenir, sonra da orayı terk edip gider.” [17]

Yine İbn-i Abbas şöyle diyor: “Hz. Resulullah (s.a.a) vefat ettiğinde zırhı, ailesine yiyecek olarak aldığı otuz sâ (yaklaşık doksan kilo) arpa karşılığında bir Yahudinin yanında rehin idi.” [18]

Tevazusu

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a) bir eve girdiğinde, meclisin girişten en aşağı kısmında otururdu.” [19]

Enes bin Malik şöyle diyor: “Resulullah (s.a.a) hastaların ziyaretine giderdi, cenazeleri teşyi ederdi, kölenin davetini kabul ederdi, merkebe binerdi. Hayber, Benî Kureyza ve Benî Nazir günleri (onlarla savaştığı günler) yularlı bir merkebe binmişti, altında liften bir palan vardı.” [20]

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a) mebus olduğu günden, dünyadan göçene dek bir yere dayanarak yemek yemedi; köleler gibi yemek yerdi, onlar gibi otururdu.” Hadisi nakleden diyor ki: “Ben neden böyle yapıyordu?” dedim. İmam (a.s); “Allah Tealâ'ya tevazu etmek için.” buyurdular. [21]

Ebuzer şöyle diyor: “Peygamber, ashabının arasında otururdu. Bu yüzden yabancı biri geldiğinde onu tanımaz ve; “Hanginiz peygambersiniz?” diye sorardı. Bunun üzerine biz, Nebiyy-i Ekrem'den yabancı biri geldiğinde onu tanıyabilecek bir yerde oturmasını istedik ve böylece çamurdan yüksek bir oturak yaptık. Hazret onun üzerinde otururdu, biz de onun etrafında otururduk.” [22]

Hz. İmam Sadık (a.s), Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Ben ölene kadar beş şeyi benden sonra sünnet olması için terk etmem: Kölelerle yerde yemek yemeyi, semerli merkebe binmeyi, keçiyi elimle sağmayı, yünlü elbise giymeyi ve çocuklara selâm vermeyi.” [23]

Emanettarlığı

Peygamber'in emanettarlığı dost düşman tarafından kabul edilen en bariz sıfatlarındandı. O, bu yönüyle herkesin güvenini kazanmış ve bu özelliği sebebiyle kendine “Emin” lakabı verilmişti.

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Emanetleri sahiplerine geri verin. Çünkü Resulullah (s.a.a) iğne ve ipliği bile sahibine geri verirdi.” [24]

Cömertliği

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hz. Resulullah (s.a.a) insanların en cömerdi, en şecaatlisi, en doğru konuşanı, en vefakârı, en yumuşak huylusu, en uyumlusu idi. Kim onu ilk gördüğünde heybeti altında kalırdı, ama onunla arkadaşlık edip tanıyınca ona aşık olurdu. Ben onun benzerini ne öncekilerden, ne de sonrakilerden görmedim.” [25]

Abdullah bin Ömer şöyle diyor: “Ben Hz. Resulullah (s.a.a)'den daha cömert, daha yardım sever, daha şecaatli ve daha temiz bir kimseyi görmedim.” [26]

Cabir bin Abdullah şöyle diyor: “Hz. Resulullah (s.a.a), kendisinden bir şey isteyen hiçbir kimseye hayır demedi.” [27]

İbn-i Abbas, Hz. Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Ben Allah'ın terbiye ettiği kimseyim. Ali de benim terbiyemle terbiye edilmiştir. Rabbim bana cömertliği ve ihsanı emretmiş, cimrilik ve sertlikten de nehyetmiştir. Allah katında cimrilikten ve kötü huyluluktan daha sevilmeyen bir şey yoktur. Bu ikisi, sirkenin balı bozduğu gibi hayır ameli bozar.” [28]

Sabrı

Emir’ül-Müminin Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir Yahudinin Resulullah (s.a.a)'den birkaç dinar alacağı vardı. Peygamber’den o parayı istedi. Resulullah (s.a.a); “Ey Yahudi! Şimdi yanımda sana verecek bir param yoktur.” buyurdu. Yahudi; “Ey Muhammed! Paramı vermedikçe senden ayrılmayacağım!” dedi. Resulullah (s.a.a) cevaben; “Bu durumda ben de seninle birlikte otururum!” buyurdular.

Resulullah (s.a.a) onunla birlikte oturdu. Öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarını da orada kıldı. Resulullah (s.a.a)'in ashabı o Yahudiyi tehdit etmeye başladılar. Resulullah (s.a.a) onlara bakıp şöyle buyurdu: “Onunla ne işiniz vardır?” Ashap; “Ey Resulullah! Bu Yahudi seni hapsetmiştir!” Resulullah (s.a.a) onların cevabında; “Allah Tealâ beni, bir zimmî veya başka birisine zulmetmek için mebus etmemiştir.” buyurdular.

Gün yükseldiğinde Yahudi şöyle dedi: “Allah'tan başka bir ilâh olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ediyorum; malımın yarısını Allah yoluna bağışladım. Allah'a andolsun ki, sana karşı böyle davranmam, sırf senin Tevrat'taki vasfını sende görmem içindi. Ben senin Tevrat'taki vasfını okumuştum. Onda şöyle yazılmıştı: “Abdullah oğlu Muhammed Mekke'de dünyaya gelecektir, Teybe'ye (Medine'ye) hicret edecektir, sert ve katı kalpli değildir, sövüş etmez ve çirkin söz ağzına almaz.” Ben Allah'tan başka bir ilâhın olmadığına, senin de O'nun elçisi olduğuna şehadet ediyorum. Bu benim malımdır, Allah nerede emretmişse, onu orada harca.” [29]

Şecaati

Hz. Ali (a.s)'dan şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Bedir savaşında biz (sıkıya düştüğümüzde) Resulullah'a sığınıyorduk. O, düşmana hepimizden daha yakındı; o gün o, herkesten daha güçlü idi.” [30]

Enes bin Malik şöyle rivayet etmiştir: “Resulullah (s.a.a), insanların en şecaatlisi, en güzeli ve en cömerdi idi. Bir gece Medine halkı bir dehşete kapıldı; herkes sese doğru hareket etti. Resulullah (s.a.a) onlarla karşılaşıp Ebu Talha'nın atına binmiş ve kılıcını boynuna asmış olduğu hâlde şöyle buyuruyordu: “Korkmayınız! O ses, denizin (dalgalarının) sesidir!” [31]

Oturuşu

Resulullah (s.a.a), genellikle bir şeye dayanmadan iki dizi üzerine oturur, ayağının birini diğerinin üstüne atardı. Asla bağdaş kurarak oturduğu görülmedi. [32]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a) oturduğunda genellikle kıbleye doğru oturuyordu.”[33]

Bir gün adamın birisi camiye girdi, Resulullah (s.a.a) yalnız oturmuştu. Adam için yer açtı. Adam Resulullah'ın bu hareketini görünce; “Ya Resulullah! Yer geniştir.” dedi. Bunun üzerine, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: “Müslümanın, Müslüman kardeşinin üzerindeki olan bir hakkı da, onun kendi yanında oturmak istediğini gördüğünde, onun için yer açmasıdır.” [34]

Hz. Resulullah şöyle buyurmuştur: “Biriniz gitmek üzere meclisten ayrıldığında selâm vererek ayrılsın. Bir yerde önce oturmuş olup da oradan ayrılan sonra gelip orada oturandan orada oturmaya daha evlâ değildir.” [35]

Devamı gelecek sayıda…

 


[1]– Kalem Suresi: 4

[2]– Âl-i İmrân Suresi: 159

[3]– Mekarim’ül-Ahlâk, c. 1, s.45

[4]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.233

[5]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.234

[6]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.235

[7]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.235

[8]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.233

[9]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.135

[10]– Bihar’ül-Envar, c.21, s.409

[11]– Kehf Suresi: 6.

[12]– Sahih-i Buharî, c.5, s.204

[13]– Bihar- ül Envar c.1, s.177

[14]– Bihar’ül-Envar, c.1, s.177

[15]– Nur’us-Sekaleyn, c.3, s.367, Bihar’ül-Envar, c.16, s.294

[16]– Nehc’ül-Belâğa, 159. hutbe

[17]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.239

[18]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.239

[19]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.240

[20]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.229

[21]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.242, 261

[22]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.229

[23]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.215

[24]– Mecmuat’ül-Verram, c.1, s.20

[25]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.231

[26]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.231

[27]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.231

[28]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.231

[29]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.216

[30]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.232

[31]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.232

[32]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.241

[33]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.240

[34]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.240

[35]– Bihar’ül-Envar, c.16, s.241