“Alimlerin afeti makam sevgisidir.” Gurer’ul-Hikem, 3930 İmam Ali (a.s)

Ehl-İ Beyt İmamlarının (A.S) Yaşamında Mücadele Unsuru

Ehl-İ Beyt İmamlarının (A.S) Yaşamında Mücadele Unsuru

 

 

İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamenei bu konuş-mayı 1986 yılında Meşhed'de düzenlenen "Uluslararası Hz. İmam Rıza (a.s) Kongresi"nde yapmıştır.


 

Veliyy-i Emr-i Müslimin Ayetullah HAMENEİ


Bismillahirrahmanirrahim

 
Öteden beri var olan arzulardan birinin, bu toplantıda gerçekleşmiş olmasından dolayı, Allah'a şükürler olsun. Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) gurbeti (yalnızlığı), bu büyük insan-ların yaşam dönemleriyle son bulma-dı. Asırlar boyunca, bu büyüklerin yaşamlarının önemli, belki de asıl boyutlarına ilgi gösterilmemesi, onla-rın tarihi gurbetine süreklilik kazan-dırmış oldu. Bu asırlar boyunca ya-zılmış olan kitaplar ve yazılı belgeler yakinen benzersiz bir değer taşımak-talar; çünkü bu büyüklerin yaşamı ile ilgili rivayetlerin bir bölümünü gelecek nesiller için koruyabilmişler-dir. Fakat 250 yıl boyunca hidayet imalarının yaşamının uzanan çizgi-sini oluşturan "şiddetli mücadele un-suru", onların ilmi ve manevi boyut-ları ile ilgili rivayetler, hadisler ve şerh-i haller (biyografiler) arasında kaybolmuştur. Biz imamların yaşa-mını bir ders ve bir örnek olarak öğrenmeliyiz, yalnızca görkemli ve değerli bir hatıra olarak değil; bu da bu büyüklerin siyasi metod ve tavrı-nın göz önünde bulundurulmasıyla mümkün olabilir.
Ben şahsen imamların (a.s) yaşa-mının bu boyutuna ilgi gösterdim. Şunu sizlere arzetsem iyi olur sanı-rım; ilk olarak 1972 yılında meşak-ketli bir imtihan ve zor olan bir sına-ma sırasında bu konuya ilgi göster-meye başladım. Her ne kadar daha önceleri imamlara, tevhid kelimesinin yükselmesi ve ilahi hükümetin kurulması için fedakârlık eden müca-deleciler olarak ilgi duyuyordumsa da, o dönemde ansızın benim için gün ışığına çıkan bir nükte oldu; o nükte şudur: Bu büyüklerin yaşamı bazıla-rının çelişki hissettiği zahiri farklılık-lara rağmen, genel olarak hicretin on birinci yılında başlayan ve 250 yıl süreyle devam edip Hicri 260'ıncı senede Gaybet-i Suğra'nın başlama-sıyla son bulan uzun ve sürekli bir harekettir. Bu büyükler bir birlik-tirler ve bir şahsiyettirler. Onların he-def ve yönelişlerinin bir olduğundan şüphe edilemez. Öyleyse biz İmam Hasan-ı Müçteba'nın (a.s) yaşantısını ayrı, İmam Hüseyn'in (a.s) yaşantı-sını ayrı ve İmam Seccad'ın (a.s) yaşantısını ayrı olarak tahlil (analiz) edip, Allah etmesin, bu üç imamın siretinin (yaşamının) zahiri farklılık-lardan dolayı birbirine muhalif ve birbiriyle çelişmekte olduğuna ilişkin tehlikeli yanılma tuzağına düşmeye-lim.
Biz 250 sene yaşayan ve hicretin on birinci senesinde bir yola ayak basıp, Hicri 260'ıncı seneye kadar bu yolda yürüyen tek bir insan farzet-meliyiz. Bu büyük ve masum insanın tüm hareketleri bu bakış açısıyla anlaşılıp yorumlanabilir. Masum ol-masa dahi, akıl ve hikmet sahibi olan her insan, uzun süreli bir harekette, yerine göre geçici taktikler ve alternatiflere sahip olacaktır. Bazen sert bir şekilde ve bazen de yumuşak bir şekilde hareket etmeyi gerekli görmesi mümkündür. Hatta bazen hekimane bir şekilde geri adım atması da mümkündür. Fakat o geriye adım atma dahi, onun hikmetini, ilmini ve kolladığı hedefi bilenler açısından ileriye doğru bir hareket sayılır. Bu bakış açısıyla, Emir-ül Mü'minin Ali'nin (a.s) yaşamı, İmam Müçteba'nın, İmam Hüseyn'in (a.s), ve H. 260 yılına kadar diğer sekiz imamın yaşamıyla birlikte, sürekli bir hareket oluştur-maktadır.
Bu konu o yıl benim dikkatimi çekti ve bu bakış açısıyla bu büyük-lerin yaşamına girdim, her ne kadar ilerlediysem bu fikir daha da teyid olundu.
Tabii ki bu konuda konuşmak bir meclisin (oturumun) kapasitesini aşı-yor. Fakat Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'inden olan bu aziz büyükler ve masumların yaşamının sürekli bir siyasi yönelişle birlikte olduğuna dik-katle hayatlarının bu yönü ayrı bir konu olarak ele alınabileceğine binaen bugün bu konuya değinece-ğim. Geçen yılki mesajımda genel olarak imamların, özellikle de seki-zinci imamın yaşamında had safhaya varan siyasi mücadeleye değinmiş-tim; bugün ise bunu biraz açmak ve ayrıntılarıyla arzetmek istiyorum.

ŞİDDETLİ SİYASİ MÜCADELENİN MEFHUMU
İlk olarak şunu sormak gerek, bizim imamlara atfettiğimiz siyasi mücadele veya şiddetli siyasi müca-dele ne demektir?
Maksat şudur ki, masum imamla-rın (a.s) mücadelesi, bu süre içerisin-de gerçekleşen kelami mücadeleler gibi yalnızca ilmi, itikadi ve kelami bir mücadele değildir. Sizler İslam tarihinde mu'tezile ve eş'ariler hare-keti ve diğer mücadelelerin gerçekleş-tiğini görüyorsunuz. İmamların bu oturumlar, ders halkaları, hadis be-yanı, maarif nakli ve ahkâm beya-nında bulunmaktan maksatları, yal-nızca kendilerine bağlı olan kelamî veya fıkhî bir mektebi ispatlamak değildi. Bundan daha fazlaydı.
İmamların mücadelesi, Hz. Zeyd b. Ali ve geri kalanlarının, keza Beni-l Hasan (Hz. Hasan'ın oğulları) ile Âl-i Cafer'den bazılarının yaşamın-daki silahlı mücadele türünden de değildi. Böyle bir mücadele metodu imamların tarihinde görülmemekte-dir. Ancak burada şuna değinmem gerekir ki, (daha sonra eğer yeri gelirse ve vakit olursa daha detaylı anlatacağım) silahlı mücadelede bulunanları mutlak bir şekilde hatalı görmüyorlardı. Bazılarını silahlı mü-cadeleden dolayı değil de başka nedenlerden dolayı hatalı görüyorlar-dı. Bazılarını ise tam anlamda teyid ediyorlardı. Bazılarına da cephe geri-si yardım şeklinde katılıyorlardı.
İmam Sadık'tan (a.s) rivayet olu-nan bu hadise dikkat edin:
"Her zaman Âl-i Muhammed'-den birisinin kıyam etmesini sevi-yorum ve kıyam edenin ailesinin nafakasını da kabullenirim."
Mali yardım, haysiyet yardımı, yer vermek ve gizletmekte yardımda bulunmak ve benzeri yardımlar. Fakat kendileri, bizim tanıdığımız imamlar (a.s) silsilesi olarak, silahlı mücadeleye katılmıyorlardı. Siyasi mücadele ne o ilkidir ve ne de bu ikincisi. Siyasi mücadele, siyasi hedef taşıyan mücadeleden ibarettir. O siyasi hedef nedir? O hedef, İslami hükumetin ve bizim tabirimizle "Alevi Hükumet"in kurulmasından ibarettir.
İmamlar, Resulullah'ın (s.a.a) vefatından tâ Hicri 260'ıncı seneye kadar İslam toplumunda ilahi hüku-met kurma çabasındaydılar. Asıl iddia budur. Tabii kendileri dönemin-de İslami hükumet kurmak istedik-lerini, yani her imamın kendi döne-minde bir İslami hükumet kurmak istediğini söyleyemeyiz. Orta süreli, uzun süreli ve bazen de yakın süreli gelecekler vardı. Örneğin İmam Hasan Müçteba (a.s) döneminde bizim görüşümüze göre kısa süreli bir gelecek için İslami hükumetin kurulmasına çaba gösteriliyordu. Şu söz İmam Hasan Müçteba'nın sözü-dür:
"Kim bilir, belki de sizler için bir fitne veya belli bir zamana kadar yararlanacağınız bir vesiledir bu."
İmam, bu sözü,  "Siz niye sessiz kalıyorsunuz?" diyen Müseyyib b. Necbe ve diğerlerine cevap olarak söylüyordu. İşte o geleceğe işarettir.
İmam Seccad (a.s) döneminde ise kendi görüşüme göre orta süreli gelecek için hükumetin kurulmasına çaba gösteriliyordu. Bununla da ilgili arzedeceğim kanıtlar ve belgeler vardır.
İmam Bâkır (a.s) döneminde de büyük bir ihtimalle kısa süreli gele-cek için bir hükumetin kurulmasına çaba gösteriliyordu.
Sekizinci İmamın şehadetinden sonra ise büyük bir ihtimalle uzun süreli gelecek için hükumetin kurul-masına çaba gösteriliyordu.

Sözün kısası, ne zaman için hükumet? Farklıydı, ama sürekli var-dı. İmamların (a.s), bir insanın nef-sinin olgunlaşması, yücelmesi ve Allah'a yaklaşmasıyla ilgili manevi ve ruhi faaliyetlerinin dışında ders, hadis, ilim, kelam, ilmi rakibe karşı istidlalde bulunma, siyasi düşman karşısında kendini savunma, bir grubu destekleyip teyid etme, diğer bir grubu reddetme gibi işlerinin tümü bu doğrultudadır, İslami hüku-meti kurmak içindir. İddia olunan budur.
Tabii ki bu konu üzerinde görüş ayrılığı vardır ve olacaktır da. Ben de görüşümün ve anlamış olduğum şe-yin kabul edilmesi üzerinde ısrar etmiyorum. Bu ip ucu üzerinde dikkatlice durulması ve imamların (a.s) yaşamının yeniden gözden geçi-rilmesi üzerinde ısrar ediyorum. Biz birkaç yıldır gerek imamların tümü ve gerekse bu büyüklerin her ferdi için bu konunun kabul edilebilir delillerle belgelendirilmesi için çaba göstermişiz. Tabii ki bazı deliller geneldir. İmametin, nübüvvetin deva-mı olduğu türünden olan deliller gibi. Biz nebinin ilk imam olduğunu bili-yoruz. İmam Sadık'ın (a.s) sözlerinde "Hiç şüphesiz, Resulullah (s.a.a) imam idi" cümlesine rastlıyoruz. Resulullah (s.a.a) ilahi adalet ve hak düzenini kurmak için kıyam etti, sürekli mücadelesiyle de o düzeni oluşturdu ve yaşadığı sürece onu korudu. Nebi'nin devamı (takipçisi) olan imamın böyle bir düzenden gafil kalması mümkün değildi. Bu, genel bir istidlaldir; tabii ki daha fazla bahis ve çeşitli noktalara dikkatle, bu konu takip edilebilir. Bazı deliller de, imamların kendi sözleri veya onların yaşam tarzı ve metodundan çıkan delillerdir. Bu noktaya dikkatle ve bu yönelişin zekice ve tüm incelikleriyle kavranmasıyla, bütün onlar anlam kazanmış olur. Şu da bir gerçektir ki, zamanın şartları ve durumlarının anlaşılması, imamların o günkü du-rumunun idrakine bir miktar yardım edebilir.  O zamandan kalmış böyle şeyler elimizde vardır. Malumunuz,  hapishanenin karanlık hücresinin içinde, insan, İmam Musa b. Cafer'in (a.s) ziyaretnamesinde geçen: "Zin-danda ve karanlık çukurlarda işkence edilen ve ayakları zincir halkalarıyla ezilene (İmam Musa b. Cafer'e) selam olsun." cümlesinin nedenini, anlamını ve yönünü doğru bir şekilde anlayabilir. Her halukârda bu, hakkında biraz konuşmak iste-diğimiz rota ve yöneliştir; ben ko-nuyla ilgili kavramış olduklarım hakkında az da olsa bu meclise (otu-ruma) bir şeyler arzetmek istiyorum.

Eğer siyasi mücadele unsurunu belirlemek istersek, kısacası şunu söylemem gerekir: Siyasi mücadele unsuru ne sözle yapılan mücadelede ve ne de silahlı mücadelede göze çarpan şey değildir. Hicri ikinci asrın tarihini iyi bilenler ve Hicri 100'üncü yılın öncelerinden Benî Abbas hükumetinin başlangıcı olan Hicri 132'inci yıla kadarki süre içerisinde Benî Abbas'ın hareketlerini mütalaa edenler, imamların yaşamındaki şid-detli siyasi mücadeleyi, Benî Abbas'-ın (Abbasiler'in) yaşamında görülen şeye benzetebilirler. Tabii ki Benî Abbas'ın yaşamını, onların mücade-lesini ve onların çağrısını mütalaa etmeyen kimseler için bu benzetme tam anlamda ikna ve ifade edici olmaz. Buna benzer bir şey imam-ların yaşamında var, tabii özdeki farklılıklarla. Benî Abbas'ın hedefiyle imamların hedefi ve onların taktik-leriyle imamların taktikleri arasında ve onların önde gelenleriyle imamlar arasında büyük fark vardır. Ama işin planı ve şekli takriben birbirine ben-zemektedir. Bunun içindir ki, bazı yerlerde bu iki akımın birbirine karış-tığını görüyoruz. Yani Benî Abbas'ın çalışma şekli veya tebliğ çalışma tarzının Âl-i Ali'nin çalışmasına ya-kın olmasından dolayı, Hicaz ve Irak'tan uzak olan yerlerde, Âl-i Ali'nin hattı (rotası) olduğu zehabını uyandırmaya çaba gösteriyorlardı. Hatta Benî Abbas hareketinin başlan-gıcında, Müsevvideler,  Horasan'da ve Rey'de siyah elbise giyip "Bu siyah elbise, Kerbela şehitleri, Zeyd ve Yahya'nın matem elbisesidir" diyorlardı. Hatta başlarındaki bir grup Âl-i Ali için çalıştıklarını zanne-diyorlardı. Böyle bir hareket imamla-rın yaşamında vardı. Tabii ki söyle-diğim gibi, hedefte, metodlarda ve şahıslardaki üç unsuru farklılıkla. İmamların yaşamındaki siyasi müca-delenin anlamı budur.
İMAMLARIN (A.S) MÜCADELESİNİN GENEL
ŞEMASI
Burada ilk olarak imamların mü-cadelesi hakkında genel bir şemayı sunmayı gerekli görüyorum; daha sonra bu mücadelenin o büyüklerin hayatlarındaki bazı görüntülerine (parametrelerine) değineceğiz.
İlk üç imam, yani Emir-el Mü'mi-nin Ali, İmam Hasan-ı Müçteba ve Seyyid-üş Şüheda İmam Hüseyn'in (a.s) dönemleriyle ilgili genel şemaya (tabloya) değinmeyeceğim. Onlar hakkında çokça konuşulmuş ve tak-riben hiç kimsenin, onların hare-ketlerinde siyasi bir yönelişin (rota-nın) olduğunda kuşkusu yoktur. Bu yüzden İmam Seccad'ın (a.s) döne-minden başlıyoruz.
Benim görüşüme göre, İmam Seccad'ın döneminden, yani Hicri 61 yılından 260'ıncı yıla kadar olan 200 senelik dönemde üç aşama vardır:
İlk Aşama: Hicri 61'den Mansur-i Abbasi'nin hilafetinin başlangıcı olan 135'inci yıla kadarki dönemdir. Bu aşamada hareket bir noktadan başlayarak tedricen keyfiyet kaza-nıyor, kökleşiyor, genişliyor ve 135'-inci yıla kadar zirveye tırmanıyor. Seffah'ın ölüm yılı ve Mansur'un hilafetinin başlangıcı olan Hicri 135'inci yılda durum değişiyor, yeni sorunlar oluşuyor ve büyük ölçüde ilerlemeyi durduruyor. Siyasi bir mücadelede bu gibi şeylere rastlanır. Kendi mücadele dönemimizde de benzerine rastladık.
İkinci Aşama: Hicri 135'inci yıldan başlayıp İmam Rıza'nın (a.s) şehadet yılı olan Hicri 202 veya 203'e kadar devam eden süredir. Bu aşamada hareket ve mücadele 61'inci yıla göre daha yüksek, daha derin ve daha geniş bir noktadan, ama yeni sorunlarla başlıyor ve İmam Rıza'nın (a.s) şehadet senesine kadar git gide zirveye tırmanıyor, genişliyor ve adım adım zafere yaklaşıyor. İmam Rıza'nın (a.s) şehadetinden sonra hareket yine duruyor.
Üçüncü Aşama: Me'mun'un 204 senesinde Bağdad'a gitmesi ve onun hilafetiyle başlamaktadır. Me'mun'un hilafet dönemi, imamların en zor ve en sıkıntılı dönemlerinden biridir. Halbuki Şia'nın yayılması o dönemde her zamandan daha fazlaydı. Benim görüşüme imamların o gündeki meşakket ve sıkıntısı da her zaman-dan daha fazlaydı. Kendi kanaatımca uzun süreli hedef için telaş ve mücadelenin yapıldığı dönem bu dönemdir. Yani imamlar Gaybet-i Suğra'dan öncesi için artık çaba gös-termiyorlar, daha sonraları için ortam oluşturmaya çaba göseriyor-lar. Bu dönem Hicri 260'ıncı yıla kadar devam ediyor. Bu dönemlerden her birinin özellikleri vardır. Ben kısaca bu dönemlerin özelliklerini sizlere açıklayacağım.

BİRİNCİ DÖNEMİN BAŞLANGICINDA VAR OLAN SORUNLAR

1- Vahşet Ve Korku Atmosferi:
İmam Seccad (a.s) ile İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'ın (a.s) döneminin bir bölümünde oluşan birinci dönemde birçok zorluklarla iş başlatılıyor.
Kerbela hadisesi, Şia'nın erkânını, hatta tüm İslam dünyasını  şiddetli bir şekilde sarstı. Öldürme, takip altına alma, işkence ve zulüm geç-mişte var olan şeylerdi. Ama Pey-gamber evlatlarının öldürülmesi, Peygamber ailesinin esareti, şehirden şehire götürülüp dolaştırılması ve henüz Peygamber'in, ağzını ve duda-ğını öptüğünü gözleriyle görmüş olanların yaşadığı halde, Peygam-ber'in torunu, Hz. Zehra'nın (s.a) aziz oğlunun başının mızrağa takılması, İslam dünyasını şaşkına uğratan olaylar zincirinin bir halkasıydı. Hiç kimse, işin bu noktaya varacağına inanmıyordu. Hz. Zeyneb'e atfedilen şu şiir eğer gerçekten ona ait ise, "Ey kalbimin parçası, bunun yazılmış ve takdir edilmiş olduğunu hiç de düşünmedim."  hiç kuşkusuz bu inanmamazlık ve kabul edemeyişi göstermektedir ve halkın tümünün düşündüğü de bu idi. Ansızın siyase-tin başka bir siyaset ve şartların, sıkı tutma ve baskıların şimdiye kadar tahmin edilenin çok üstünde olduğu hissedildi. Tasavvur bile edilmeyen şeyler gerçekleşti. Bunun için şiddetli bir korku, tüm İslam dünyasını sardı. Yalnızca Kufe'de bu korku yaşanma-dı O da sadece Tevvabin (tövbe edenler) ve daha sonra ise Muhtar'ın bereketinden dolayı idi. Halbuki Kerbela vakıası yüzünden o günlerde Medine ve diğer yerlerde, hatta Mekke'de Abdullah b. Zübeyr'in Kerbela vakıasından kısa bir süre sonra kıyam başlatmış olmasına rağmen oluşan korku, İslam dünya-sında benzerine rastlanmamış bir korkuydu. Irak ve Kufe'de de her ne kadar Tevvabin  hareketi Hicri 64 ve 65 yıllarında, Irak'ın durgun ve mah-zun atmosferinde yeni bir hava estirdiyse de fakat onların son nefere kadar hepsinin şehid edilmesiyle yeniden korku ve baskı havası arttı ve Emevi makanizmasının düşmanları olan Muhtar ve Mus'ab b. Zübeyr birbirlerinin canına düşüp Mekke'de bulunan Abdullah b. Zübeyr, Kufe'de bulunan Ehl-i Beyt taraftarı Muhtar'ı tahammül edemeyince ve Muhtar'ın Mus'ab b. Zübeyr tarafından öldü-rülmesi ardından bu korku ve vahşet daha da artıp ümitler daha da azaldı. Bilahere Abdulmelik iş başına geç-tikten kısa bir süre sonra tüm İslam dünyası Emeviler'in sultasına geçti. Abdulmelik tam 21 sene güçlü bir şekilde yönetimi elinde tuttu.
Burada özellikle "Harre" macera-sına değinmem gerek. Müslim b. Ukbe'nin, Hicri 64 senesinde Medi-ne'ye saldırmasında korku ve paniğin daha da artması ve Ehl-i Beyt'in tam anlamda gurbetliğe (yalnızlığa) itil-mesine neden oldu. Bu hadisenin özeti kısaca şöyledir: Yezid, Hicri 62 senesinde, Şam'ın komutanlarından tecrübesiz bir genci Medine'ye atadı. Bu genç kendi zannıyla Medinelileri Yezid'e ısındırmak (Yezid'i onlara sevdirmek) için Medine halkından bir grubu Şam'a gidip orada Yezid'le görüşmeye davet etti. Onlar da kalkıp Şam'a gittiler ve orada Yezid'le görüştüler. Yezid 50 ilâ 100 bin dirhem mükafatlarla onları mükafat-landırdı. Fakat ya sahabi veya sahabi çocuğu olan bu grubun efradı, Yezid'in teşkilatını (şatafatını) görün-ce ona karşı daha da öfkelenip deği-şerek Medine'ye geri döndüler. Ğasil-ul Melaike (meleklerin yıkadığı) olan Hanzala'nın oğlu Abdullah, emirlik iddiasıyla  kıyam edip, Medine'yi merkezi hükumetten ayrı ilan etti. Yezid de Müslim b. Ukbeyi kıyamı sindirmek için Medine'ye gönderdi. Medine'de öyle bir facia oluşturdular ki, tarih kitaplarında ağlatıcı ve bu trajedik dönem, halkın daha fazla korku, vahşet ve paniğe kapılmasına neden oldu.
2- Fikri Çöküş: Bu korku ve vahşetin yanında bir diğer faktör daha bulunuyordu. O da İslam dün-yasının dört bir yanında geçen yirmi yıllık süre içerisinde dini talimata (eğitime) ilgisizlikten kaynaklanan fikri çöküş idi. Hicri 40'ıncı yıldan sonraki yirmi yıllık dönem içerisinde, din ve iman talimi (eğitimi), ayetlerin tefsiri ve Peygamber'in ağzından gerçeklerin beyan edilmesi o kadar azalmıştı ki, halk inanç ve iman prensipleri açısından oldukça boşal-mış ve içten çürümüştü. İnsan o dö-nem halkının yaşantısını mikroskobik bir şekilde inceleyip, tarih ve çeşitli rivayetleri mülahaza edip değerlen-dirdiğinde bu konu daha bir açıklık kazanmış olur. Tabii ki toplumda alimler, kariler, muhaddisler ve mukeddesatçılar vardı. Onlar hakkın-da da bir şeyler söyleyeceğim. Fakat halkın geneli imansızlık ve şiddetli bir inanç zaafı ve sarsıntısına düçar olmuşlardı. İş öyle bir aşamaya var-mıştı ki, hilafet makanizmasının bazı uşakları, nübüvvet üzerinde soru işa-reti bırakıyorlardı. Kitaplarda şöyle geçmekte: Emevilerin çok alçak ve adi satılmışlarından biri olan Abdul-lah Kasrî, hilafetin nübüvvetten üstün olduğunu söylüyor ve buna şu şekilde istidlalde bulunuyordu: Siz bir kim-seyi ailenizde yerinize tayin ediyor-sunuz; bu mu size daha yakın, yoksa kendisi aracılığıyla birine mesaj gönderdiğiniz kimse mi? Açıktır ki, ailenizde yerinize tayin ettiğiniz kim-se size daha yakındır. Öyleyse Allah'-ın halifesi (Resulullah'ın halifesi de demiyorlardı) Allah'ın Resulü'nden daha yücedir!

Bu sözleri Halid b. Abdullah Kasrî diyordu, muhakkak diğerleri de diyorlardı. Ben, Emeviler ve Abbasil-er dönemi şairlerinin şiirlerini tetkik ettiğimde, Abdulmelik döneminden itibaren "halifetullah" tabirinin şiir-lerde tekrarlandığını gördüm. Öyle ki insan bu halifenin, Peygamber halife-si olduğunu da unuttuğunu gözlemi-yor. Abbasiler dönemine kadar bu durum devam etmiştir. Beşşar b. Burd'un, Yakub b. Davud ve Man-sur'un hicvinde söylemiş olduğu şiir-de de bu tabir geçmiştir. Yani halife-yi yerip taşlamak istedikleri zaman dahi, "halifetullah" tabirini kullanı-yorlardı.
O zamanın, Cerir, Ferazdak, Ne-sib ve diğerleri gibi yüzlerce büyük ve meşhur şairi, halifeyi övücü şiirlerinde "halifetullah" tabirini kul-lanıyorlardı. Bu, halkın inançlarından bir nümuneydi. Dinin temel prensip-lerine olan iman, bu derece gevşemiş-ti.
3- Ahlakî Bozukluk: Halkın ahlakı da şiddetli bir şekilde harap olmuştu. Ebu-l Ferec'in "el-Eğani" kitabını mütalaa ettiğimde önemli bir nokta gözüme çarptı. O nokta şudur: Hicri 80 ve 90 yıllarıyla elli ve altmış sene sonrasına kadar, en büyük şar-kıcılar, çalgıcılar, ayyaşlar ve dünya zevki peşinde olanlar ya Medine'den veyahut da Mekke'den idiler. Şam'da halifenin canı sıkılıp, müzik arzula-yıp seçkin bir şarkıcı ve çalgıcı iste-diğinde, meşhur şarkıcı ve çalgıcılar ile seçkin müzisyenler ve ses sanat-kârlarının merkezine dönüşen Mekke ve Medine'den birisini Şam'a getiri-yorlardı. En kötü, en saçma ve boş şiir söyleyen şairler, Mekke ve Medine'de idiler. İlahi vahyin nazil olduğu yer, fuhuş ve ahlaksızlık yu-vasına dönüşmüştü. Bizim Mekke ve Medine ile ilgili bu acı gerçekleri bilmemiz iyidir. Maalesef İmamlar ile ilgili yaygın eserlerimizde böyle şeylerden bir haber yok. Mekke'de Ömer b. Ebi Rabia isimli bir şair vardı. Perdesizce ve çekinmeden her türlü saçmalığı ve boş lafı, şiir sanatı ve gücünün doruk noktasında söyle-yebilen şairlerden biriydi. Onun maceraları ve bu tip şairlerin ne yaptıkları, o günlerin gamlı tarihinin bir faslını oluşturmaktadır. Tavaf, şeytan taşlanması ve diğer mukaddes sahneler, onların saçmalıkları ve ahlaksızlıklarına şahid oluyordu.
Bu Ömer b. Ebi Rabia öldüğünde ravi, Medine'de genel yasın yaşandı-ğını ve Medine caddelerinde halkın ağladığını ve gittiğin her yerde genç-lerden bir topluluğun oturmuş Ömer b. Ebi Rabia'nın ölümüne üzüldükle-rini söylemekte. Ravi daha sonra şöyle diyor: Gözyaşı döküp ağlar sız-lar halde, iş için evinden çıkan bir cariye gördüm. Cariye, gençlerden bir gruba rastlayınca ondan niye bu kadar ağlıyorsun, diye sordular. Cariye, bu adam (Ömer) elden gitti, bunun için ağlıyorum, dedi. Genç-lerden birisi, fazla üzülme, Haris b. Halid Mahzumi adında bir şair Mekke'de var. O da Ömer b. Ebi Rabia gibi şiir söylüyor, deyip onun şiirlerinden birini okudu. Cariye bu şiiri işittiğinde gözyaşlarını silip şöyle dedi: "Haremini boş bırakmayan Allah'a şükürler olsun!!" İşte Medine halkının ahlaki durumu bu idi. Mekke ve Medine halkının gece partileri hakkında kitaplarda anlatıl-mış olan birçok şey görüyorsunuz. Sadece toplumun alt ve adi sınıfları-nın fertleri arasında değil, her türlü halk kitlesinin bireyleri arasında durum bundan ibaretti. Eş'ab b. Tamma gibi şair ve palyaço olmakla meşhur olan aç, dilenci ve bedbaht birisi ile çarşı pazar halkından tut, Kureyş'in ve hatta Haşimoğulları'nın önde gelenlerinin çocukları arasında da aynı durum yaşanıyor ve partiler düzenleniyordu. Gerek kadın ve gerekse erkek olsun, Kureyş'in önde gelenlerinin çoğusu bu fuhuş bataklığında boğulmuş kimselerden-diler. Bu şahsın (Haris b. Halid'in) emirliği döneminde, bir gün Talha'-nın kızı Aişe tavafla meşgul idi ve bu emir ona gönül vermişti. Ezan vakti oldu, o hanım; söyle tavafım bitme-den ezan okumasınlar, dedi. Haris ikindi ezanı okumamaları emrini verdi. "Sen tavaf etmekte olan bir kimsenin hatırı için halkın namazının ertelenmesi emrini mi veriyorsun?" diye ona itiraz edildi. Haris, Allah'a yemin ederim ki, eğer yarın sabaha kadar tavafı sürmüş olsaydı ezan okumamalarını söyleyecektim, diye cevap verdi!!
4- Siyasi Bozukluk: İşte o zama-nın durumu bundan ibaret. Fikri du-rum öyle; ahlaki bozukluk o derece-de. Bu ikisinden ayrı olarak, siyasi bozukluk da bir diğer faktör idi. Büyük şahsiyetlerin geneli, hükumet adamları tarafından sağlanan maddi istekler ahırında otlanıyorlardı. Daha önceleri İmam Seccad'ın (a.s) talebe-si olan Muhammed b. Şehab-ı Zühri, öyle bir duruma düşüyor ki, İmam Seccad'ın (a.s) o meşhur mektubu kendisine gönderiliyor. Aslında bu mektup tarih içindir ve onun ne gibi bağlılıklara kapıldığını ve Muham-med b. Şehab gibilerinin çok olduğu-nu göstermektedir. Merhum Meclisi, İbn-i Ebi-l Hadid'den naklen ürpertici bir konuyu nakletmektedir.  Merhum Meclisi, "Bihar-ül Envar" adlı kita-bında Cabir'den naklen İmam Sec-cad'ın (a.s) şöyle buyurduğunu yaz-mıştır:
"Halkla ne yapacağımızı bilmi-yoruz; Allah Resulü'nden (s.a.a) işittiğimizi söylediğimizde gülüyor-lardı; mevcut durumu görünce de sessiz kalamıyoruz."
Kabul etmedikleri gibi, bir de alay ederek gülüyorlardı. Daha sonra bir macerayı nakletmektedir. Şöyle ki: İmam Seccad (a.s) bir topluluğa bir hadis nakletti, o topluluk arasında bulunan birisi alay edip, kabul etmedi. Daha sonra Said b. Müsey-yeb ve Zühri hakkında onların sapık-lardan olduğunu söylüyor. (Elbette ben Said b. Müseyyeb konusunda bunu kabul etmiyorum; çünkü onun İmam'ın yaranlarından olduğuna dair birçok delil vardır. Ama Zühri ve diğer birçokları konusunda durum böyle idi.) Daha sonra İbn-i Ebi-l Hadid'in o zamanın büyükleri ve önde gelen şahsiyetlerinden birçokla-rının ismini getirdiğini ve bunların hepsinin Ehl-i Beyt'ten sapık (kopuk) olduğunu kaydederek İmam Seccad'-ın (a.s) şöyle buyurduğunu yazmak-ta:
"Mekke ve Medine'de bizi seve-cek yirmi kişi yoktur."
İşte İmam Seccad'ın (a.s) o büyük işi başlatmak istediği dönemin duru-mu buydu. Daha sonraları İmam Sadık (a.s) bu dönem hakkında şöyle buyuruyor:
"Aşura hadisesinden sonra üç kişi İslam üzere kaldı ve bu üç kişi-nin dışında halkın hepsi mürted oldu." Daha sonra bu üç kişinin isimlerini veriyor: Ebu Halid el-Kabuli, Yahya b. Ümmi Tavil ve Cübeyr b. Mut'im.
Allame Şuşteri, Cübeyr b. Mut'im'in doğru olmadığı ve bu ada-mın Hakim b. Cübeyr b. Mut'im olduğu kanısındadır. Bazı rivayetler-de ise Muhammed b. Cübeyr b. Mut'im olduğu belirtilmiştir. Bihar-ül Envar'da geçen bir rivayette ise dört kişinin adı verilmiştir, bazı rivayet-lerde ise beş kişinin ismi verilmiştir. Bunlar birbirleriyle toplanabilir. İşte İmam Seccad'ın durumu bundan ibaret idi; böyle çorak bir alanda o, işiyle meşgul oluyor. Durum böyle iken İmam Seccad'ın ne yapması gerek?

İMAM SECCAD'IN (A.S) SORUMLULUĞU
İmam eğer o hedefi yürütmek (ta-kip etmek) isterse, üç sorumluluk altında olduğunu hisseder:
Birincisi: Zamanın insanlarına dini bilgileri vermesi gerek. Biz eğer İslami bir hükumet kurmak istersek, halkı dini bilgiye aşina etmeden böyle bir hükumetin oluşumuna ümit bes-leyemeyiz. Buna binaen ilk iş, halka dini bilgilerin öğretilmesidir.
İkincisi: Terkedilmiş ve tamamen zihinlerden uzaklaştırılmış veya kötü bir şekilde mana edilmiş olan imamet meselesinin halka açıklanıp halkın zihinlerinde yeniden onarılması ge-rek. İmamet ne demektir? Kimin imam olması gerek? İmamın ne gibi şartları haiz olması gerek? Çünkü her ne olursa olsun, toplumun bir imamı vardı; o da Abdulmelik idi. Halk onu imam biliyordu, toplumun önderi idi. Daha sonraki bahiste (imam mevzu-sunda) arzedeceğim gibi bizim son birkaç asır boyunca imam mefhu-mundan anlamış olduğumuz, İslam'ın ilk yıllarındaki imam mefhumundan tamamen farklıdır. O zaman Ehl-i Beyt imamlarının (a.s) hem muhalif-leri ve hem de taraftarlarının, imam mefhumundan anladıkları bizim bu gün İslam Cumhuriyeti'nde bildiği-miz mefhumun aynısıydı. Biz imam-ı ümmet (ümmetin imamı), milletin rehberi, yani din ve dünyanın hakimi diyoruz.
Oysa bizim son iki üç asır içeri-sinde, imam mefhumundan anladığı-mız başka bir şey idi. Hakim (yöneti-ci) isminde toplumda birisi var, o halktan vergi alıyor, halkı savaşa götürüyor, halkı barışa çağırıyor, halkın işlerine bakıyor, devlet daire-lerine çeki düzen veriyor, devlet kuruyor ve kanunları açıp daraltıyor (kabz u bast ediyor). Öte yandan alim denilen bir kimse vardır. O da halkın namazını düzeltiyor ve gücü yettiği kadar buna benzer işler yapıyor. İmam Seccad (a.s) da kendi döneminde daha sonraki dönemlerin alimi pozisyonundaydı. Halife kendi işini yapıyordu; o da ya halkın dinini veya da ahlakını düzeltiyordu. Son asırlar boyunca bizim imam mefhu-mundan anladığımız bu olmuştur.
Halbuki İslam'ın ilk yıllarında herkesin imam mefhumundan anladı-ğı bundan farklıydı. İmam, yani top-lumun önderi, din ve dünya önderi. Emeviler böyle bir makam iddiasın-daydılar. Dünyanın keyif ve lezze-tinde gark olmuş o mahmurların (ayyaşların) hepsi bu iddiada bulunu-yorlardı. Onlar da kendilerini imam diye niteliyorlardı. Vaktimiz olursa, inşaallah bu alanda da konuşacağım. Diyeceğim o ki, toplumun imamı vardı, o da Abdülmelik idi. İmam Seccad'ın halka imametin anlamı, imametin yönü, imametin şartları, imamda olması lazım ve zorunlu olan şeyler ve olmadığı takdirde kimsenin imam olamıyacağı şeyleri anlatması gerekiyordu. Kısacası imamet mese-lesini açıklaması lazımdı. Bu da ikin-cisi.
Üçüncüsü: Ben imamım, yani orada (hilafet makamında) oturması gereken benim, demesi gerek.
 İmam Seccad'ın (a.s) yapması gereken bu üç iş idi. İmam, en fazla birinci iş için çaba göstermiştir. Söy-lediğim gibi durum öyle bir durum idi ki, ben imamım, demesine sıra gelmiyordu. Halkın dininin ve ahlakı-nın düzelmesi ve bu fesat bataklığın-dan çıkması gerekiyordu. Dinin özü-nün özü ve asıl ruhu olan manevi yönelişin yeniden toplumda ihya edilmesi gerekiyordu. Bunun içindir ki, İmam Seccad'ın (a.s) yaşantısı ve sözlerinin zühd (dünyadan yüz çevirmek) etrafında olduğunu görü-yorsunuz; hepsi zühd. Hatta siyasi hedeflerle ilgili bir konuşmanın baş-langıcında dahi şöyle buyurmaktadır:
"Dünya konusunda zâhid olan ondan yüz çevirip ahirete yönelen-lerin alameti…"
Veya kısa sözlerinden birinde her-kes için cazip olan dünyanın maddi rengi ve helmesini şöyle tavsif etmek-tedir:
"Bu leşi kendi ehline bırakacak bir hür (insan) yok mu? Nefisleri-nizin karşılığı cennettir, sakın onu başka şeye satmayın."
İmam Seccad'ın (a.s) sözlerinin çoğu zühd ve marifet ile ilgilidir. Fakat marifeti (Allah'ı ve dini tanı-mayı) dua kalıbında beyan ediyor. Çünkü söylediğimiz gibi o zamanın boğucu ve musait olmayan durumu, İmam Seccad'ın (a.s) o halk ile açık-ça konuşmasına izin vermiyordu. Hükumet erkânları ( makanizmaları) bırakmadığı gibi halk da istemiyor-du. Zaten toplum liyakatı olmayan, yok olmuş ve zayi edilmiş bir toplum idi; onarılması gerekiyordu. İmam Seccad'ın (a.s) Hicri 61 yılından 95 yılına kadarki 34-35 senelik yaşantısı bu şekilde geçti. Tabii ki zamanın geçmesiyle durum da düzeliyordu. Bunun içindir ki, İmam Sadık (a.s) "Hz. Hüseyn'in (a.s) şehadetinden sonra üç kişi dışında halkın hepsi mürted oldu." hadisinin devamında şöyle buyurmaktadır:
"Daha sonra halk katılıp çoğal-dılar."
Durumun böyle olduğunu görüyo-ruz. İmam Bâkır'ın (a.s) dönemine gelince  (daha sonra arzedeceğim) durum değişiyor. Tabii ki bu değişik-lik, İmam Seccad'ın 35 senelik çaba-larının bir sonucuydu.
İmam Seccad'ın (a.s) sözlerinde kadro oluşturmaya da ilgi gösteril-miştir. Değerli "Tuhaf-ul Ukul" kita-bında İmam Seccad'dan (a.s) birkaç uzun söz nakledilmiştir. Ben, eğer var ise, İmam Seccad'dan (a.s) bu gibi sözlerin başka nümunelerini bul-mak için diğer kitaplara bakmadım ve olacağını veya pek fazla olacağını da tahmin etmiyorum. Kısa sözlerini demiyorum. Tuhaf-ul Ukul'da İmam hazretlerinden nakledilen iki üç ay-rıntılı hadisin dışında, uzun sözlerinin olacağını zannetmiyorum. Bu hadis-lerin dili ve hitap şekli, İmam Seccad'ın (a.s) yaptığı işi göstermek-tedir. O üç hadisten birisinin halkın geneline hitap edildiği bellidir. Çün-kü "Ey insanlar" hitabıyla başlıyor.  Bu hitapta İslami maarif (öğretiler) hatırlatılıyor. İmam hazretleri bu ayrıntılı hadiste şöyle buyurmaktadır:
"İnsanı mezara koyduklarında rabbinin kim olduğunu, peygambe-rinin kim olduğunu, dinin ne oldu-ğunu ve imamının kim olduğunu ondan sorarlar."
Bu dil, imamın tebliğat şemsiyesi altında bulunan avam halkın derdine değen, yumuşak ve hafif bir dil idi. Ama bir diğer hadis ise başka bir şekilde başlamakta ve içeriği de hadisin havasa ait olduğunu göster-mektedir. Hadis şu şekilde başlıyor:
"Zalimlerin hileleri, kıskançla-rın haddini aşmaları ve zalimlerin zulmüne karşı bizler ve sizler için Allah yeterlidir, tağutlar sizi fitneye düşürmesinler."
Bu dil halkın geneli ile ilgili değil-dir, özel bir gruba ait olduğu bellidir. Üçüncü bir dil kullanımı daha vardır ve bazı konularından bunun daha sınırlı bir topluluk ve daha seçkin ve yakın kimselerle ilgili olduğu anlaşıl-maktadır. Şayet bu dilin (ahengin) muhatapları imametin sırlarını ve imamın hedefli çabalarını bilen grup-tur ve bunlar imamın mahremleri zümresinden idiler. Bu grup için kul-lanılan dilde, dostlara yönelik hitap şöyle başlıyor:
"Dünya konusunda zahid olan, ondan yüz çevirip ahirete yönelen-lerin alameti şudur: Kendilerinin istediğini (ahireti) istemiyen dost ve arkadaşlarını terkederler."
İmamın bu süre içerisinde veya muhtelif dönemlerde veya muhtelif topluluklara hitaben iki üç çeşit be-yan tarzı ve talimatının olduğunu tahmin etmek mümkündür. Bazı be-yanları o şekilde; bazı beyanları da bu şekilde. Bazılarında hakim maka-nizma ve zamanın tağutuna işaret edilmekte; diğer bazılarında ise genel konular ve İslami meselelerin açık-lanmasıyla yetinilmiş ve başka bir şey gündeme getirilmemiştir. İşte  İmam Seccad'ın 35 yıllık yaşantısı. Bu süre içerisinde İmam yavaş yavaş o karanlık ve zulmet çevreyi, o gafil ve habersiz insanları bir taraftan şeh-vetin pençesinden ve öte yandan zalim makanizmaların sultasıyla bu makanizmalara bağlı alimlerin ke-mendinden kurtarıp kurtuluşa erdiri-yordu. Genel olarak İmam, geleceğin işlerine temel olabilecek mü'min, ilgi duyan salih bir topluluk oluşturmaya çalışıyordu. Tabii ki İmam hazret-lerinin yaşamının ayrıntılarıyla ilgili bahis ve konuşma saatlerce zaman gerektirmektedir. Zamanın kısıtlılı-ğından dolayı şimdilik bu kadarıyla yetiniyorum.

İMAM BÂKIR'IN (A.S) DÖNEMİ
Daha sonra sıra İmam Bâkır'a (a.s) geliyor. İmam Bâkır'ın (a.s) ya-şamında aynı rotanın uzantısını mü-şahede ediyoruz. Şu farkla ki, İmam Bâkır (a.s) döneminde durum daha iyi olmuştu ve bu dönemde dini eğitim ve İslami öğretilere daha fazla ağırlık veriliyordu.
İlk olarak, halk artık Peygamber'-in (s.a.a) Ehl-i Beyt'ine daha önceleri olduğu gibi ilgisiz ve şefkatsiz değil-di. İmam Bâkır (a.s) Medine camisi-ne girdiğinde sürekli olarak bir grup onun etrafında halka kurup onun ilminden yararlanıyordu. Ravinin biri şöyle diyor: "İmam Bâkır'ı (a.s) Medine camisinde gördüm. Etrafında Horasan ehli ve diğer yerlerden kimseler vardı. Uzak memleketler-den, Horasan ve başka yerlerden bir grup onun etrafında toplanmışlardı." Bu, tebliğatın dalgalar gibi İslam dünyasının dört bir yanına yayılmak-ta olduğunu ve uzak bölgelerde yaşa-yan insanların gönlünün Ehl-i Beyt'e yaklaşmakta olduğunu göstermekte-dir. Bir başka rivayette şöyle denil-miştir: "Horasan ehli onun etrafında oturup kendisini aralarına almışlardı ve İmam helal ve haram meseleler konusunda onlara konuşuyordu." Zamanın büyük alimleri İmam Bâkır'dan (a.s) ders alıyorlar, ondan yararlanıyorlardı. İbn-i Abbas'ın talabesi olan İkrime gibi meşhur bir şahsiyet, İmam Bâkır'ın (a.s) yanına hadis öğrenmeye geldiğinde (belki de İmam'ı imtihan için geliyordu) elleri ayakları titriyor ve İmam'ın kucağına düşüyor. Daha sonra kendisi de buna taaccüp ederek şöyle diyor: "Ben İbn-i Abbas gibi büyükleri gördüm ve onlardan hadis işittim, ama ey Resulullah'ın (s.a.a) oğlu, senin kar-şında bana hasıl olan halet (durum) asla baş göstermemişti."
Bakın İmam Bâkır (a.s) ona neyi buyuruyor:
"Yazıklar olsun sana ey Şamlı-ların kölesi! Sen Allah'ın isminin zikredilmesi ve yüceltilmesine izin verdiği evleri karşısında bulunu-yorsun."
Senin karşında maneviyatın aza-meti vardır, bunun içindir ki böyle titriyorsun ey Şamlıların küçük köle-si.
Zamanın fakihlerinin, büyüklerin-den olan Ebu Hanife gibi birisi, İmam Bâkır'ın (a.s) yanına gelip on-dan dini ahkâm ve bilgileri öğreni-yordu. Diğer birçok alim İmam Bâkır'ın  (a.s) talebesiydi. İmam Bâkır'ın (a.s) ilmi ünü dünyanın her tarafına ve dünyanın her bucağına yayılıyor ve İmam, "Bâkır-ul Ulum" (ilimlerin yarıcısı) sıfatıyla şöhret kazanıyor.
İmam Bâkır (a.s) döneminde sos-yal durumun, halkın duygusal duru-munun ve imamlara (a.s) olan say-gılarının ne kadar değiştiğini görü-yorsunuz. Bu arada İmam Bâkır'ın (a.s) siyasi haraketinin de daha şid-detli olduğunu görüyoruz. Yani İmam Seccad'ın (a.s) Abdulmelik karşısında muhalefete karine olabile-cek bir sözü, kaba bir lafı veya her-hangi bir sertliği yoktur. Abdulmelik herhangi bir konu hakkında İmam Seccad'a (a.s) mektup yazar ve İmam da onun cevabını verirdi. Tabii ki Peygamber oğlunun cevabı sürekli olarak muhkem, metin ve kırıcı bir nitelik taşıyordu. Fakat bu cevaplar-da düşmanca açık bir saldırı yoktur. Fakat İmam Bâkır (a.s) hakkında bu durum başkadır. İmam Bâkır'ın (a.s) hareketi, Hişam b. Abdulmelik'i vah-şete sokacak nitelikteydi. İmam'ın gözaltında olması gerektiğini anlayıp onu Şam'a götürmek istiyor. Elbette İmam Seccad'ı (a.s) da imameti döneminde (Kerbela'dan başlayan birinci defadan sonra) zincire vura-rak Şam'a götürdüler. Ama oranın durumu başka idi ve İmam Seccad (a.s) daha temkinli bir tavır sergili-yordu. Fakat İmam Bâkır döneminde dil tonunun daha da sertleştiğini gö-rüyoruz
Ben, İmam Bâkır'ın (a.s) ashabıy-la yaptığı müzakerelerde, hükumet, hilafet ve imamete çağrı belirtileri-nin, hatta gelecek ile ilgili müjdenin bulunduğu birkaç rivayet gördüm.
Rivayetlerden biri Bihar-ül En-var'da şu muhteva ile nakledilen riva-yettir:
"Ebu Cafer'in (İmam Bâkır) (a.s) evi bir toplulukla dolu idi. Bastonuna dayanmış yaşlı bir adam geldi, selam verip muhabbetini dile getirdikten sonra İmam Bâkır'ın (a.s) yanında oturup şöyle dedi: "Acaba benim sizin zafer döneminizi göreceğime ümit var mı? Çünkü ben sizin emrinizin, yani hükumet döneminizin gelmesini bekliyorum? ("Emr, bu emir, emriniz" gibi bu dönemin tabir-leri gerek imamlarla ashabı arasında olsun ve gerekse muhaliflerin arasın-da olsun, hükumet anlamına gelmek-tedir. Örneğin Harun'un Me'mun'a olan şu sözünde de "Allah'a yemin ederim ki eğer bu emir (hükumet) konusunda benimle çekişirse…" "bu emir" tabiri hilafet ve imamet için kullanılmıştır. Öyleyse "emrinizi bek-liyorum" yani "hilafetinizi bekliyo-rum".) Yaşlı adamın "Benim o güne kavuşup o günü görmemi ümit ediyor musun?" şeklindeki sorusuna İmam şöyle cevap veriyor: "Aynı bu soru Ali b. Hüseyin'den (Zeyn-ül Abidin'den) de sorulmuştu. (Tabii ki biz bunu İmam Seccad'ın rivayet-lerinde göremiyoruz. Anlaşılan şu ki eğer İmam Seccad (a.s) kalabalık bir topluluk içerisinde bu konuyu dile getirmiş olsaydı başkaları işitir ve bize de ulaşırdı. Büyük bir ihtimalle İmam Seccad'ın (a.s) gizli bir şekilde söylemiş olduğunu, İmam Bâkır (a.s) burada açıkça dile getirmektedir.) İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) ona şu cevabı vermişti:
 "Eğer ölürsen Peygamber ve evliya ile birlikte olacaksın, eğer yaşasan da bizimle olacaksın."
Gelecek konusunda şiileri ümit-lendirecek bu tür tabirler İmam Bâkır'ın (a.s) sözlerinde vardır. Bir başka rivayette kıyam için zaman belirlenmiştir; bu, ilginç bir şeydir. İyi bir senetle (rivayet zinciriyle), Kâfi kitabında Ebu Hamza-i Sumali'den naklen şöyle denilmiştir:

"Allah Teala Hicri 70. seneyi Alevi (Hz. Ali'nin (a.s) izinde olan) hükumetinin teşkili için mukadder kılmıştır. Ama Hüseyin (a.s) öldü-rüldüğünden dolayı, Allah Teala halka gazaplandı ve hükumetin teşkilini 140. seneye erteledi. Biz bu zamanı size söyledik; sizler ise ifşa ettiniz ve üzerinizdeki gizlilik per-desini kaldırdınız. Bunun için artık Allah Teala bize herhangi bir zaman belirlemedi. Allah istediği her şeyi mahv veya ispat eder ve yazılı kader onun elindedir."
Ebu Hamza diyor ki: "Ebu Abdil-lah (İmam Sadık) da bunun hakkında konuştu ve aynen böyledir dedi."
Sene 140 İmam Sadık'ın (a.s) ha-yatının sonlarına rastlamakta. Benim bu hadisi görmeden önce imamların yaşantısının seyrinden algıladığım şe-yin kendisiydi ve bana İmam Seccad'ın (a.s) ve İmam Bâkır'ın (a.s) bu şekilde kurulması için çaba gös-terdikleri hükumetin esasen (kural itibarıyla) İmam Sadık'ın (a.s) döne-mine rastlayacağı görünüyordu. İmam Sadık (a.s) 148 senesinde vefat etti. Bu vaad ise 140. sene içindir. 140 senesi daha önce önemini ve ne ölçüde etkili olduğunu beyan ettiğim 135 senesinden sonra, yani Mansur'-un iş başına geçtiği yıla tekabül etmektedir. Eğer Mansur iş başına geçmeseydi veya Benî Abbas olayı baş göstermemiş olsaydı, güya nor-mal ilahi takdir bu idi ki, 140 sene-sinde ilahi ve İslami hükumet iş başına geçmiş olsun. Tabii ki bu ayrı bir konudur, acaba imamlar böyle bir geleceği bekliyorlar mıydı, yoksa ilahi kazanın başka olduğunu bili-yorlar mıydı? Şimdi bu konuyu aç-mayacağım, bu konu kendi başına bahsimizin ayrı bir bölümünü oluştu-rabilir. Şimdiki sohbetimin konusu İmam Bâkır'ın (a.s) durumu hakkın-dadır. İmam 140. senede ilahi düze-nin kurulmasının mukadder kılındığı-nı söylüyor ve şu açıklamada bulunu-yor: "Biz onu size söyledik, siz ifşa ettiniz ve yüce Allah da onu ertele-di." Bu tür ümitlerin verilmesi ve vaadlerin dile getirilmesi, İmam Bâkır'ın (a.s) döneminin başlıca özel-liklerinden biridir.
Tabii ki İmam Bâkır'ın (a.s) yaşa-mından derli toplu bir tablo (görün-tü) elde etmek için, saatlerce onun yaşamı hakkında konuşmak gerek. Ben bu konuda da uzun konuşmalar ve bahisler yapmışım. Özetle söyler-sek İmam Bâkır'ın (a.s) yaşantısında siyasi mücadele unsuru daha açık ve nettir. Ancak silahlı mücadele şeklin-de değil. İmam'ın kardeşi Zeyd b. Ali kendisine kıyam konusunda başvuru-yor, İmam, kıyam etme diyor ve o da itaat ediyor. Bazılarının kendi tasav-vurlarınca İmam'ın, kıyam etme de-mesine rağmen kıyam ettiğinden dolayı Zeyd hazretlerine hakaret et-tiği görülmektedir, bu yanlış bir tasavvurdur. İmam Bâkır (a.s), kı-yam etme dediğinde o da itaat edip kıyam etmedi. Daha sonraları İmam Sadık (a.s) ile meşverette bulundu. İmam, kıyam etme demedi, aksine onu kıyama teşvik etti. Şehadetinden sonra da İmam Sadık (a.s), keşke ben de Zeyd ile olanlarla birlikte olsay-dım, temennisinde bulundu. Bunun için Hz. Zeyd'in merhametsiz bir şe-kilde eleştirilmesinin gereksiz olduğu-nu düşünüyorum. Evet, İmam Bâkır (a.s) hazretleri silahlı kıyamı kabul etmediler, fakat siyasi mücadele hayatında apaçıktı ve yaşamından bunu anlamak mümkündür. Halbuki İmam Secad'ın (a.s) döneminde gözle görülebilir siyasi bir mücadele hisse-dilmiyor.
Bu büyük zatın yaşam dönemi so-na erdikten sonra, İmam hazretlerinin mücadele hareketini Mina'daki  matem merasimiyle sürdürdüğünü görüyoruz. Mina'da kendisi için on yıl ağlamalarını vasiyet ediyor.
Bu, aynı mücadelenin devamıdır. İmam Bâkır'a ağlamak, o da Mina'-da, ne anlam taşımaktadır? İmamla-rın (a.s) yaşamında ağlamaya tahrik edilen macera, İmam Hüseyn'in (a.s) macerasıdır. Bu konuda kesin, ikna edici, müşahhas rivayetler vardır. Benim İmam Rıza'nın (a.s) hareketi anından başka ağlandığı yeri hatırla-dığım yoktur. İmam Rıza (a.s) (Medine'den Merv'e) hareket ettiğin-de kendisine ağlamaları için ailesini etrafına topladı. Tabii ki bu, tama-men siyasi ve rotası belli olan manalı bir hareket idi, ve İmamın vefatından öncesiyle ilgilidir. Ama İmam Bâkır (a.s) hakkında ağlamaya emredilmesi şehadetinden sonrasıyla ilgilidir. İmam bu konuda vasiyette bulunuyor ve malından 800 dirhemi bu işi Mina'da  yapmalarına ayırıyor. Mina Arafat'tan farklıdır, Meş'ar-ül Haram ve Mekke'nin kendisinden de farklıdır. Mekke'de halk dağınık hal-de ve herkes kendi işiyle meşguldür. Arafat ise bir sabahtan ikindiye kadardır, bundan fazla değil. Sabah geliyorlar, yorgundurlar, ikindiye doğru da kendi işlerine yetişmek için aceleyle gidiyorlar. Meş'ar ise gece-nin birkaç saatidir, Mina yolunda bir geçittir; ama Mina ard arda üç gece-dir. Bu üç gece ve gündüzde gündüz-leri kendilerini Mekke'ye yetiştirip tekrar geceleyin geri dönenlerin sayı-sı azdır. Genellikle orda kalınır. Bil-hassa o zamanlarda ve o günün şart-larında İslam dünyasının dört bir yanından gelen binlerce kişi aslında üç gece ve gündüz orada toplu hal-deydiler.
Herkes kolayca buranın tebliğat için münasip bir yer olduğunu an-layabilir. İslam dünyasının baştan başına ulaşması gereken her mesajın burada gündeme gelmesi yerindedir. Bilhassa, radyo, televizyon, gazete ve diğer iletişim araçlarının bulunmadı-ğı o günün şartlarında bu oldukça yerinde bir iş idi. Bir grup, Peygam-ber evlatlarından birisi için ağladığın-da ister istemez orada bulunanların hepsi soracaklar ki, niçin ağlıyorsu-nuz? Birkaç yılın geçmesinden sonra her ölen için bu kadar ağlamazlar, ona zulüm mü olmuş? Kim ona zul-metmiştir? Niçin ona zulüm olmuş-tur? Bu tür sorular söz konusu olur. İşte bu oldukça dakik (ince düşünen) ve hesaplı bir mücadelecinin siyasi hareketidir.
İmam Bâkır'ın (a.s) siyasi yaşamında dikkatimi çeken bir husus oldu; şöyle ki: Hicri birinci asrın ilk yarısında, hilafet konusunda Ehl-i Beyt'in dilinde dolaşan istidlallerin aynısını İmam Bâkır (a.s) tekrarlıyor. O istidlallerin özeti şudur ki: Arap-lar, Peygamber yüzünden acemlere  karşı onur ve iftihar kazanmışlardır, Kureyş ise Peygamber yüzünden Kureyş'in dışındaki Araplara karşı iftihar kazanmıştır. Eğer bu doğru ise biz Peygamber'in Ehl-i Beyt'i ve

 


yakınları böylece diğerlerine göre Peygamber'e daha yakın ve evlayız; bununla birlikte bizleri kenara itiyor-lar. Eğer Peygamber, Kureyş'in diğerlerine karşı iftihar vesilesi ve Arapların da acemlere karşı iftihar vesilesi ise, demek bizim de başka-larına karşı daha üstün ve evla olmamıza sebep olmaktadır. Bu istid-lal ilk asırda defalarca Ehl-i Beyt'in (a.s) sözlerinde tekrarlanmış olan bir istidlaldir. İmam Bâkır'ın (a.s) da, imamet dönemi olan Hicri 95 ila 114 yılları arasında bu sözleri tekrarladı-ğını görüyoruz. Hilafet için kanıt getirmek oldukça anlamlı bir şeydir.


Dipnotlar: