Kişinin yalancı sayılması için, duyduğu her şeyi (başkalarına) anlatması yeterlidir.Emali Tusi, s. 537 Hz. Muhammed (s.a.a)

İmamet İnancı

İmamet İnancı

Hidayet KOŞACA/Erenler 4-5

İmamet inancı derken, imamet inancının aklî delillerinden birini Kur’ân perspektifiyle inceleyecek ve buna bağlı olarak Zamanın İmamı’nı tanımanın zorunluluğu üzerinde duracağız.

İmamet inancı kapsamlı olarak ele alındığında, İslâmî fırkalar içerisinde üzerinde en çok gündem oluşturan ve farklı görüşlerin ortaya atıldığı bir konu olarak önümüze çıkmaktadır. Alevî dünyasında imamet, usul-i dinden sayılırken, Ehl-i Sünnet’te fürû-i dinden kabul edilmiştir.

Alevîlikte imamet, kısaca nübüvvetin (peygamberlik makamının) uzantısı olarak tanımlanır. Bu tarifin kabul edilmesi, nübüvveti zorunlu kılan delillerin aynen imamet mevzuunda da geçerli olmasından kaynaklanmaktadır.

Nübüvvetin gerekliliği, beşerin mükemmelliğe ulaşmasının ancak ilâhî rehberler önderliğinde mümkün olabileceği şeklinde açıklanır. Bu perspektiften bakıldığında nübüvvet, beşer için zorunlu ve kaçınılmaz bir gereksinimdir. Alevî inancında bu delile, “lütuf kaidesi (ilkesi)” denir. Lütuf ilkesi, nübüvvet makamını zorunlu kıldığı gibi, imamet makamını da içine alarak zorunlu kılmaktadır. Zira imamet, nübüvvetin yerleştirdiği ve insanlara sunduğu ilâhî mesajın uygulatıcısı ve koruyucusudur. Nübüvvetin devamında imamet olmazsa, insanlara takdim edilen bu yüce misyon tahrif olma veya felsefesini aktaramama gibi büyük tehlikelerle karşı karşıya kalabilir. İmametin nübüvvetin devamı olması da kısaca bu şekilde açıklanır.

Bu köklü ve kuvvetli düşünce, Kur’ân’da kendisine yer bulmuş ve ilâhî beyanla haklılığını perçinlemiştir:

“Her ümmetin bir korkutucusu ve bir de hidayet edicisi vardır…”[1]

Peygamberler değişik zaman birimlerinde müjdeleyici ve korkutucu rolünü üstlenirken, imamlar peygamberlerin öğretileriyle kitleleri hidayet etme görevini üstlenmişlerdir.

Böylece “lütuf ilkesi”ni akıl ve Kur’ân aynasına tuttuğumuzda, özelliklerinden biri olan “evrensellik” gibi temel bir ilkeyle karşılaşırız. Allah’ın lütfü ise belli bir zaman ve mekânla sınırlandırılamayacağına göre, beşer var oluşundan itibaren ilâhî lütfe mazhardır ve her zaman da olacaktır, diyebiliriz. Öyleyse lütuf sahibi olan Allah, kendisini tanıması için yarattığı insanoğluna her devirde bir önder göndermelidir. Allah, kitabında bu sıfatına bağlı olan “evrensellik” ilkesini bizlere şu ayetlerle açıklamıştır:

“Andolsun ki biz, her ümmete ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan uzaklaşın diye’ elçiler seçip gönderdik….”[2]

“Biz elçi göndermedikçe cezalandıracak değiliz…”[3]

Ehlibeyt İmamları tarafından gelen rivayetlerde de bu konu işlenerek detayları açıklanmıştır. Bu yönde gelen birkaç rivayet şöyledir:

İmam Muhammed Bâkır (a.s) buyuruyorlar:

“Allah’a andolsun ki Allah, Ademi’n ruhu teslim alındığı andan itibaren yeryüzünü (kendisine ulaşabilmeleri için) kullarını hüccetsiz ve imamsız bırakmamıştır. Ve yeryüzü hiçbir zaman Allah’ın hüccetleri olan imamdan yoksun kalamaz.”[4]

Yine buyurmuşlardır:

“İnananlar dinde bir artırmaya gittiğinde (ifrat ettiklerinde) döndürüp düzeltmesi veya bir azaltmaya gittiğinde (tefrit ettiklerinde) tamamlaması için yeryüzü hiçbir zaman (masum) imamsız kalamaz.”[5]

İmam Cafer Sadık (a.s)’dan gelen rivayet ise şöyledir:

“Allah’ın şanı, yeryüzünü adil imamsız bırakmaktan çok daha yücedir.”[6]

Böylece her devir ve asırda masum bir imamın gereksinimi “lütuf ilkesi” ile açıklanmış oldu. Şimdi sıra, imamın din içerisindeki konumuyla onu tanımanın zorunluluğunu açıklamaya geldi.

Alevî inancında imam, sadece dinî bir önder değil, bilakis hem dünya ve hem de din işlerinde söz sahibi olan en bilgili, en mükemmel, tek kelime ile insan-ı kâmil olan bir zattır. Bu düşüncenin kaynağı ise, saf ve evrensel bir misyonun mükemmel bir hayat tarzı sunmasıdır. İmam ilâhî misyonda zirvede olan mihenk taşı gibidir. Hz. Ali (a.s), ilâhî misyon sahibi olan imamı, değirmen taşının etrafında döndüğü bir mile benzetmektedir. İlâhî misyon ile imam arasındaki mesafe bu denli yakın ve önemlidir. Dolayısıyla imama itaat etmek, Allah’a ve Resulüne itaat etmekten farksızdır. Kur’ân da hak imamlara itaatin bu hiyerarşide olduğuna işaret etmektedir:

“Ey İman edenler! Allah’a itaat edin, Resulüne itaat edin ve (bir de) sizden olan emir sahiplerine (imamlara)….”[7]

İmama itaatin zarurî olduğu kadar, marifetinin de (tanınmasının da) şart olduğunu Ehl-i Sünnet ve Alevî kaynaklarında nakledilen rivayetlerde görebilmekteyiz. İslâmî fırkaların hemfikir olduğu ender konulardan biri olan “zamanın imamını tanımak” hakkında gelen rivayet şöyledir:

“Kim zamanın imamını tanımadan ölürse, cahiliyet üzerine ölmüştür…”[8]

Bu mütevatir hadisi etraflıca irdelemek, öyle sanıyorum imamet bahsinin hiç de hafife alınacak bir mevzu olmadığını ortaya koyacaktır. İlk önce hadisi anlayabilmemizde bize yardımcı olacak anahtar kelime üzerinde durmak istiyorum. Bu hadisin anahtar kelimesi “cahiliyet”dir.

Cahiliyet kelimesi, lügat erbapları tarafından üç kategoride incelenmiştir. Bunlardan birincisi, günümüzde revaçta olan, herhangi bir mevzu hakkında “bilgi yetersizliği” hâlidir. Bu tabir, “manada cahiliyet” olarak açıklanmıştır. Cahiliyetin ikinci tarifi ise, “gerçek olan düşünce ve akımın tersine yorumlanma hâli” olarak açıklanır. Bu tabir ise “itikatta cahiliyet”tir. Cahiliyetin üçüncü ve son tarif şekli ise, düşünce doğru ya da yanlış olsun, “yapılan eylemin hakkı ve lâyıkıyla yerine getirilmeme hâli”dir denir. Öyleyse bu tür cahiliyeti de biz, “eylemde cahiliyet” olarak yorumlayabiliriz. Kısaca cahiliyet, “manada”, “düşünce ve ideolojide” ve “eylemde” baş gösterir. Kur’ân’da “cahiliyet” kavramını belirttiğimiz bu üç ölçü ile beyan etmiştir.

1) “Hani o kâfirler, cahiliyet milliyetçiliğini kalplerine doldurdular…”[9] Bu ayette kâfirlerin “milliyetçiliği” yanlış yorumlayarak bir taassuba dönüştürmesinden bahsedilir. Bu ayet “manada cahiliyet”ten söz etmektedir.

2) “Allah’a karşı cahiliyet zannı gibi haksız bir zanda bulunuyorlar…”[10] Bu ayette de, mutlak kemal sahibi olan Allah hakkında yanlış zanda bulunma kınanırken, bu zannın da ancak “cahiliyet”ten gelebileceği ortaya koyulmuştur. O hâlde bu ayet “itikatta cahiliyet”ten söz etmektedir.

3) “Evlerinizde oturun, eski cahiliyet çağının süs ve edalarıyla kendinizi göstermeyin.”[11] Bu ayette kendilerine hitap edilen Peygamber hanımlarıdır. Peygamber hanımlarının risalet evine girdiklerine ve sıradan kimseler olmadıklarına işaret eden bu ayet, onların kadınlara örnek teşkil etmeleri hasebiyle cahiliyet dönemindeki edalardan ve tavırlardan kaçınmalarını belirtmektedir. Dolayısıyla bu ayette “eylemde cahiliyet”ten söz edilmektedir.

“Cahillik” kavramını lügat ve Kur’ânî bakış açısıyla irdeledikten sonra, kanımca artık kendimiz cahiliyet kavramı ile masum imamı tanımamak arasında olan yakın ilişkiyi kolayca anlayabiliriz. 

İnsanların kurtuluşa ve mutluluğa ulaşabilmeleri için, kendilerine sunulan dinin bütününü ele almaları ve gönülden teslim olmaları gerekmektedir.

“İnsanlardan kimi de Allah’a bir kenardan ibadet eder…”[12]

Bu teslimiyetle birlikte kendilerine sunulan tüm emirleri yerine getirmeli ve kaçınmaları hususunda uyarıldıkları tüm kötü ve çirkin işlerden kaçınılmalıdır: “Resul, size neyi verdiyse onu alın; size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun.”[13]

Peygamber-i Ekrem, nübüvvetini insanlara duyurduğu ilk andan vefat anına dek imamet inancını de izah etmiş ve kendi yerine geçecek kişiyi daha ilk günden ilân etmiştir. Fakat ümmet Peygamber’in kendine emanet olarak bıraktığı iki paha biçilmez değeri ayırmaya kalkışılmış ve iki değerden birini maalesef görmezlikten gelmiştir. Mükemmel bir din olan İslâm’ı, Peygamber-i Ekrem’in 23 yıllık tebliğiyle sınırlandıranlar geçmişte ve günümüzde büyük sıkıntılara da duçar olmaktan kurtulamamışlardır. Bu çaresizliğin tek bir adı vardır; o da şüphesiz “zamanın imamını tanımamak”tır.

İmamet inancını geniş bir şekilde inceleyenler, insanlara sunulan evrensel bir dinin masum imamsız olamayacağı gerçeğini de görürler. Hem aklî, hem de naklî deliller, dinin hedefine ulaşması ve misyonunu sürdürmesi için imamın varlığının kaçınılmaz olduğu gerçeğini hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ispat etmektedir. Dinin ruhunu ve özünü yaşayan ve yaşatan, sıratu’l-mustakimde sabit adımlarla saadete götüren hiç şüphesiz masumdan başkası olamaz.

Onları tanımak erdemdir, hikmete ulaşmaktır: “Kime de hikmet verilmiş ise, muhakkak ona büyük bir hayır verilmiş demektir. Bunu ancak sağduyulu kimseler anlar…”[14]

Allah Resulü ve Ehlibeyt’ten bizlere ulaşan; “Hikmet, Allah’a itaat ve (hak) imama olan marifettir.” şeklindeki hadisler yukarıdaki ayeti açıklamaya yetmektedir.

Masum İmamları lâyıkıyla tanıyan, yaşamın felsefesine ulaşmıştır. Onları tanımadan hayat sürenlerse, gerçekte yaşayan ölülerdir:

“Ölü olup da canlandırdığımız, insanlar arasına verdiğimiz nurun aydınlığı ile yürüyen kişi ile karanlıklar içinden çıkamayan kişi bir olur mu?”[15]

Son olarak zamanın imamını tanımak, yukarıda cahiliyet kavramında da açıklandığı üzere; üç aşamada gerçekleşir. İmamet ve bu makamın sahibi hakkında bilgiye ulaşmak; sonra bu makamı tasdik ederek, gönülden sahibine teslim olmak; ve bilahere onların bizlere işaret ettiği buyruk ve emirleri eyleme dönüştürerek Allah’ın bizlere açtığı rahmet ve saadet kapılarına ulaşmak.

Allah Teala’dan bu yüce makam ve sahiplerini bizlere tanıtmasını diliyor, saygılarımı sunuyorum.

 


[1]– Fâtır, 24.

[2]– Nahl, 36.

[3]– İsrâ, 15.

[4]– Usul-i Kâfi, kitab’ul-hüccet.

[5]– Usul-i Kâfi, kitab’ul-hüccet.

[6]– Usul-i Kâfi, kitab’ul-hüccet.

[7]– Nisâ, 59.

[8]– Usul-u Kâfi, c.1, s.377; Bihar’ul-Envar, c.23, s.77. hadis: 4, 5, 66, 78; Kenz’ül-Ummal, c.1, s.103, hadis: 463-464; Müsned-i Ahmed, hadis: 16271, 5631; Sahih-i Müslim, hadis: 3441; Müsned-i Teyalisî, s. 259; Nefehat’ül-Lahut, s.13; Yenabi’ül-Meveddet, s.117, Mucem’ül-Kebir, c.10, s.350; Müstedrek’üs-Sahihayn, c.1, s.77; Hilyet’ül-Evliya, c.3, s.224; el-Küna ve’l-Esma, c.2, s.3; Sünen-i Beyhakî, c.8, s.156; Cami’ül-Usul, c.4, s.70; Şerh-i Sahih-i Müslim, Nevevi, c.12, s.440; Mecma’üz-Zevaid, Heysemî’nin, c.5, s.218, 219, 223, 225, 312; Tefsir-i İbn-i Kesir, c.1, s.517.

[9]– Fetih, 26.

[10]– Âl-i İmrân, 154.

[11]– Ahzâb, 33.

[12]– Hacc, 11.

[13]– Haşr, 7.

[14]– Bakara, 269.

[15]– En’âm, 122.