“Allah korkusundan ağlamak, rahmet anahtarıdır.” Gurer’ul-Hikem, 2051 İmam Ali (a.s)

Mâsum İmam’ın Gerekliliği

Mâsum İmam’ın Gerekliliği


Ayetullah Muhammed İmami Kaşanî

Şiisiyle, Sünnisiyle İslam ümmeti genel olarak, Hz. Mehdi konusunda görüşbirliği içerisindedir. Her iki grubun uleması da onu, Resulullah’ın soyundan ve Hz. Fatıma selamullahi aleyha’nın neslinden olduğunu kabul etmektedirler. Muteber kitaplarda bu bağlamda muvassak ve mütevatir birçok hadis ve rivayet naklolunmuştur. Kur’an-ı Kerim, diğer semavi kitaplarda olduğu gibi Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın cihanşümul adil hükümetinden ve onun rehberliğinden söz etmektedir. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih ve diğer Hidayet İmamlarından bu konuda rivayet edilen çok sayıda hadisler, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın oğlu olduğu ve halen hayatta bulunduğu, ancak ilahî hikmet gereği gaybete çekildiği hususunda hiçbir şek ve şüpheye yer bırakmamıştır. Kast ve garazı olmayan hak talibi herkes, eğer meseleye dikkatlice eğilirse, kesinlikle bu hakikate ulaşacak ve onu kabul edecektir.

Yüce Allah’tan İslam’ın usul ve öğretilerini sağlıklı bir biçimde anlayıp idrak etmekte bizlere yardımcı olmasını ve gerçekleri anlamayı bizlere ve tüm hakikat aşıklarına inayet eylemesini, bizleri hatalardan, yanlış inanç ve anlayışlardan, taassuplardan kurtarmasını temenni ediyorum.

“Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma; katından bize bir yardım ihsan et. Şüphesiz ki, sen çok bağışlayansın.”

Şunu hatırlatmam gerek ki: İmam Mehdi aleyhi’s-selâm bir şahıstır; bir sınıf veya grupta Mehdilik tecelli etmiyor. Şiilik tarihi boyunca tüm Şiiler, ayrıca Ehl-i Sünnet’ten çok alimler İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın, Resulullah’ın çocuklarından olacağını kabul etmektedirler. Ehl-i Sünnet itikadında incelenmesi gereken şey, O İmam’ın doğup doğmadığı ve diğer özellikleridir. Biz bu makalede, Allah’ın yardımı, inayeti ve canlar ona feda olsun, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın mahsus lütuflarıyla aşağıdaki konu etrafında konuşacağız.

İnsanın Toplumsal Hayatının Devamı İçin,İlahî Hüccetin Varlığının Gerekliliği

Nübüvvete imandan sonra en önemli konulardan biri, Asrın İmamının İmametine inanmaktır. Tüm Müslümanlar bu inancı paylaşmaktadı-lar.

İslam kelamcıları ve filozoflarının bu konuda getirdikleri aklî deliller oldukça çoktur. Biz burada sadece bir delili açıklamakla yetineceğiz. O delil de; yüce Allah’ın yaratılış ve din düzeninin korunmasına gösterdiği özeni ifade eden “İnayet delili”nden ibarettir. Bir başka deyişle “Allah’ ın Tekvinî ve Teşriî inayeti”dir.

İnayet Ne Demektir?

“İnayet”; bir işin en güzel şekilde gerçekleşmesi, en küçük noktasının dahi belirsiz ve müphem kalmaması için azami derecede gayret edip, özen göstermek demektir.

Örneğin; bir mimarın bina yapımındaki inayeti (özen ve titizliği) binanın kolonlarına dikkat ettiği gibi, kanalizasyona uzanan boruların eğimini dahi gözden uzak tutmamasını icap ettirir. Çünkü binanın herhangi bir köşesi veya bahçesinde su toplanması, mimarın binanın bu bölümüne gereken özen ve titizliği göstermediğini yansıtır. Tabii ki, in-sanın inayet ve özeni Allah Teala’nın inayet ve özenine benzemez.

Hikmet Sahibi Olan Allah’ın İnayeti ile İnsanın İnayeti Arasındaki Fark

İnsanın kendi işinde gösterdiği inayet ile Allah Teala’nın mukaddes zatından sadır olan fiillerde gösterdiği inayet elbette ki farklıdır. Çünkü kişi kendi işine inayet (özen) göstermekle kendi ihtiyaçlarını temin edip noksanlıklarını giderir. Fakat yüce Allah hiçbir noksanlığı, hiçbir ihtiyacı olmayan, varlığı kendisinden olan, tüm kemallere sahip bulunan yüce bir zattır. Kâinat, kâinattaki varlıkların ihtiyaçlarının karşılanması ve noksanlıkların giderilmesi, O’nun inayetinin sonuçlarıdır.

Allah onların söylediklerinden münezzeh, yüce ve beridir.

Allah Teala’nın İlim ve Kudretteki İnayeti

İslam Filozofları inayeti ikiye ayırmıştır:

1- İlimde inayet; buna “ilm-i inaî“ denmektedir.

2- Fiilde inayet; bu ise bir işi sağlam ve muhkem yapmak demektir.

Yukarıdaki iki terimin açıklaması şöyledir:

1) İlm-i İnaî. Bu terimi Şeyh-ur Reis Ebu Ali Sina gibi, Meşşa Felsefesi mektebinin mensupları ilk olarak gündeme getirdiler. Bunun anlamı şudur: Allah Teala kendi fiilinin sonucunu ve işinin neticesini bilir. Bu grup filozoflar yüce Allah’ın yaratılışla ilgili soyut (yalın) ilminin, yaratılan varlıkların hilkatinde yeterli olduğunu, zattan ayrı olarak iradeye ihtiyacın olmadığını söylemekteler. Fakat bunlar konuyu aydınlatıp açıklık kazandırmada yanılmışlardır. Çünkü bunlar yüce Allah’ın kâinata olan ilminin “huzurî“ değil de “husulî ilim” şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Böylece, Allah Teala’nın ilminin mukaddes zatından ayrı ve sonradan O’nun mukaddes zatına arız olduğunu kabul etmişlerdir. Bunun için İşrak Felsefe yanlıları, Meşşa Felsefe taraftarlarının Allah’ın ilmi babındaki görüşlerini reddetmişlerdir. Fakat hem onlar, hem de Sadr-ul Müteellihin ve ondan sonraki filozoflar, “ilm-i inaî konusunu ana hatlarıyla kabul etmişlerdir ve konunun açıklaması ve beyanı makamında şöyle demişlerdir:

Allah Teala’nın ilmi, O’nun yüce zatıyla varolan, tüm hakikatleri gösteren “öz ilim” şeklindedir. Yüce Allah’ın zatının aynı olan ilmi, varlık âleminin tümünü gösterir ve varlık âlemi görünen ve görünmeyeni ile birlikte, o ilim ile vücuda gelmiştir. Bu görüşe göre, yüce Allah’ın kâinat üzerindeki ilmi “anhu” (O’ndan) şeklindedir; ilim zatın aynıdır, ondan artık bir şey değildir. Tüm bahis bu iki kelime etrafında şekillenmektedir: Allah’ın ilmi “anhu”dur (O’ndandır), “fîhi” (O’nda) değildir.

İlm-i inaî ise, kâinatın kemalatı ve mükemmel yaratılış nizamına taalluk eden ayrıntılı zati ilimdir.

Allah’ın hikmet ve inayeti, mevcut olan her yaratığın kendi hedef ve gayesine ulaşmasını icap ettirmektedir.

Bu ilmin, kâinata yansıması sonucu kâinattaki tüm varlıkların bir hedefe doğru hareket ettiğini, somut bir gaye ve sonuca varmak için çalıştığını görmekteyiz.

Allah Teala’nın ikinci inayeti ise, eşyanın yaratılışı ve kâinatın tanzimine taalluk eden inayetidir. Bundan şu kastedilmektedir: Allah Te-ala’nın meydana getirdiği Tekvin düzeni, en güzel, en sağlam ve en cazip düzendir. Tekvin (yaratılış) düzeni, en iyi, en güzel ve en sağlam düzen olduğu gibi, Teşrii (yasama) düzeni (Allah’ın, insanların eğitilip yetiştirilmesi için koyduğu kanunlar düzeni) de düşünülebilecek en mükemmel ve en iyi düzendir. Hatta Yüce Allah’ın Teşri düzenine olan inayetinin (özeninin) Tekvin (yaratılış) düzenine olan inayetinden daha fazla olduğu da söylenebilir.

Çünkü insanın, yaratılış hedefi olan manevi miracını ve tekamüle doğru olan seyr-u sülukunu başarıyla sona erdirmesi için yaratılış düzeni, yağmur, rüzgar, bulut, güneş v.s. ona hizmet etmektedir.

Bunun için Tekvin düzeni insanların terbiyesi ve tekamülü için bir vesiledir. Yani Tekvin düzeninin mühim hedefi budur. Peygamberler ile vasiler de bu önemli hedefin zaruretine binaen gönderilmişlerdir. Bütün bu evren ve içindekiler, insanların tekamül dersi öğrenmeleri için birer medrese hükmündedir, peygamberler ve belirledikleri vasiler de, insanların öğretmenleridir. Bugün ise Allah’ı tanıma medresesinin en büyük üstadı, Allah’ın en büyük velisi ve Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in son vasisi olan Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’dır. Hepimiz şunu iyi biliyoruz ki; eğer üstad olmazsa sınıf ve medresenin varlığının bir anlamı kalmaz ve tamamen anlamsız olur. Bu konuyu iki yolla açıklayabiliriz:

Birincisi, illet (neden) yoluyla; buna Limmi yol da denilir. İkincisi ise yaratılış yoluyla; buna da İnni yol denilmektedir.

Yüce Allah’ın Yaratılışa Olan İnayeti (Özeni)

Kudret sahibi olan Allah’ın yaratılışa olan inayeti (gösterdiği özeni) “Limmi” yolla, yani illetten (nedenden) yola çıkarak açıklanabilir; yani: Yüce Allah zatı gereği ğanidir ve yaratılışın tüm kemalat ve güzellikleri O’na dönmektedir. O yaratılıştan bir fayda sağlamaz. Halbuki insan, her ne kadar hayır ve güzel işte bulunursa, bu onun tekamülüne yol açar.

Bunun için daha önce de değindiğimiz gibi yüce Allah, yaratılış düzenini tam bir güzellik ve sağlamlıkla yaratmıştır; Tekvinî düzene özen gösterdiği gibi terbiye ve din düzeni olan Teşri düzenine de özen göstermiştir. Bir başka tabirle; tekvin âleminin insanların eğitim görüp gelişmeleri için bir araç olduğunu söyleyebiliriz. Âlemlerin Rabbi olan Hikmet sahibi Allah insanların yaratılışında, asıl ve nihai hedefe ulaşmaları için, tüm imkan ve gereçleri hazırlamıştır. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’de çok sayıda ayet vardır.

TEKVİN DÜZENİ

Yaratılış düzeni gerçekten de şaşırtıcı ve ilginçtir. O kadar akılalmaz ve fevkaladedir ki, bilim adamları, her geçen gün muhtelif bilim dallarında yeni sırlar keşfediyor, keşfedilen her yeni şeyde de hayret ve şaşkınlıkları daha da çok artıyor. Söz buraya uzamışken konumuzun daha da bir netlik kazanması ve aydınlanması için burada Korsi Moris bir kitabına göz atmak yerinde olacaktır.

O şöyle yazıyor:

“Gerektiğinde hem mikroskobun ve hem de dürbünün görevini yapan gözün ilginç yapısı, kolaylıkla açılıp kapanan ve doğrulup bükülen insan vücudunun eklemlerinin hayret verici özelliği, insanlar ve diğer canlı varlıkların kendi soylarını devam ettirmek için başvurdukları karmaşık ve kapalı döllenme ve üreme yolları, insan vücudunda gerçekleşen ilginç kimyasal aksiyon ve reaksiyonlar, gıda maddesinin kana karışıp hücrelere aktarılması için, sindirim sisteminde gerçekleşen aksiyonların yanı sıra tabiatın yüzlerce diğer ilginç yönü ve güzelliği bilginlerin dikkatini üzerine toplamıştır. Bilginler, bütün bunlar üzerinde yaptıkları inceleme ve araştırmalarla bu dünyanın bir plan ve program üzerine yaratılmış olduğu sonucuna varmışlardır. Yüce Allah’ın varlığının en iyi delillerinden biri, çevre ile mutlak bir uyumun oluşudur. İnsanın yeryüzündeki varlığı ve kendisi ile çevresi için geçerli olan ilginç kurallar, genel plan ve programın bir kısmını oluşturmaktadır.”[1]

Moris, kitabının başka bir bölümünde de şöyle yazıyor:

“Şimdiye kadar sindirim ve sindirim sisteminin çalışma şekli hakkında yüzlerce, belki de binlerce kitap yazılmıştır; fakat her yıl bu alanda yeni keşifler yapılmaktadır. O kadar yeni şeyler yazılmasına rağmen, konu sürekli tazedir ve yeniliğini korumaktadır. Eğer biz sindirim sistemini bir laboratuvara ve gıda maddelerini de laboratuvara dökülen ham maddeye benzetirsek, sindirme eyleminin ne kadar mükemmel bir şekilde gerçekleştiğine şaşıp kalırız. Gıda maddesini alan her hücre, içteki bir ateşle gıda maddesini yakıp vücutta hareket oluşturuyor. Fakat hepimiz biliyoruz ki; ateş körük olmadan tutuşmaz. Bunun içindir ki, tabiat gıda maddesini hücrelerde yakan, oksijen, hidrojen ve karbonik asidini ayrıştıran ve böylece vücudun ateşini temin eden bazı yanıcı kimyasal bileşimler üretmektedir. Normal ateşte görüldüğü gibi ateşten buhar, su ve karbonik asit yükselir. Bu durum vücuttaki yanma ve yakma olayında da aynıdır. Kan, karbonik asidi ciğerlere ulaştırıyor ve karbonik asidin dışarı atılmasıyla, insan hayatının aslını oluşturan solunum olayı gerçekleşiyor. Bütün bu işler muntazam bir tertip ve düzenle gerçekleşiyor.”[2]

Bu sahada çalışan uzmanlar, vazifesini yapması için, insana gerekli olan her şeyden yeterince verildiğini söylüyorlar. Eğer insan vücudunun yapısını bir binanın yapısıyla karşılaştırırsak, mimarın, tabii afetlere karşı direnmesi için binanın mimarisinde gerekli olan tüm ön tedbirlere yer vermesi gibi, bu âlemin yaratıcısının da insanın yaşamını sürdürüp, kemale ermesi için tüm araç, gereç ve imkanları insanoğlunun emrine verdiğini ve hiçbir şeyi esirgemediğini görürüz.

 Bizim vücudumuzun en önemli özelliklerinden biri şudur ki; vücudumuzun çoğu organları çift yaratılmıştır. Halbuki çiftlerden biri, hayatımızın sürmesi için sürekli olarak lazım olmayabilir. Bir başka deyişle çiftlerden birini diğerinin faaliyetini aksatmadan devre dışı bırakabiliriz. Örneğin böbreklerden birini bizim vücudumuzun aksiyon ve reaksiyonunu pek de etkilemeyecek bir şekilde vücuttan alabiliriz. Eğer kalp gibi bazı organlar çift yaratılmamışlarsa, bunlar beklenmedik hadiselere karşı azami bir direniş gösterebilecek bir yapıya sahiptirler.

İnsan vücudundaki hararet sistemi de bunun gibidir. Hiçbir termometre senelerce böylesine güzel ve dakik bir şekilde işleyemez. Öyle dakik bir şekilde işliyor ki, en küçük bir rahatsızlık baş gösterdiğinde uyarı sinyalleri veriyor. Ateşin yükselmesi, bu uyarı sinyallerinden birine örnek olarak gösterilebilir.

Bu ilginç vücut yapısının bir diğer hayret verici mekanizması ise, savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizma tecrübeli ve çevik bir komutanın emrindeki bölükler gibi çalışıyor.

Sözün kısası, evrendeki varlıklar hakkında binlerce kitap yazılmıştır. İnsanoğlu, kainatın baştan başa kanun, düzen, uyum, bağımlılık, illet ve malullerle dolu olduğunu, bütün bunların belirli bir hedefe doğru hareket etmekte olduğunu ve insanın işlerliği, faaliyeti ve tekamüle doğru seyri için gerekli olan her şeyin yeterince verildiğini anlamıştır.

Bütün bunlar, Allah Teala’nın kendi yaptıklarına oldukça ehemmiyet verdiğini göstermektedir. Her şeyin varması gereken noktaya doğru hareket etmesi için, oluşumu (tekvini) itibarıyla yüce Allah tarafından yönlendirildiğine göre, mahlukatın en şereflisi ve en mükemmeli olan insanın kılavuzsuz, rehbersiz ve başıboş bırakıldığını söylemek insafsızlık olmaz mı?

Evet, nasıl ki tüm varlıklar müdebbir olan Allah’ın tedbir ve iradesiyle belirli ve hikmetli bir hedefe doğru hareket ediyorlarsa, insan da yüce Allah’ın hüccet ve kılavuzunun rehberliği sayesinde olgunluk ve tekamül yolunu kat edebilir. Toplum düzeni de, adil bir rehber ve mâsum bir İmam olmadan, sarsıntı, kayma ve düzensizlikten korunamaz. Bu sarsıntı, kayma ve düzensizliğin önünün alınması, tüm insanî değerlerin korunması ve insanların iyi bir şekilde terbiye edilip eğitilmesi için, ilahî dinin müfessir ve yorumcuya ihtiyacı vardır. Bu yorumcu, Allah’ın belirlediği kimseden başkası olamaz. Ayrıca, bu dinin hükümlerini de ancak bu şahıs yürürlüğe geçirilebilir.

Yukarıdaki iki nokta, İslam Peygamberinin vefatından sonraki İslam toplumunun, şimdiye kadar geçirmiş olduğu sürecin dikkatlice incelenip mütalaa edilmesiyle iyice anlaşılır. O zamandan bugüne dek, özellikle de günümüzde, insanî değerlerin nasıl çeşitli şekillerde yorumlandığı ve her yerde adalet, demokrasi, özgürlük, insanseverlik, barış ve insanlara hizmetten söz edilmekte olduğunu görürüz. Hürriyet deniliyor; ama hangi anlamda bir hürriyet kastediliyor? İslam deniliyor; ama kimin yorum ve anlayışına dayalı bir İslam’dan söz ediliyor? Bu önemlidir.

Hürriyetten maksat, yabancıların hegemonyasından kurtulmak mı? Yoksa tüm nefsî istek ve arzuların temin edilmesi ve hiçbir sınır tanımaz, ipe sapa gelmez, herhangi bir hukuka bağlı kalınmaksızın lakaytça bir yaşam sürdürmek mi? Hangi anlamda adalet? Ve bunu kim belirliyecek?

Toplumun birinde, eşcinsellik, kadının kadınla ve erkeğin erkekle evlenmesi serbest!! Başka yerde ise başka sapıklıklar! Bu gün süper güçler mazlumları korumak, insanoğluna hizmet etmek ve insan haklarını temin etmek bahanesiyle hangi cinayeti işlemekten geri kalıyorlar? Hürriyet ve özgürlük maskesiyle gelip, bizim ve dünyanın diğer mazlumlarının gerçek insanî ve ilahî değerlerini yok ediyorlar ve geniş çaplı propaganda araçlarından yararlanarak, kendi kof ve muhtevasız kültürlerini inançlı gençlerimizin beyinlerine empoze ediyorlar. Bu işi başarıyla gerçekleştirdikten sonra da varımızı yoğumuzu yağmalayıp inanç ve itikadımızda hurafeler ve sapıklıklar oluşturarak, inaçlarımızı rotasından çıkarıp ayrı bir yöne kanalize ediyorlar. Acaba bu hürriyet midir? Bu zorbalıklar ve talan etmeler adalet midir?!!

Şuna yakinen inanmak gerekir ki; insanın yönlendiricisi ve kılavuzu yalnız Allah’tır, insan onun kanun ve kurallarına ittiba etmekle menzil-i maksut olan ulvî hakikat ve tekamüle ulaşabilir. Bu kanunların da konuşan dili ve gerçek uygulayıcısı Allah’ın emriyle Mâsum bir İmam’dan başkası olamaz.

Konunun devamında, gündeme getirilmesi mümkün olan sorulara cevap vereceğiz.

Birinci soru:

“İnayet Kanıtı”nı kabul etsek bile biz bu dönemde Hazret-i Mehdi aleyhi’s-selâm’ın özellikleriyle belirlenmesinin, hikmet sahibi Allah’ın inayeti (özeni)’nin bir sonucu olduğunu nereden anlayabiliriz? Bu İmam’ın yeryüzünde hazır olduğu ve amellerimizi müşahede ettiği halde gaybette olduğunu ve gözlerin onu görmediğini nasıl ve nereden bilelim?

Cevap:

Bu sorunun cevabı açıktır; ama yine de meselede herhangi bir gizlilik kalmaması için aşağıdaki noktalara dikkatinizi çekiyorum.

a) Her zaman ve mekanın dini olan, dinamik bir mektep olarak İslam’ın, ilim ve tekniğin gelişmesiyle her geçen gün daha da artıp karmaşık boyutlar kazanan insanoğlunun yeni meseleleri ve ihtiyaçlarına cevap vermesi gereklidir. Şu bir gerçektir ki, İslam’ın çok yönlü ve doğru bir şekilde beyan edilmesi ancak İmam’ın varlığıyla mümkün olabilir.

b) İslam cihanşümul bir hükümet kurma iddiasındadır. Bu cihanşümul hükümetin idaresini ve rehberliğini, tüm insanların temiz ve pâk fıtratlarıyla kolaylıkla kabul edebilmeleri için, pâk ve mâsum bir insanın üstlenmesi gerekir. Ancak böylelikle hem İslam’ın gerçeklerinin idrakinde bir kayma olmaz, hem de mensuplarının doğru dürüst bir şekilde İslam’ın emirlerini yerine getirip, kanun ve kurallarına uymaları sağlanmış olur. Bu cihanşümul rehber (ruhlar ona feda olsun), vahyin idraki ve beyanı alanında mâsum olan İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’dan başka kim olabilir?

c) Varlık alemi ve onda varolan dakik ve ince düzenin müşahede ve mülahazası tümüyle, her şeyin her zaman ve mekanda, yüce Allah’ın inayetinin kapsamında olduğunu göstermektedir. Durum böyle iken İslam başta olmak üzere tüm semavi dinlerin vaad ettikleri cihanşümul hükümet rehbersiz olabilir mi? Kesinlikle hayır. Halkın ve mukadderatının sarsıntıya uğrayıp zedelenmemesi için bu hükümetin rehberinin, dinin sahibi ve elçisi, yani Allah ve Peygamber tarafından belirlenmesi gerekir. Varlık aleminde insanları yaratıp, mukadderatını meçhule ve belirsizliğe terk etmek, yüce Allah’ın inayet ve şanına yakışmaz. İşte bu delilden dolayı, Zamanın İmamı “Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın varlığı, beşeriyetin hayatını sürdürebilmesinin kaçınılmaz gereklerinden biridir.

İkinci Soru:

İslam dininin mükemmel bir din olması hasebiyle, eğer tüm dünya insanları İslam’ın tüm kanunlarıyla amel ederlerse, günümüz dünyasında insanların maruz ve müptela kaldıkları sorunlar ve dertler baş göstermeyecektir. Çünkü İslam’ın tüm kanun ve prensipleri, yüce İslam Peygamberi tarafından beyan edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de de buyru-luyor:

“Yaş kuru ne varsa açıklayıcı olan bu kitapta bulunmaktadır.”[3]

 Bu sebeple, İslam’ı açıklaması için mâsum İmamın vücudunun varlığına ne gerek vardır?

Cevap:

İslam Peygamberi’nin kendi programını tam ve mükemmel bir şekilde açıkladığı ve hiçbir şeyi eksik bırakmadığı, şüphe götürmez bir konudur. Fakat bu program, zamanın muhtelif dilimlerinde ve her yerde insanların hayatlarının tüm aşamalarında yürürlüğe geçirilmesi gerekli olan bir program olduğu için, bu programın yorumlamasında çıkan ihtilaflarda, ilimleri vehbî olan ve kendileri ise mâsum olan, yaşayan bir imam ve öndere, yani Peygamber’in vasisine ihtiyaç duyulmaktadır. Bunu şöyle açıklayabiliriz:

a) İslam dünyası Resul-i Ekrem’in vefatından sonra, dinin ahkamı ve öğretileri alanında şiddetli ihtilaflara maruz kaldı. Aşağıdaki tarihî numuneler bu iddianın doğruluğunu ispatlayan en bariz örneklerdir.

Birinci Halife döneminde Müslümanlar arasında cenaze namazında kaç tekbir söyleneceği hususunda ihtilaflar vardı. Bir grup dört tekbir, bir grup ise beş tekbir getiriyorlardı. Bunlardan her biri Peygamber’e uyduklarını söylüyorlardı. Nihayet ikinci halife Ömer b. Hattab, bu ihtilaflar bir kenara itilerek, yukarıda Müslümanların üzerinde ittifak ettikleri asgari sayı kabul edilsin dedi. Bunun için cenaze namazı dört tekbirle kılınmaktadır.

Dikkat ederseniz, daha birkaç gün önce kendi aziz rehberini yitiren Müslüman topluluğu, cenaze namazı gibi en basit bir meselede görüş ayrılığına düşüp birkaç gruba ayrılıyor, sonuç olarak da Ehl-i Beyt mektebine göre,[4] Resulullah’tan gelmeyen bir şey üzerinde görüş birliğine varıyorlar. Bu tür ihtilaf ve görüş ayrılıklarına Allah’ın sıfatları, Allah’ın adaleti, ahiret, peygamberlik, kaza ve kader gibi konular, örnek olarak verilebilecek şeylerdendir.

Bütün bu olumsuzluklar, sorunlar, görüş ayrılıkları, çekişmeler ve tartışmalar, Allah Resulünün vasisi olan, mâsum ve vahye aşina bir öndere (Ehl-i Beyt İmamlarına) uyulmamasından kaynaklanmıştır.

Sözün kısası, İslam dini, vahyin hakikatini hiçbir ibham ve belirsizliğe yer bırakmadan halka açıklayacak ve zihinlerdeki soruları cevaplandıracak bir müfessir ve açıklayıcıya ihtiyaç duymaktadır. Böyle bir insan, ilahî vahiy hakkında sağlıklı ve mükemmel bir bilgiye sahip olmalı, gaybın sırlarını ebedi ilahî kaynaktan alıp, Allah Resulü gibi beyan etmelidir. Böyle bir şahsın Hidayet İmamlarından başka birisi olmadığı ve onların dışında hiçbir kimsenin bu makama layık olmadığı açık olan bir gerçektir. Bu gün ise Resulullah’ın en son vasisi İmam Mehdi aleyhi’s-selâm bu makamı üstlenmiştir. O, vahyin tebliğinde hata etmeyen tek kişidir, dinin ahkamını uygulamakta zerre kadar kaymayan yine odur. Bir başka ifadeyle; ilim, amel, tebliğ ve uygulamada mâsum olan odur.

b) Dinlerin sonuncusu olan İslam’ın, tüm dönemlerde toplumunun sorunlarına cevap vermesi ve tüm olaylar ve gelişmelerde aktif rol oynaması gerekir.

Bunun için dini beyan eden, belirsizlikleri bertaraf eden, ilahî hakikatleri açıklayan kişinin, Allah Resulü gibi olması, onun nuruyla parlaması ve mâsumluk makamın haiz olması gerekmektedir. Zamanımızda ise On iki İmamın sonuncusu ve İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın oğlu İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’dan başka, bu işi yapabilecek birisi yoktur.

Sonuç olarak, İslam’ın temeli ve Resulullah’ın risaleti nasıl yüce Allah’ın inayetinin bir sonucu ise, tüm asırlar ve zamanlarda İslam’ın, zamanın şartlarına göre açıklanması ve bu iş için Resulullah’ın mukaddes varislerden bir Hidayet İmamının varlığı da, yüce Allah’ın kullarına olan inayeti ve teveccühünün en bariz sonuçlarından biridir. Çünkü, ancak böyle bir şahıs cihanşümul bir İslamî hükümet kürsüsüne dayanıp, ilahi vahyi açıklayarak, adalet ve eşitliği dünyaya iade edebilir.

Üçüncü soru:

Eğer Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm bu gün hazır bulunsaydı, İslam ve ahkâmını beşeriyete tebliğ edip beyan etmiş olsaydı, o zaman söyledikleriniz kabul edilebilirdi. Fakat siz, İmam’ın gaib olduğunu söylüyorsunuz. O İmam gaibtir; biz de bu dönemde yaşıyoruz ve onun huzuruna varıp görüşmekten mahrumuz. Bu da gösteriyor ki, İslam ahkamının uygulanması mâsum olmayanların elinde bulunmaktadır. Bu durum si-zin daha önceki açıklamalarınızla çelişmiyor mu?

Cevap:

Güneşin ışığının ulaşmasını engelleyen, bizim günahlarımızdır. Bizim durumumuz güneşin önünü kapatan ve yeryüzünün, direkt olarak güneş ışığının bereketlerinden yararlanmasını engelleyen bulutlara benzer. Şu meşhur sözde de beyan edildiği gibi; “Dilenci tembel ise, ev sahibinin suçu ne?”

Evet; o yüce zatı görüp, nurlu yüzünü temaşa etmek liyakat gerektirir ve manevî hazırlık ister. Eğer herhangi birisi, dinin tavsiyelerine ve buyruklarına uymak, emirleriyle amel etmek ve sakındırdığı şeylerden kaçınmak suretiyle gerekli olan liyakati kedisinde oluşturursa, kuşkusuz o Hidayet İmamıyla buluşup, görüşecektir. Zaten Ehl-i Beyt’in adet ve geleneği, ihsan, kerem ve fazilette bulunmaktan başka bir şey değildir.

Akl-ı selim sahibi olan herkes, nasıl verimli bir bahçe ile çorak bir toprağa yağan yağmurun letafet ve tabiatının aynı olduğunu, ama bu yağmur sonucu bahçede çeşitli tat ve renkte meyveler ve güller yetiştiğini, çorak toprakta ise işe yaramaz bitkilerin bittiğini kabul ediyorsa, bu konuda da Allah’ın kendi hikmeti baliğası ve mutlak velayeti gereği, gerekli olan inayeti gösterip, İmam-ı Zaman’ı (Hz. Mehdi’yi) yarattığını ve kendisine yüce ilahî bilgiler verdiğini kolaylıkla kabul eder. Fakat maalesef insanlar maddi dünyada, içinde boğuldukları şehvet, gazap ve çeşitli ferdî ve toplumsal günahlardan dolayı bu liyakati kaybetmişlerdir. Ancak ne zaman bu engelleri kaldırıp zuhuruna ortam hazırlarsak, o İmam gayb perdesinden çıkıp, insanların hidayetini ve mukadderatını eline alacaktır. O zatın gözlerden uzak olduğu bu dönemde ise yalnızca, ilimde derin bir fakihin başta olduğu ve o mâsum İmama vekaleten işleri idare ettiği bir hükümet, kabul edilebilir.

İmam-ı Zaman, her ne kadar halkın geneli tarafından görülmüyorsa da bulutun arkasındaki güneş misali, insanlar onun vücudundan yararlanmaktalar. Ayrıca, onun vazifelerinin bir kısmını da, eksik ve noksan da olsa, ilim ve takva açısından yüksek mertebede bulunan, gerçek İslamî bir idrak ve anlayışa sahip olan ve mümkün olduğu kadar siyasi ve sosyal şartları idrak edip anlayan dirayetli alimler yerine getirmektedir. Şunu da bilmeliyiz ki; gerekli şartları taşıyan fakih bir yöneticinin hükümeti, meşruluğunu Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın mübarek varlığına borçludur. Çünkü bu fakihler, o İmam’ın naipleri sayılırlar ve onun adına, mâsumlar tarafından belirlenen genel çerçeve ve şartlar dahilinde bu işi yürütürler.

Dördüncü soru:

Siz, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın gıyabında İslam uleması ve adil fakihlerin İslamî hükümet kurabileceğini, İslam ahkâmını açıklayıp uygulamaya koyabileceklerini söylüyorsunuz. Durum böyle iken mâsum imamın varlığına ne gerek var? Bu durumda, artık İmam’ın gaybeti muammasını konuşmak ve çözmek zorunda da kalmayız?

Cevap:

Yüce Allah’ın teşrideki (kanun koymadaki) kasıt ve gayesi, adil fakihlerin yöneticiliğiyle sağlanmıyor. Çünkü, fakih mâsum değildir ve onun İslam’ı anlamada sürekli doğru olacağı beklenemez. Fıkıh tarihinde, fakihlerin ve müçtehitlerin hata ettiklerine defalarca rastlanmaktadır. Fetva farklılıkları olarak tabir edilebilen bu hata ve yanlışların, bazı İslami meselelerin gerçeğinin idrak edilememesinden kaynaklandığı söylenebilir.

İkincisi, tüm İslam alimleri ve mütefekkirlerinin kabul edebilecekleri İslamî yönetici veya rehberin, kamil bir insan olmasıdır.

İslami hükümet, ancak tüm milletlerin aynı programa uyup, bir rehber ve lidere tabi oldukları takdirde cihanşümul bir hükümete dönüşür. Fakat bu gün hatta dünya Müslümanları arasında bile bu birliktelik yoktur ve İslam muhtelif şekillerde halk kitlelerine sunulmaktadır. Caferî, Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî, Zeydî ve diğer İslam alimleri farklı metodlar ve kalıplara sahiptirler. Bazen de siyasi meselelerde birbirlerine karşı cepheleşebiliyorlar. Öte yandan gurur, kibir, cehalet ve gericilik, İslam hükümetinin rehberliğini yapacak olan adil bir müçtehidin kabul görmesini engelleyen başlıca faktörlerden sayılabilir.

Sözün kısası, İslam bir hayat nizamı olarak, ancak sonsuz maneviyata sahip ve gayb âleminden ilham alan kâmil bir insan tarafından insanlık âlemine sunulduğu takdirde, tüm dünyaya yayılır, dünyanın dört bir yanında insanların hayatının tüm boyutlarına hakim olup, pratiğe geçer. Elbette bunun gerçekleşmesi için insanların çeşitli nizamları deneyip hatalarını anlaması ve hakka boyun eğmekten başka bütün yolların çıkmaz olduğunu anlamaları gibi, birçok ön şartların oluşması da gereklidir. İşte o zaman peygamberlerin vaad ettiği cihanşümul hükümet ve tek dinî rehberlik şekillenmiş olacaktır. Bu hükümetin rehberliğini yapacak olan mukaddes zatın özelliklerini, Peygamber efendimizin mütevatir hadisleri ve mâsum İmamlardan gelen muvassak rivayetlerde görüyoruz. İşte bu cihanşümul rehber, İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın oğlu Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’dır.

 


[1] – Korsi Moris, Yaratılışın Sırrı.

[2]Yaratılışın Sırrı, s. 140-142.

[3] – En’am/59.

[4] – Ehl-i Beyt İmamlarının açıkladığına göre, cenaze namazının tekbirleri beş tekbirdir. Dört tekbir olarak kılmak bid’attır.