“Amelin afeti, ihlası terketmektir.” Gurer’ul-Hikem, 3949 İmam Ali (a.s)

Ehl-İ Sünnet’te İmamet VE Hilafet Anlayışı

Ehl-İ Sünnet’te İmamet VE Hilafet Anlayışı

Allame Murtaza ASKERI

 

 

İmam, ümmetin ileri gelenlerinden beş kişinin görüşüyle  veya önceki imamın sonraki imamı belirlemesiyle tayin edilir.

"Ehl-i Sünnet alimleri"

 

Bilindiği üzere İslam dininin iki önemli mektebi olan Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt mektebi, İslam'ın bel kemiğini oluşturan konularda olduğu gibi  teferruatta da aynı görüşü paylaşmak-talar. Hatta bir çok hükümlerde farkları yok sayılacak derecede azdır. Ama buna rağmen bu iki mektebin oluşmasına sebep olan bir takım  önemli farklar da mevcuttur. İmamet konusu bu iki mektebin ayrıldığı en önemli konulardan sayılır. Şimdi biz iki mektebin büyük alimlerinin dilinden bu konunun nasıl açıklandığını öğrenip bu iki görüşü birbiriyle karşılaştıralım. Ehl-i Sünnet'in saygı duyduğu büyük alimlerinden biri olan Kadı Maverdi Ahkam-us Sultaniyye adlı kitabında imamet makamına geçebilmekle ilgili olarak şöyle yazmıştır: *

"İmamete geçme iki şekilde düşünülebilir:

1- Halkın itimad ettiği ileri gelenlerin görüşüyle (en az beş kişinin ittifakıyla)

2- Önceki imamın nasb ve tayiniyle.

Ümmetin itimad edilir ileri gelenleri tarafından imamın seçilmesinde ve bu seçime katılanların tayini hakkında bilginler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları seçimin herkes tarafından kabul edilmesi için imamın, her şehir ve bölgenin ileri gelenlerinden oluşan bir grup tarafından seçilmesinin gerektiğine inanmaktadırlar Ama Birinci Halife Ebu Bekr'e bi'at vakıası bu görüşün batıl olduğunu göstermektedir. Çünkü Ebu Bekr'in hilafete seçilmesinde sadece orada hazır olanlar biat ettiler ve onlar imamın seçimine diğerlerinin de katılarak görüşlerini belirtmelerini beklemediler."[2]

Maverdi demek istiyor ki, sadece Beni Saide gölgeliğinde bulunanlar Ebu Bekr'i halife seçerek ona biat ettiler; Mekke, Yemame, Yemen, Bahreyn ve İslam dünyasının diğer kabile ve şehirlerinin ileri gelenleri bir yana, hatta Ebu Bekr'in hilafeti konusunda kendilerinin de görüşlerini almak için Medine'de bulunan diğer sahabilerin, Resulullah (s.a.a)’in amcası Abbas, damadı ve amcası oğlu olan Hz. Ali b. Ebi Talib gibi halkın ileri gelenlerinin ve diğer Haşimoğulları'nın gelmelerini dahi beklemediler.

İmamı Tanıma

Kadı Maverdi, imamı tanıma konusunda şöyle yazıyor:

"Bilginlerden bir grubu, halifenin adını ve kimliğini tanımanın, Allah ve Resulünü tanımak kadar farz olduğunu ileri sürmüşlerdir…"

Daha sonra da şunları ekliyor:  "Fakat Ehl-i Sünnet’in geneline göre, zamanın imamını icmali (yüzeysel) olarak tanımak halka farzdır ve bundan fazla araştırmak, eleştirmek ve bu konuya dikkat etmek gereksizdir!"[3]

İmamı Seçme

Maverdi kitabında şöyle yazar:

"Bilginlerden bir grup; "imamın seçimine halkın ileri gelenlerinden ve itimad edilir kişilerden en az beş kişi katılmalı ve bu beş kişinin hepsi bir kişinin hilafetini kabul ederek bu seçimde görüş birliği içerisinde olmalıdırlar. Veya o beş kişiden birisi diğer dört kişinin rızasıyla bir kişiyi hilafet ve imamete seçerek ona biat etmelidir” demişlerdir.

Bu grupta yer alanlar kendi iddiaları için iki delil öne sürmüşlerdir:

1- Ebu Bekr'in hilafete seçilmesi kavmin ileri gelenlerinden beş kişinin bey’atıyla gerçekleşmiştir ve bu beş kişi Ebu Bekr'in hilafete seçilmesinde görüş birliği içerisindeydiler. Daha sonra diğerleri onları izleyerek Ebu Bekr'e biat ettiler. Bu beş kişi şunlardan ibaretti: Ömer b. Hattab, Ebu Übeyde-i Cerrah, Ased b. Hazir, Beşir b. Sa'd ve Ebu Hüzeyfe'nin azad ettiği kölesi olan Salim.

2- Ömer kendisinden sonraki imamın seçimini altı kişiden oluşan şuraya bıraktı ve beş kişinin rızası ve görüş birliğiyle onlardan birisinin hilafete seçilmesi gerektiğini belirtti.

Bu görüş daha çok Basra alimlerinin görüşüdür.

Kufe bilginlerinden bazıları da imamın seçimi hususunda şöyle demişlerdir:

"İmam ve halife üç kişinin bey’atıyla seçilmelidir. Onlardan birisi bir kişiye biat etmeli, diğer ikisi de bu seçime razı olmalıdır ve imamın seçilmesi için bu sayı yeterlidir. Bu şekildeki seçim aynen evlilik akdi gibidir; evlilik akinde bir kişi akdi okur, iki kişi de şahid olur."[4]

Maverdi diyor ki:

"İmamet bir kişinin seçimiyle de olur. Çünkü Resulullah'ın amcası Abbas, Peygamber'in amcası oğlu Ali'ye dedi ki: "Elini uzat, sana biat edeyim ve halk da desin ki, Resulullah (s.a.a)’in amcası, onun amcası oğluna biat etti. O zaman hiç kimse sana muhalefet etmez. Bu konunun doğruluğunun delili, imam seçiminin, hükmüne itaat edilmesi gereken hakimin hükmü gibi olmasıdır."[5]

İmam ve Halife Tayini

Maverdi daha sonra ise şöyle devam ediyor:

"Dönemin müslümanları tarafından tarihte gerçekleşen iki olay delil gösterilerek, bir önceki halifenin tayin ve vasiyeti ile imamın seçilebileceğinde ittifak edilmiştir..

Bu iki olay şöyledir:

1-Ebu Bekr'in ölüm yatağında vasiyyet ederek Ömer'i kendi yerine seçmesi; bu vasiyyet üzerine Ömer hilafete erişti.

2- Ömer kendisinden sonra halife seçimini altı kişilik bir şuraya bırakması; böylece Ömer'e biat etmek Resulullah'ın diğer ashabının rızasına bırakılmadı; çünkü önceki imamın görüşüne uymak birinci derecede yer almaktaydı. Kendi yerine birini seçmek Resulullah'ın diğer ashabının onayını almaktan daha önemli ve önceliklidir."[6]

Ayrıca, ikinci halife altı kişilik şuranın görüşünün geçerli olması için ümmetin bunu tasvib etmesini gerekli bilmemiş ve  kendisinden sonraki halifeyi belirlemiştir. Ancak Ömer bir kişi yerine altı kişiyi tayin etmiştir.

Evet 1.halifenin bu tutumu Emevi, Abbasi ve diğerlerinin bunu bahane edip kendilerinden sonra yerlerine kimin geçeceğini belirleyerek,  Ebu Bekir ve Ömer'e uyduklarını öne sürmelerine sebep oldu.

Zorla da Halife Olmak Mümkündür!

Şeyh-ul İmam Ebu Ye'la Muhammed b. Hüseyin-i Ferra Hanbeli de Ahkam-us Sultaniye adlı kitabında bütün bu görüşlere değindikten sonra Ehl-i Sünnet'in ileri gelenlerinden diğer bir grubun "imam" hakkındaki görüşünü şöyle açıklamaktadır: "İmamete geçmek seçim ve atamayla olduğu gibi güç ve zor kullanılarakta bu makama geçip imam ve halife olmak mümkündür.[7]

Dolayısıyla: "Bir kimse kılıç zoruyla İslam ümmetine hakim olur, hilafet makamına geçer ve "emir-ul müminin" lakabı alırsa Allah'a ve kıyamet gününe inanan hiç bir müminin böyle bir halifeyi imam ve önder olarak kabul etmeden sabahlamaya hakkı yoktur; o halife ister sakınan ve takvalı bir kimse olsun, ister fasık ve zalim. Her iki durumda da  imam ve müminlerin emiri olduğu için itaati herkese farzdır!"

Kadı sözlerine şöyle devam ediyor:

"Bir kimse servet ve güç kazanmak için halifeye başkaldırırsa bu durumda zamanın halifesinin dost ve yardımcıları olacağı gibi onun da dost ve izleyicileri olacaktır. Bu halde Cuma namazının hutbesinde galip gelen imamın ismi anılmalıdır. Hırra savaşında olduğu gibi: Yezid muhaliflerini bastırmak için Medine üzerine ordu gönderdiği zaman Abdullah b. Ömer Medine halkına Cuma namazı kıldırıyor ve -hutbede-:"Biz Cuma namazını zafere ulaşan kimsenin adına kılacağız."[8] diyordu.

İmam ve halife seçimi konusunda Kadı Ebu Ye'la, Maverdi ve diğer Ehl-i Sünnet alimlerinin sözlerinden şu anlaşılıyor ki, İslam tarihinin geçmişinde bu alanda vuku bulan olaylar, nasıl gerçekleşmişse olduğu gibi dini hükümler olarak kabul edilmeli ve uyulmalıdır. Hulefa-i Raşidin ve diğerleri çeşitli yöntemlerle hilafete geçtikleri için hilafete geçmekle ilgili hükümleri anlamada farklı görüşler ortaya çıkmıştır.

İmama İtaat

Ehl-i Sünnet bilginlerine göre baştaki halife Resulullah'ın sünneti üzere  hareket etmese de yine itaati farzdır.  ve hiç bir müslümanın ona başkaldırmaya hakkı yoktur.

Müslim Sahih'inde Ebu Huzeyfe'den naklen Resulullah'ın şöyle buyurduğunu yazıyor:

"Benden sonra benim yolumda olmayan ve benim sünnetime göre hareket etmeyen imamlar başa geçecekler. Onların arasında kalplerinde şeytan gizlenen insan kılığında kimseler olacaktır."

Ravi diyor ki ben, "Ya Resulullah! Böyle imamların dönemini görecek olursam ne yapmam gerekir" diye sordum. Bunun üzerine Resulullah:

"Sırtına kırbaç vursa, malını-mülkünü elinden alsa da imama itaat etmelisin!" buyurdu.

Müslim Sahih'inde diğer bir yerde İbni Abbas'tan naklen Resulullah'ın şöyle buyurduğunu kaydeder:

"Bir kimse imamının çirkin bir iş yaptığını görürse sabretmeli -ses çıkarmamalı-. Çünkü bir karış bile kendini müslüman toplumdan  uzaklaştıran ve bu hal üzere ölen kimse cahiliye ölümüyle ölmüş olur; yani İslam üzere ölmez."

Diğer bir rivayete göre de Resulullah şöyle buyurmuştur:

"Kim İmamın emrine boyun eğmez de ondan bir karış miktarınca uzak kalır ve bu haliyle ölürse cahiliye ölümüyle ölmüş gibidir."

Yine Nafi'den şöyle nakletmişlerdir:

Ömer b. Hattab'ın oğlu Abdullah Yezid b. Muaviye'nin döneminde gerçekleşen Hirre olayında Resulullah'tan şöyle duyduğunu söyledi:

"İmam ve önderine itaat etmeyen kimse kıyamet günü eli boş olarak,  yersiz ve çirkin işine hiç bir delili ve mazereti kabul edilmemiş olduğu halde Allah Teala'nın huzuruna çıkacaktır. Bir yönetici ve hakime biat etmeksizin ölen kimse cahiliye ölümüyle ölmüş gibidir."[9]

Meşhur Ehl-i Sünnet bilgini Nevevi Sahih-i Müslim'e yazdığı şerhde çirkin işlerde ve günahta imama itaat etmek ile ilgili olarak şöyle diyor:

"Bütün Ehl-i Sünnet fakihleri, muhaddisleri ve görüş sahibi olan  kelamcılar, fasık,  zalim veya dini hükümlere uymayan imamın yönetimden alınarak ortadan kaldırılamayacağı görüşünde birleşmişlerdir. Böyle bir hakim ve yöneticiye karşı hiç bir durumda başkaldırmak caiz değildir. Bu konuda gelen açık hadisler gereğince ona nasihat etmek ve yol göstermek gerekir."

Nevevi  şöyle diyor:[10]

"Zalim ve bozguncu hakim ve yöneticilere karşı kıyam etme ve onlarla savaşmanın haram olduğu konusunda müslümanlar ittifak etmişlerdir. Bu mevzuyla ilgili hadislerden de bu husus anlaşılmaktadır. Ehl-i Sünnet, imam ve yöneticinin fasık ve bozguncu olmasından dolayı yönetimden alınamayacağı konusunda ittifak etmiştir"*

Tarihi Vakıalar

Beni Saide Sakifesi Olayı

Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra Ensar imamet makamını ve hakimiyeti ele geçirmek için bu makamın kendi hakları olduğunu iddia edip şu delilleri ileri sürüyorlardı:

"Resulullah ve diğer muhacirleri biz barındırdık. Bizim kılıçlarımızla İslam güçlendi; dolayısıyla imam ve halife bizden olmalıdır!"[11]

Muhacirler de Ensarın karşısında hilafet ve imametin kendi hakları olduğunu iddia edip şöyle diyorlardı:

"Resulullah bizim kabilemizdendi; biz nübüvvet soyundanız. Ayrıca -biz Kureyş kabilesindeniz ve Kureyş de Arapların en üstünü olduğundan- Araplar Kureyş dışında kimseye itaat etmezler; bu yüzden imam ve halife bizden olmalıdır."

Ensar ve Muhacirlerin hilafet için öne sürdükleri deliller karşısında Hz. Ali (a.s)’ın şu sözleri dikkat çekicidir:

"Resulullah'ın yerine geçmek için onun akrabası ve ashabı olmanın delil gösterilmesi gerçekten şaşırtıcıdır!"[12]

Başka bir yerde, nübüvvet ağacı olmalarını delil gösteren muhacirlere hitaben şöyle buyuruyor:

"Kureyş meyvesini (Ehl-i Beyt'ini) zayi ettikleri  halde -nübüvvet- ağacı olmayı delil getiriyor!"[13]

Evet; sonunda Beni Saide sakifesinde Ebu Bekr'e biat edildi. Ebu Bekr'e biat olayını Abdullah b. Seba kitabının Beni Saide faslında genişçe açıklamışızdır.

Ebu Bekir yaklaşık üç yıl hilafet makamında bulunup müslümanlara hükumet etti ve ölüm yatağındayken son nefeslerinde Kureyş muhacirlerinden olan Ömer'i kendi yerine halife olarak tayin etti. Halk da Ebu Bekr'in ölümünden sonra onun emri üzere Ömer'in hükumetine teslim oldular ve hilafet için ona biat ettiler.

İkinci halife yaklaşık oniki yıl hükumet etti ve ömrünün sonunda ölüm yatağında Kureyş'ten altı kişiyi seçti ve halifeyi seçmek için bu altı kişinin toplanarak anlaşmalarını ve aralarından bir kişiyi halife seçmelerini emretti. Bu seçimde altı kişiden biri olan Abdurrahman b. Avf'a özel bir hak tanıdı. Sonunda Abdurrahman bu avantajdan yararlanarak siyasi bir hareketle kayınbiraderi olan Osman'ı hilafete seçti.[14]

Üçüncü halife Osman da oniki yıl hükumet etti. Osman'ın bu oniki yıllık hükumetinin, özellikle ikinci yarısı fitne ve kargaşa dönemiyle meşhurdur.

Kargaşa ve fitneler, Osman ile Ümm-ül Müminin Aişe, Talha ve Zübeyr arasında sert tartışmalara sebeb oldu, Ümm-ül Müminin, Aişe'nin halkı tahrik etmesi, halkın ayaklanması ve Osman'ın öldürülmesiyle sonuçlandı.[15] Osmanın öldürülmesin-den sonra halk bu defa ne veliahd, ne altı kişilik şura, ne Sakife'nin ileri gelenlerinin halifeyi belirlemesine razı oldular. Hiç bir dış etkenin tesiri altında kalmaksızın topluca Hz. Ali b. Ebi Talib'e biat ettiler.

İmam Ali (a.s) dört yıldan fazla süren hilafet döneminin ilk aşamasında Ümm-ül Müminin Aişe'nin başlattığı itaatsizlik, savaş ve çekişmelerle karşılaştı. Bu konuda Aişe Hz. Ali'nin hükümetine karşı çıkan ve Osman’ın ölümünden sonra kendisi tarafından hilafet kürsüsüne aday olarak gösterilen halası oğlu Talha, Zübeyr ve Mervan b. Hakem'le işbirliği yaptı; sonuçta Basra'da tutuşturduğu Cemel savaşında yenilgiye uğradı.

Cemel savaşından sonra Sıffin savaşı vuku buldu ve hilafet makamına ulaşmak için Osman'ın öldürülmesini bahane eden Muaviye Sıffin'de Hz. Ali (a.s)’a karşı savaş başlattı. Tam Muaviye'nin yenilgisiyle İslam tarihinde köklü değişikler vuku bulmak üzereyken Amr b. As'ın hilesiyle Hz. Ali (a.s)’ın ordusunda ikilik başgösterdi. Bu ikilik bir taraftan utanç verici hakemiyet konusunun vuku bulmasına sebep olurken diğer taraftan da hakemiyet olayındaki çirkin emellerinin günahını Hz. Ali (a.s)’ın üzerine yıkmak isteyen bağnaz, mutaassıp bir grup olan Haricilerin başkaldırmasına ve kanlı Nehrivan savaşını meydana getirmelerine sebep oldu.

Hz. Ali (a.s) bu kısa hükumeti döneminde Muaviye ve kendisine muhalif olan diğerlerine, önceki halifelerin meşruiyetlerini isbatlamak için dayandığı, ilkelerle cevap veriyordu.

Hz. Ali (a.s) şehid oldu; ancak çok geçmeden hilafet Muaviyeyle başlayan Emevi söyunun  eline geçti. Emeviler de Ebu Bekr’in yolunu izlediklerini açıklayarak her biri kendi yerine halife seçiyorlardı.

Emevilerin hükumeti yaklaşık doksan yıl sürdü. Sonra Abbasiler hilafete geçtiler. Onlar da Emeviler gibi hareket ederek birinci halifeyi izlediler.

Maksadımız tarih yazmak değil,maksadımız İslam hükumetlerinde yüzlerce yıl boyunca imam ve halifenin nasıl seçildiğini açıklamaktır.

Tarih sayfalarını çevirdiğimizde Ehl-i Sünnet alimleri, kelam ve fıkıh kitaplarını telif ettikleri Abbasiler döneminde tarihi olaylara istinat ederek halife seçiminde uyulması gereken belli bir takım kurallar öne sürmüşler ve  bu kurallar  Ehl-i Sünnet'in hilafet hususunda özel siyasi-dinî düşüncesini oluşturmuştur. Bu düşünce kısaca şöyle özetlenebilir:

1- Halifenin itimad edilir kişiler tarafından tayini (ehl-i hal ve akd tarafından seçimi):

Halifenin tayininde "ehl-i hal ve akd" denilen itimad edilir bilirkişilerin en az kaç kişi olması konusunda üç görüş vardır:

a) Bu hususda onlardan birkaçının aynı görüşte olması yeterlidir; (Beni Saide sakifesindeki kargaşada bir kaç kişinin Ebu Bekr'e biat etmesiyle onun hilafete seçilmesi gibi.)

b) Hilafet, nikah akdinde olduğu gibi iki şahidin huzurunda bir kişinin biatıyla gerçekleşir.

c) Hilafet sadece bir kişinin biatıyla gerçekleşir; Resulullah'ın amcası Abbas'ın Hz. Ali'ye: "Elini uzat sana biat edeyim ki halk da sana biat etsin" dediği gibi.

2- Zorla hakimiyete geçmek: Bazı alimler,  zor kullanmakla  başa geçenin meşru halife olduğu  görüşündedirler!

3- Veliahd tayiniyle (atama şeklinde).

Bu konuda birinci halife Ebu Bekr'in Ömer'i kendi veliahdi olarak seçtiği, bunun doğruluk ve sıhhatinde ittifak ve icma edildiği ve Ebu Bekir'den sonra Ömer'in hilafetinin kabul olduğu söylenmektedir.

Ömer de ölüm yatağında hilafet için altı kişiyi aday ederek ölümünden sonra bunların toplanıp aralarından birisini hilafete seçmelerini emretti ve olay onun istediği gibi oldu.[16]

Günümüzde İslam Hükumetinin Teşkili

Günümüzde İslam hükumetinin nasıl kurulması gerektiği hususunda Ehl-i Sünnette  iki görüş sözkonusudur:

1- Biat edilerek sultan -veya halifeyi- tayin etmek

2- Şurayla İmam ve ulul emri tayin etmek

Biatla Hilafet

Ehl-i Sünnet'ten bir grubu günümüzde de hilafetin müslümanlardan biat alınarak resmi ve meşru olacağına inanmaktalar. Buna göre imam ve halife ölürse veya ortadan kaldırılırsa halk onun seçtiği  yeni hakimle biatleşmek zorundadır.*

Bu grubun  ileri sürdükleri delil ilk halifelere uymaktır. İlk halifeler hilafet makamına oturduklarında halktan biat alıyor ve biat almakla hükumetlerinin meşru olacağını sanıyorlardı.

Bu hususda hatırlatılması gerekli olan nokta şu ki  her biatla hükumetin hak ve meşru olmayacağını unutmamak gerekir; çünkü: Biat alış-veriş gibidir. Bir şeyi satınalmakla ona sahip olunur. Ama bu alış-verişin iki şartı vardır. Birincisi alış-veriş zorla değil kendi istek ve iradesiyle gerçkleşmesi  olmalıdır. İkincisi, mal satıcının kendisine ait olması ve o malı satma hakkına sahip bulunması

Biat, Resulullah'a yapılan biat gibi İslam dininin emirlerine uygun olmalıdır. Aksi taktirde, zorla alınan biat ve müslüman olmayan veya müslüman olup gerekli şartı taşırmayan birine edilen biat o adamın hükumetini meşrulaştırmaz.

Şurayla Hilafet

Ehl-i Sünnet'ten bir grubu da bugün şura meselesini sözkonusu ederek İslam'da ulul emrin seçim ve tayininin müslümanların elinde olduğunu ve müslümanların şura ve istişareyle bu sorunu halletmeleri gerektiğini ileri sürerek hilafet ve hükumete seçilen kimsenin "Allah'a itaat edin; peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de" ayetinin kapsamına girdiğine inanmaktalar.

Ehl-i Sünnet'ten  olan bu grup bazı yerlerde şurayla seçilen bu halifeyi "İmam-ı Zaman" -Zamanın İmamı- diye tanıtıyorlar.

Hilafetin şurayla meşru olduğuna inananların ileri sürdükleri en önemli deliller şunlardır:

1- Kur'an-ı Kerim:

Ehl-i Sünnet bilginleri bu iddiaları için Kur'an-ı Kerim'den iki ayeti delil olarak göstermekteler:

a) "İşleri kendi aralarında şura ile olanlar" (Şura/38)

b) "İş konusunda onlarla meşveret et." (Al-i İmran/159)

2- Resulullah (s.a.a)’in Sünneti:

Bu konuda Resulullah'ın bir hadisine dayanarak; bazı gazvelerde savaşa katılan ashabıyla meşveret ederek "görüşünüzü bana söyleyin" buyuruyor ve ona göre davranıyordu diyorlar.

3- Sahabilerin Sireti:

a) Beni Saide Sakifesinde birinci halife Ebu Bekr'e biat olayında Resulullah'ın sahabilerinin davranışları.

b) İkinci halife Ömer'in emriyle teşkil olan hilafet şurasında halifenin tayin edilmesi.

c) Hz. Ali'nin Nehc-ül Belağa'daki bazı sözleri.

Ehl-i Sünnet'tin, halife ve ulul emrin şura ile seçiminde ileri sürdükleri en önemli deliller bunlardır, şimdi bunları ayrı ayrı inceleyelim:

Şura Görüşünü Savunanların Delillerinin İncelenmesi

1- Kur'an-ı Kerim: Kur'an-ı Kerim'de sadece iki yerde Meşverete işaret edilmiştir. Birisi Resulullah' (s.a.a)’in şahsıyla ilgili diğeri ise geneli kapsamaktadır.

Al-i İmran suresinin129. ayetinden 166. ayetine kadar arka arkaya gelen ve önemli bir konudan bahseden ayetlerden biri olan 159. ayetin bir bölümü konuyla ilgilidir.

Bu ayetler Resulullah (s.a.a)’in gazveleri hakkındadır. Onların bir bölümünde Allah'ın mücahidlere olan rahmeti zikredilmekte bir bölümünde onlara nasihat edilmekte ve bir bölümünde ise Resul-i Ekrem (s.a.a)’in kendisine bir takım emirler verilmektedir. Özellikle şu ayette Resulullah (s.a.a)’e hitaben buyrulmaktadır ki:

"Allahın rahmetinden dolayı onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla Meşveret et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever."[17]

Bu ayetin tefsirinde Ehl-i Sünnet müfessirlerinden Taberi şöyle der:

"Allah Tebarek ve Teala resulüne savaş konusunda ve düşmanla karşılaştıklarında ashabının görüşlerine değer verdiğini ve onlardan yardım aldığını göstermek ve ashabın kalbini elde etmek için onlarla meşveret etmesini emretti. Gerçi peygamberin onların görüşlerine ihtiyacı yoktu, çünkü Allah Teala vahy ile ona yol gösteriyordu."[18]

Suyuti de bu ayetin tefsirinde İbni Abbas'tan şöyle naklediyor:

Bu ayet nazil olunca Resulullah buyurdu ki: "Şüphesiz Allah ve resulünün diğerleriyle meşveret etmeye ihtiyacı yoktur; ancak Allah Teala ümmete merhametinden dolayı bu emri vermiştir."[19] Suyuti sözlerinin devamında muhtelif gazvelerde Resulullah'ın, ashabıyla yapmış olduğu meşveretleri saymıştır.

Resulullah (s.a.a)'ın, Meşveret Ettiği Yerler

1- Bedir Gazvesi:

Resulullah (s.a.a)'in ilk ve en meşhur olan meşvereti Bedir gazvesinde ashabıyla yaptığı meşverettir. Resulullah (s.a.a), Kureyş ticaret kervanının Ebu Süfyan başkanlığında Şam'dan Mekke'ye doğru hareket ettiğini haber alınca müslümanları kervanın mallarını ele geçirmeye davet etti. Üçyüz onüç kişi Resulullah (s.a.a)’in davetine icabet ettiler. Bu topluluğun üçte ikisini ensar, üçte birini de muhacirler oluşturmaktaydı.

Müslümanlar o güne kadar Medine'den düşmanla savaşmak amacıyla çıkmadıklarından dolayı savaşa hazırlıklı değillerdi.

Ebu Süfyan müslümanların kafileye saldırarak mallarını ele geçirmek için Medine’den çıktıklarını haber alınca derhal Mekke'ye bir adam göndererek yardım istedi ve kendisi de kafileyi sapa yoldan Mekke'ye götürdü; böylece kafilenin mallarının müslümanların eline geçmesine engel oldu.

Mekke'den de bin kişi mallarını kurtarmak ve savaşa hazırlıklı olmayan üçyüz onüç müslümanla savaşmak için Mekke'den Medine'ye doğru hareket ettiler. Bütün bu haberler Resul-i Ekrem (s.a.a)’e ulaşınca ashabını toplayarak, bu konudaki görüşlerini belirtmelerini istedi.

İlk önce Ebu Bekr konuştu. Ehl-i Sünnet tarihçilerinin çoğu Ebu Bekr'in ne söylediğini ve görüşünün ne olduğunu yazmamışlardır. Ebu Bekir'den sonra Ömer kalkarak şöyle dedi:

"Ya Resulullah! Vallahi bunlar Kureyştirler, aziz oldukları günden bu yana zelil olmamışlardır, kafir oldukları günden beri de iman etmemişlerdir, seninle savaşacakları kesin; sen de onlarla savaşmaya hazır ol."

Resulullah (s.a.a) Ömer'e cevap vermedi ve başını çevirerek tekrar "görüşünüzü bana söyleyin" buyurdu.

Ömer'in sözleri diğerlerini korkutmadı. Mikdad yerinden kalkarak

"Ya Resulullah! Allah'ın emrini yerine getir ve bil ki biz senin yanındayız. İsrailoğulları'nın, peygamberlerine söyledikleri gibi 'Sen git rabbinle, onlarla savaş, biz buradayız' sözlerini ağzımıza almayız; biz ancak: 'Sen rabbinle onlarla savaş, biz de seninle gelip onlarla savaşacağız. Vallahi eğer sen bizi Berk-il Gumad'a – Yemen yolundaki deniz sahiline- götürsen de seninle geleceğiz." deriz.

Resulullah (s.a.a) Mikdad hakkında dua ederek tekrar: "Ey millet! Görüşünüzü bana söyleyin" diye buyurdu. Resulullah "ey millet" kelimesinden ensarı kasdetmekteydi. Çünkü ensar Resulullah'a biat edince Medine'de kendisini savunacaklarına ve her türlü zarardan koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Resulullah Ensarı ilk kez Medine'den dışarı çıkarmıştı ve onlardan şehir dışında savaşa katılmaları için görüşlerini belirtmelerini istiyordu. Dolayısıyla ensarın ileri gelenlerinden olan Sa'd b. Muaz yerinden kalkarak:

"Ya Resulullah! Galiba bizden bir cevap bekliyorsun?"dedi

Resulullah: Evet dedi.

Sa'd: Ben bütün ensardan yana konuşuyorum; gerçekte Allah Teala'nın emri başka birşey olabilir. Ya Resulullah! Biz sana iman ettik, sözlerinin hak olduğuna tanıklık ettik ve sana itaat edeceğimize dair söz verdik.

Ya Resulullah! Yoluna devam et; vallahi kendini denize atsan biz de seninle birlikte kendimizi denize atacağız…."

Sa'd'ın konuşması bitince Resul-i Ekrem (s.a.a.) buyurdu ki:

"Allah'ın bereketiyle gidin; Allah Teala beni iki zaferden biri ile müjdeledi: Ya ticaret kervanını ele geçireçeksiniz ya da savaş meydanında onlara üstün geleceksiniz. Vallahi onların helak oldukları yeri şu anda gözlerimin önünde görür gibiyim."

Daha sonra Kureyş’ başlarının helak oldukları yerleri bir bir onlara gösterdi. Ashab Resulullah'ın bu hareketinden ticaret kervanının ellerinden kaçtığını, yakında zorlu ve kanlı bir savaşın olacağını anlamışlardı.[20]

2- Uhud Gazvesi:

Bedir savaşından bir yıl sonra Uhud savaşı vuku buldu. Resulullah ve Ensarın ileri gelenleri Medine'de kalarak şehrin sınırında müşriklerle karşılaşmayı uygun görüyorlardı. Ancak sahabenin gençleri ve Hamza gibi bazı savaşçılar Medine'nin dışında savaşmayı tercih ediyorlardı. bazıları: "Medine'de kalacak olursak müşrikler bizim zayıf olduğumuzu ve korktuğumuzu sanacaklar" diyorlardı.

Sonunda ikinci görüş kabul edildi ve Resulullah (s.a.a) evine giderek savaş elbiselerini giydi.

Düşmanla Medine'nin dışında savaşmakta ısrar edenler Resulullah (s.a.a)’in yokluğunda pişman oldular. Tam o sırada Resul-i Ekrem (s.a.a) savaş elbisesini giyinmiş olarak evden çıktı. Bu grup Peygamber’in yanına gelerek:

"Sizin karşınızda direnmeye hakkımız yok. Emrinize uyarak düşmanla şehrin içinde savaşacağiz." dediler.

Resulullah (s.a.a) onlara cevap olarak şöyle buyurdu:

"Ben daha önce size bu teklifi sundum, ama siz kabul etmediniz. Artık olmaz ve Allah Teala, düşmanıyla arasında hüküm edinceye kadar giymiş olduğu savaş elbisesini çıkarması Resulullah'a yakışmaz."[21]

c- Hendek Gazvesi:

Resulullah'ın meşveret ettiği üçüncü yer Hendek gazvesidir. Vakidi bu konuda şöyle yazıyor:

Genellikle savaş hususunda ashabıyla çok meşveret ederdi. Resulullah (s.a.a) görüşlerini belirtmelerini isteyerek şöyle buyurdu: Düşmanla savaşmak için Medine'nin dışına mı çıkalım, yoksa şehirde kalarak savunma savaşımı yapalım?…[22]

Resulullah düşmanla savaşmak için çeşitli yollar gösterdi. Ashaptan bazıları görüşlerini belirttiler. Selman-i Farsi şehrin etrafında hendek -çukur- kazmayı önererek şöyle dedi:

"Ya Resulullah! Biz İran'da düşmanla savaştığımızda atlı savaşçılardan korunmak için şehrin etrafına derin ve geniş çukurlar kazardık. Acaba Resulullah (s.a.a) bu öneriye ne buyururlar?"

Müslümanlar Uhud savaşındaki acı hatıralarını dikkate alarak hepsi Selman-i Farsi'nin önerisini kabul ettiler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şehrin etrafına hendek kazılmasını emretti. Beni Kurayze kalesinin bulunduğu bölge dışında şehrin etrafına hendek kazılarak düşmanın gelmesini beklediler.

Bu muharebede Kureyş müşrikleri, Gatfan kabilesi ve Hayber yahudileriyle birleşerek tam techizatlı onbin savaşçı ile sayı yönünden az ve güç yönünden zayıf ve fakir müslümanlara önemli bir darbe indirmek için Medine üzerine yürüyerek şehri kuşattılar.

Müşrikler hendeğe ulaşınca hayretle atlarından indiler. İlk kez böyle bir savaş metoduyla karşılaşıyorlardı.

Günlerin geçmesine rağmen herhangi bir gelişme yoktu, bu engel Beni Kurayze kalesinin bulunduğu bölge dışında Medine'ye girmeyi imkansızkılmıştı.

Menfaatçı ve fırsat peşinde olan Beni Kurayze yahudileri Resul-i Ekrem ve Evs kabilesiyle anlaşmalarını bozarak düşman ordusuyla bağlantıya geçtiler. Kendilerinin içeriden, onların ise dışardan  saldırarak müslümanların ortadan kaldırılması kararlaştırılmıştı.

Beni Kurayze'nin anlaşmayı bozması Medine'yi kesin tehlikeye düşürdü ve müslümanlar çoluk-çocukları ve mallarının her an yahudilerin saldırısına uğrayabileceğinden endişelenmeye başla-dılar.

Kuşatma uzun sürdüğü için Medine'de yiyecek sıkıntısı hissedilmeye başladı. Müslümanların Medine'de ve hendeğin bu tarafında bulunan Beni Kurayze Yahudilerinin anlaşmayı bozmalarından doğan endişe ise bütün dertlerin üstünde yer alıyordu. Bu olumsuzlukların bir arada ortaya çıkması müslümanların endişelerini iyice artırıyordu; öyleki bu durum Resulullah (s.a.a)'in ellerini açarak:

"Allah'ım! Senden ahd ve vaadini yerine getirmeni isti-yorum…" diye dua etmesine sebep oldu.

Kuşatmanın uzun sürmesini fırsat bilen münafıklar, ashab arasında ihtilaf çıkararak müslümanların moralini bozmağa çalışıyorlardı. Sonuçta bunu başardılar, böylelikle onlardan bazılarının iki yüzlülüğü ve münafıklığı ortaya çıktı. Bütün bu olaylar ve birbirini izleyen şaialar ashabı çökertmişti. Düşmana karşı hendeğin gerisinde nöbet tutan ve düşman okçularının atış menzilinde bulundukları için yerlerinden doğrulmaları mümkün olmayan Resulullah (s.a.a) ve yakın ashabı, müslümanların morallerinin bozuk olmasından dolayı ıztırap çekiyorlardı.

Müslümanların yenilgisinin öngörüldüğü böyle bir ortamda ashaptan bazıları itiraz etmeye ve yakınmaya başladılar; hatta bazıları hadlerini aşıp Resulullah (s.a.a)’ın sözleriyle alay ederek şöyle diyorlardı: "Muhammed Kisra ve Kayser hazinelerini bize müjdeliyor, oysa ki bizlerden bir kimse suya bile el uzatamıyor! Allah ve Resulü’nün bize müjdesi ancak bir aldatmadır."

Resulullah (s.a.a) durumun daha da kötüleşmesinin ve ordu arasındaki tefrikanın önünü alabilmek için düşman saflarında ihtilaf yaratarak onların birliğini dağıtmayı düşündü. Dolayısıyla Medine hurmalarından bir pay alma karşılığı müslümanlarla savaşmaktan çekilmesi ve düşman saflarında ihtilaf oluşturması için Uyayne ile bağlantı kurdu.

Bu hedef doğrultusunda, defalarca git gellerden sonra bu alanda daha fazla görüşmek ve anlaşma imzalamak için nihayet Gatfan kabilesinin başkanı Uyayne'yi kabile büyüklerinden on kişiyle birlikte hendeğe getirebildiler. Ashab da toplanmıştı Resulullah (s.a.a) bu iş karşılığında Medine hurmasının bir payını Uyayne'ye vermeyi önerdi, anlaşmayı yazmak için kalem ve kağıt getirmelerini emretti, sonra Gatfan kabilesiyle bu anlaşma hakkında ashabın görüşünü sordu.

Ashaptan bir grup dediler ki:

Bu iş Allah'ın emriyse yapılmasını emredin biz de uyalım, eğer Allah'ın emri değilse sizin emriniz ise yine, biz emrinize itaat ederiz. Yok eğer bu ikisinin hiç biri değil, sadece tedbir ve bir çare bulmak içinse biz Gatfan kabilesine kılıç darbesinden başka bir şey vermeyiz.

Resulullah (s.a.a) onlara cevaben şöyle buyurdu:

"Hayır! Arabın tek vücut halinde bize karşı cephe oluşturduklarını görünce buna bir çare bulmak ve onların sizinle savaşmalarını engellemek istedim."

Ashab tarafından konuşan Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade Allah'a hamdederek "Biz Gatfan kabilesine ancak kılıçlarımızı tattıracağız" dediler.

Resulullah: "Öyleyse anlaşmayı yırtın." buyurdu.

Sa'd b. Muaz anlaşmayı yırttı.

Başından beri bütün bu tartışmalara tanık olan Uyayne yerinden kalkarak dedi ki: "Elbette bitmek üzere olan bu iş sizin hayrınızaydı."

Bunun üzerine Uyayne ile İbadi Bişr arasında tartışma çıktı ve sonunda Resulullah (s.a.a) herkesin duyacağı yüksek bir sesle Uyayne'ye hitaben buyurdu ki: "Dönün gidin; bizim aramızda kılıçlar hükmedecektir."

Uyayne bütün ümitlerinin suya düştüğünü görünce kendi halini şöyle dile getirdi:

"Biz bu savaşta hiçbir şey elde etmedik ve kendi isteğimizle buraya gelmedik. Kureyş bizim ne amaçla Muhammed'le bağlantı kurduğumuzu bilecek olurlarsa ahdimize sadık kalmadığımızı anlar ve bundan böyle bize güvenmezler.

Gatfan kabilesinin ileri gelenleri bunun üzerine Kureyş müşriklerine yardımcı olmaktan çekindiler ve sonunda Resulullah (s.a.a) hedefine ulaştı.

*          *         *

Resulullah (s.a.a) Bedir, Uhud ve Hendek savaşları dışındaki savaşlarda da bazı meşveretler yapmıştır. Konu uzamaması için onlara değinmeyecegiz.

 

Meşveret Olaylarını İnceleme

Evet! Kur'an-ı Kerim'de Resulullah'ın, ashabıyla istişare etmesi emredilmiştir; ancak bu sadece savaş konusundadır. Bütün tarihçiler Resulullah (s.a.a)’in İslam düşmanlarıyla savaşlarını ve ashabıyla yaptığı meşveretleri kitaplarında kaydetmişlerdir. Resulullah (s.a.a)’in savaş dışında ashabıyla meşveret ettiğine hatta bir yerde bile rastlanmamaktadır.

Şimdi Resulullah'ın, ashabıyla meşveret ettiği konuları ele alarak her birini ayrı ayrı inceleyelim.

1- Ayeti Kerime

Savaş alanlarında Resulullah'a meşveret etmesini emreden ayette bunun sebep ve hikmeti de beyan edilmiştir. Ayetin başında diyor ki: "Allah'ın rahmetinden dolayı, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi…" ve sonra da buyuruyor ki: "İş konusunda onlarla Meşveret et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et."

Bu ayetten anlaşıldığı üzere; Resulullah ashabının görüşüne göre davranmak için değil, onların gönlünü almak için meşveret ediyordu. Bu ayeti kerimenin tefsirinde Ehl-i Sünnet müfessirleri de bunu tasrih etmişlerdir. Daha önce örnek olarak Taberi ve Suyuti gibi  Ehl-i Sünnet'in  büyük alimlerinin bu alandaki görüşlerini nakletmiştik.

2- Meşverette Resulullah (s.a.a)'in Tavrı

a) Bedir savaşında:

Resulullah (s.a.a)’in ashabıyla istişare etmekteki amacı onların görüşlerine göre amel etmek değildi. Bu vesileyle kendi görüşünü açıklayıp onlara görevlerini, vazifelerini bildirmekti.

Düşmanın ticaret mallarını ele geçirmek için şehrin dışına çıkan ve savaş hazırlığı olmayan az müslüman bir grup Medine'den uzak bir çölde ganimetleri kaçırmanın şaşkınlığını yaşarken Resulullah (s.a.a) ashabını sayı ve silah gücü açısından kendilerinden üç kat daha güçlü olan Kureyş gibi çok kinli bir düşmanla savaşmaya hazırlamak istiyordu.

Bunu ise bir öğretmenin asıl konuyu öğrencilerine öğretebilmek için yararlandığı soru ve cevap yöntemine benzetebiliriz.

Resulullah (s.a.a) onlara ‘kafile elinizden kaçtı buna karşılık sizinle savaşmak için tam techizatlı bir ordu Mekke'den hareket etmiş bulunmaktadır. Onlarla burada mı savaşalım yoksa Medine'ye geri dönerek orada mı mevzilenelim?’ diyerek ashabını olaylardan haberdar etti ve onları savaşa hazırladı; ayrıca Allah ve resulunun emri karşısında itaat ve teslimiyetlerini göstermeleri, Allah ve resulunun rızasını her şeyin üzerinde görmeleri ve saklı duygularını açığa vurmaları için zaman tanıdı.

Ashab bu şartlar altında ve Resulullah'ın önderliğinde düşmanla savaşa hazır olduklarını ilan ettiklerinde Peygamber (s.a.a) onlara: "Biz onlarla savaşacağız. Allah Teala zafere kavuşacağımızı bana müjdeledi. Kureyş azgınları burada ve şurada helak olacaklar" diye  buyurarak onların helak olacakları yerleri bir bir gösterdi.

Buna dayanarak şunu söyleyebiliriz, Resulullah (s.a.a) onların görüşleri doğrultusunda değil, kendi yapmak istediğini bu metodla beyan etmiş ve istediği sonuca da ulaşmıştır.

Şu soru sorulabilir: O halde niçin Resulullah (s.a.a), ashabını ticaret kervanına saldırmak adı altında Medine'den çıkardı?!

Cevap olarak şunu söyleyebiliriz: Bunun bir takım hikmetleri vardı. Mesela Resulullah (s.a.a)’in bu hareketi, Kureyş'in hiçe saydığı ve önemsemediği küçük bir grup müslümanın ticaret kervanını ele geçirmek için Medine dışına çıkması tüm Arabistan'da büyük bir yankı yaptı. Kureyş ün ve şöhretine leke düşürmemek, müslümanların  yapmış olduğu bu saldırıyı engelleyebilmek için Medine'ye doğru tam teçhizatlı bir ordu göndermek zorunda kaldı.

Bu küçük, zayıf ve adsız grubun, meşhur ve güçlü bir ordunun karşısında durup onunla savaşması her yanda konuşulmasına ve şöhretinin her tarafta yankı yapmasına sebep oldu.

Savaş hazırlığı olmayan, sadece bir ticaret kervanının mallarını ele geçirmek için Medine dışına çıkan bu küçük grup, sayı açısından kendisinden kat kat fazla ve dönemin güçlü silahlarıyla donanmış olan bir orduyla savaşarak onları yenilgiye uğratması, meşhur kahramanlarının çoğunu kana boyaması, bir kısmını esir alırken, geri kalan kısmını ise  kaçmak zorunda bırakması çok önemli bir olaydır.

Maddi güce sahip olmayan küçük grup sadece peygamberinin risaletine olan imanlarından aldıkları güçle  düşmanı yenilgiye uğratarak, arapların en güçlü tağutunu yenerek, onun itibar ve gücünü ortadan kaldırarak evlerine geri dönüyorlardı. Bu da çevrede ki kabilelerin içine korku düşürüyor, müslümanlara güçlü, heybetli bir grup gözüyle bakmalarına, saygı göstermelerine böylelikle Arap yarımadasında etkili bir güç olarak sözkonusu edilmelerine sebep oluyordu.

b) Uhud Gazvesinde:

Savaş taktiği açısından müslümanların Medine'de kalarak direnişleriyle düşmanı dize getirmeleri daha iyiydi. Ancak ashabın kendi arasında vuku bulan tartışmalar ve Resulullah (s.a.a) ile konuşmalarından sonra Medine'de kalmak müslümanların morallerinin zayıflamasına ve düşmandan korkmakla suçlanmalarına sebep olurdu.

Görüldüğü gibi ilk önce Resulullah (s.a.a) ve ashabın ileri gelenleri Medine'de kalmaktan yanaydılar, ancak gençler ve ümmetin silahşörleri duygularını açığa vurunca Resulullah (s.a.a) eve giderek savaş elbisesini kuşanıp dışarı çıktı. Bu arada, Medine dışına çıkmaya ısrar edenler, pişman olup Resul-i Ekrem (s.a.a)’in huzuruna çıkarak pişmalıklarını açıkladılar ve "Medine'de kalalım" dediler. Ancak Resulullah (s.a.a): "Ben daha önce size bu teklifi sundum, ama siz kabul etmediniz. Artık olmaz ve Allah Teala, düşmanıyla arasında hüküm edinceye kadar giymiş olduğu savaş elbisesini çıkarması Resulullah'a yakışmaz " diye buyurdu.

Son anda bütün ashap Medine'de kalmakta ittifak ettikleri halde Resulullah kendi görüşüne göre davrandı. Çünkü Resulullah bu hareketiyle ümmetini yetiştirmek, ruhlarını eğitmek ve güçlendirmek istiyordu.

c) Hendek Gazvesinde:

Hendek savaşında da savaş hilesine başvurulduğu görülmek-tedir. Kureyş, Gatfan ve Hayber yahudileri müslümanların kökünü kazımak için birleşiyorlar.

Selman-i Farsi'nin önerisinin kabul edilmesi üzerine Medine çevresinde hendek kazılıyor ve müslümanlar hendeğin arkasında mevzileniyorlar. Savaş düşmanın lehine dönüştüğü için onlarla müttefikleri arasında ayrılık, tefrika çıkarmak gerekiyor. Resulullah (s.a.a) Gatfan kabilesinden on kişiyi görüşme adı altında  düşmanın safından ayırmak için Medine'ye çekiyor. Müzakere başlıyor, onlar Kureyş ve yahudilerden ayrılmak, düşmanı savaşı terketmeye zorlamak üzere Resulullah (s.a.a)’in önerisini kabul ediyorlar. Ancak bu alanda sözleşme imzalanmadan önce ensar, "biz kafirlere kılıç yarasından başka bir şey vermeyiz" diyorlar. Sonuçta Resulullah (s.a.a)’in muvafakatıyla sözleşme yırtılıyor ve Gatfan kabilesinden olan on kişi eli boş ve utançla karargahlarına geri dönüyorlar. Ama bu hareket beklenen sonucuna ulaşıyor ve Gatfan kabilesinin içine Kureyş'e yardım etme ve müslümanlarla savaşma konusunda şüphe düşürüyor.

Gördüğünüz gibi Resulullah (s.a.a) bütün bu alanlarda düşmanla nasıl savaşılması gerektiği hakkında ashabıyla istişare etmiştir, ama savaşma veya savaşmama hakkında meşveret etmemişlerdir.

Bedir savaşında savaş şurasında şu konu sözkonusuydu: Sizler ticaret kervanının mallarını ele geçirmek ve az sayıda kişiyle karşılaşmak için buraya geldiniz. Şimdi gördüğünüz gibi ticaret kervanı kaçtı, karşınızda sayıca ve silah gücü olarak sizden üç kat daha fazla, bir güç var. Şimdi ne yapmamız gerekiyor sizce; burada kalıp elimizde olan bu imkanlarla mı düşmanla savaşalım, yoksa Medine'ye dönerek orada mı mevzilenelim?

Düşmanla savaşılmasında şüphe yoktu. Ama nasıl ve nerede savaşılması üzerinde konuşuluyordu.

Uhud savaşında da aynı konu üzerinde konuşuldu. Yani Medine dışında mı yoksa Medine'de mi düşmanla savaşılmalıydı?

Hendek savaşında Resulullah (s.a.a) savaş şurasının reyi ve Selman-i Farsi'nin önerisiyle hendek kazılmasına muvafakat etti.

Kısaca Allah ve Resulü’nün emri ve hükmünü red ya da kabul etmek konusunda meşveret etmek anlamsızdır. Ancak emir ve hükmün nasıl uygulanabilirliği üzerinde konuşulup oylama yapılabilir.

Açıktır ki, emrin keyfiyeti ve nasıl uygulanması gerektiği konusunda yine Allah ve Resulü tarafından emir gelirse hiç kimsenin o alanda görüş belirtmeye, neden ve niçin diyerek sebep sormaya veya muhalefet etmeye hakkı yoktur. Allah Teala bu hususta Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor ki:

"Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mümin olan bir erkek ve mümin olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulü'ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır."[23]

"İşleri kendi aralarında şura ile olanlar"[24] ayetine gelince konunun başında da belirttiğimiz gibi Ehl-i Sünnet alimleri bu ayete dayanarak halifenin de, şura ve oylamayla seçilmesi gerektiğini ileri sürmekteler. Çünkü ayet buyuruyor ki, "İşleri kendi aralarında şura iledir."

Ama bu görüş doğru değildir çünkü Ahzap suresinde yeralan  Allah ve Resulü hükmettikten sonra hiç bir mümin erkek ve kadının o işte seçme ve kendi oyuna göre davranma hakkıolmadığını açıklıyor.

O halde Allah ve Resulü imamet ve hilafet meselesinde olduğu gibi, bir işin hükmünü ve müslümanların vazifelerini beyan etmişse o alanda meşveret ve oylama anlamsızdır. Bu açık emre, bir kimse başkaldırır ve karşı çıkacak olursa açık bir sapıklığa düşmüş olur.

Allah ve Resulü her konuda olduğu gibi imamet ve hilafet konusununda da, ilahî hükmü beyan etmiş, müslümanların vazifelerini bildirerek hiçbir soru ve şüpheye yer bırakmamıştır. Gerekli emirleri kendileri vermiş ve artık istişare ve oylamaya gerek kalmamıştır.

Bu iki ayeti bir arada mutalaa ettiğimizde, ayette geçen görüş alış-verişi ve meşveretin Allah ve Resulü tarafından bir hüküm ve emir verilmediği durumlara mahsus olduğu ortaya çıkar.

Şimdi Ehl-i Sünnet'in şura ve şurayla gerçekleşen İslam hükumetinin meşruiyeti konusunda delillerini göz önünde bulundurarak tekrar asıl konumuza dönüyoruz. Acaba İslam'ın ilk döneminde herhangi bir zaman böyle bir şey gerçekleşti mi, halifeler meşveret ve oylamayla mı hilafete ulaştılar?

Ebu Bekir ve Ömer’in Hilafeti

Ebu Bekr'in hilafetinde asıl rolü oynayan Ömer'in, Ehl-i Sünnet'in Sahih-i Buhari, Müsned-i Ahmed, Sire-i İbn-i Hişam vs. gibi muteber kaynaklarında Ebu Bekr'in hilafeti konusunda şöyle dediğini görmekteyiz:

" Ebu Bekr'e biat düşünülmeksizin yapılan bir iş idi; evet! Böyleydi ve Allah şerrini uzaklaştırdı…" Sözünün sonunda da diyor ki: "Tekrar hilafette bu yönteme dönecek olursa onu öldürün!"[25]

Bu konunun tefsilatı Abdullah b. Seba kitabının birinci cildinde, Sakife konusunda geçmiştir.

Ebu Bekr'den sonra Ömer hilafete geçti. Şöyle ki, Ebu Bekr ölüm yatağında Ömer'i hilafete seçerek bu konuyu resmi bir mektupta vurguladı. Halk da halifenin Ömer hakkındaki bu emrini kabul etti.

Osman'ın Hilafeti

Ömer, kendisinden sonra hepsi muhacirlerden olan altı kişilik bir şuranın kurulmasını emretti. O şurada ensardan bir kişi bile yoktu.  Şuranın en ilgi çekici yanı ise Osman'ın kayınbiraderi olan Abdurrahman b. Avf'ın görüşüne özel bir avantaj vermiş olmasıydı. Yani şura iki gruba ayrılacak olursa Abdurrahman'ın bulunduğu taraf kazanacaktı. Hatta Abdurrahman, birine biat etse diğerlerinin de ona uymalarını belirtmişti![26]

İkinci halife Ömer'in kendisinden sonraki halifenin seçimi için oluşturulmasını emrettiği şuranın durumu da buydu!

Ehl-i Sünnet mektebinin öncü ve önderleri hilafete böyle ulaştılar. Bütün bunlara rağmen onların oylama ve meşveretle hilafete seçildiklerini söylemek ya çok iyimserlikten ya da körükörüne bir taassuptan kaynaklanmaktadır.

Hz. Ali'nin Sözleri

Hz. Ali, Osman'ın üçüncü halife olarak seçildiği altı kişilik şuranın üyelerinden biri sayılmaktaydı. Osman'ın öldürülmesinden sonra halkın ısrarı üzerine hilafeti kabul etti.

Hz. Ali şahsen, kendi hükumeti döneminde Muaviye'nin, Amr b. As'ın, Talha, Zübeyr, Ümm-ül Müminin Aişe'nin, Emeviler'in diğer başkalarının ve taraftarlarının sürekli tahrikleriyle karşılaşınca onlara kendi mantıklarıyla -ki kendisinden önceki üç halifenin hilafetinin meşruiyetine itiraf ediyorlardı- karşılık vermek ve ikna etmek zorunda kaldı.

Çünkü, Hz. Ali onlarla mantıklarının dışında bir delille konuşacak olsaydı sözlerini kabul etmezlerdi.

Kısacası, Hz. Ali'den önceki üç halifelerden hiçbiri müslümanların meşveretiyle hilafete geçmemişlerdir. İlk üç hali-fenin müslümanların meşveretiyle hilafete geçtiklerini, dolayısıyla İslam'da meşru hükumetin, ve ululemrin halkın görüşüne bağlı olması gerektiğini ileri sürmek ve halk kimi seçerse hakim ve ululemr o olması gerektiğini iddia etmek insafsızlıktır.

Dikkat Edilmesi Gereken Bir Nokta

Sömürü ülkelerinin İslam ülkelerine ve Orta Doğu'ya kültürel ve siyasi hakimiyetlerinden sonra "demokrasi" gibi ağızdan ağıza dolaşan bir takım kavramların yayılması sonucu batı düşünce hayranı bazı aydınlar kendilerini tamamen onlara teslim ettiler ve hatta onların inanç ve düşüncelerinin propagandasını da yaptılar.

Bu aydınlar batıya ait olan "özgürlük" anlayışı için İslam'da da bir delil bulmaya, batı demokrasisinin kurallarını İslam dininde de aramaya başladılar. Bu yüzdendir ki "şura yoluyla ulu-l emrin tayini" bahsinde bir takım demokratik delil göstererek var güçleriyle onu yaymaya çalıştılar; öyle ki gerçeği kendileri de karıştırdılar. Ama biz gerçekte üç halifeden hiç birinin şura veya batı hayranlarının söylemiyle demokratik ölçülere göre seçilmemiş olduklarını ve bu şekilde hükumete geçmediklerini ispatladık.

*           *         *

Buraya kadar Ehl-i Sünnet'in imamet ve hilafet hakkındaki görüşlerine değindik.

Fakat Ehl-i Beyt mektebi izleyicileri imamet ve hilafet konusunda Resulullah (s.a.a)’in bir takım rivayetlerine istinad etmektedirler. Bu rivayetlerde imamet ve hilafet şura veya biat yoluyla tayin edildiğine  yer verilmiyor.

Diğer bir makalede Resulullah (s.a.a)’den nakledilen bu rivayetleri inceleyecek, Ehl-i Beyt mektebi izleyicilerinin imamet ve hilafet konusundaki görüşleri üzerinde duracağız İnşaallah.

* * *

 


[1]*- Ehl-i Sünnet'te "Ahkam-us Sultaniyye" adýnda iki kitap yazýlmýþtýr. Bunlardan biri konuyla ilgili hükümleri  diðeri ise ilmi munazaralarý içermektedir. Biz bu bölümde Maverdi'nin eserine müracaat ettik.

[2]Ahkam-us Sultaniye Maverdi, s.6-7, 1387 Mýsýr ikinci basýmý.

[3]– Ayný kaynak.

[4]Ahkam-us Sultaniye Maverdi, s.15.

[5]Ahkam-us Sultaniye Maverdi, s.6-7.

[6]Ahkam-us Sultaniye Maverdi, s.10.

[7]Ahkam-us Sultaniye Allamet-uz Zeman Ebu Ye'la Muhammed b. Hüseyin-il Ferra-i Hanbeli, Mýsýr birinci baský, s.7-11.

[8] Ahkam-us Sultaniye Gadý Ebu Ye'la, birinci baský, s.7-8; diðer baský da ise  s.20-23.

[9]Sahih-i Müslim, c.6, s.20-22.

[10]– Nevevi'nin Sahih-i Müslim'e þerhi, c.12, s.299; Sunen-i Beyhaki, c.8, s.158-159; Þerh-i el-Mevafik, Kazi Yahya, c.3, s.265-267; Tefsir-i Kurtubi, c.1, s.230; Haþiye-i Sahih-i Tirmizi, c.9, s.12.

* Ehl-i Sünnet'te bu görüþlerin nasýl  ortaya çýktýðýný incelemek istersek müstakil bir kitaba gerek vardýr. Ama bu görüþlerin  sonuçlarýný günümüzde açýkça hissetmekteyiz.

[11]Abdullah-i Seba, arapçasý dördüncü baský, c.1, s.75-99.

[12]Nehc-ül Belaða, kýsa sözler, sayý:190.

[13]Nehc-ül Belaða, 65. hutbe.

[14]– Nakþ-i Aiþe der Tarih-i Ýslam, ikinci basým, c.1, s.143-144.

[15]– Tabakat-i Ýbn-i Sa'd, c.8, s.209.

[16]Ahkam-us Sultaniye, Maverdi ve Kadý Ebu Yahya Hanbeli.

* Bu hükumetin bir örneðine Arap Yarýmadasýnda -Suudi Arabistan'da- rastlamak mümkündür; hükumete geçecek kiþi için ehli hal ve akdden biat alýnýr.

[17]– Al-i Ýmran 159.

[18]Tefsir-i Kurtubi tercümesi, c.4, s.100-101.

[19]Durr-ul Mensur tefsiri Suyuti, c.2, s.9.

[20]Maðazil Vakidi, Oxford üniversitesi baskýsý, c.1, s.48-49.

[21]Maðazil Vakidi, Avrupa Oxford Üniversitesi baskýsý, c.1, s.213-214.

[22]Maðazil Vakidi, c.2, s.444-445.

[23]Ahzab/36.

[24]Þura/38.

[25][25]- Sahih-i Buhari, kitab-i hudud, "racm-ul habli min-ez zina" babý; Feth-ul Bari, c.15, s.158; Müsned-i Ahmed, c.1, s.55; Sire-i Ýbn-i Hiþam, Muhammed Muhyiddin þerhi, Hicaz ve Kahire baskýsý, c.4, s.338.

[26]Kenz-ul Ummal, c.3, s.160; Abdullah Seba tercümesi, ikinci baský, c.1, s.274.