“Dünya mutsuzların arzusu, ahiret ise mutluların zaferidir.” Gurer’ul Hikem, 694-695 İmam Ali (a.s)

Hz. Fatıma’nın Çileli Hayatı

Hz. Fatıma’nın Çileli Hayatı

                                                           İsmail Bendiderya/Erenler 1

Galiba kutsal insanlara çile çektirmek dünya hayatının özünde vardır. Elbette cihan kadınlarının serveri olan Hz. Fatıma da bundan müstesna değildir. Hz. Fatama’nın kısa hayatına bir göz atılınca o hazretin çile çekenlerin başında geldiğini söylemennin hiç de mubalığa olmadı anlaşılmaktadır. Bizim o hazretin bu çileli yaşamını tasvir etmemiz imkansızdır. Ancak şunu söylemeliyiz ki, babasının vefatı üzerine yaslı Fatıma selâmullah aleyha’nın çektiği acıları, Fatıma’nın “Beyt’ül-Ahzan”ındaki figanlarıyla sessiz gözyaşlarından başka hiçbir şey daha güzel tasvir edemez!

Fatıma’sını duvarlarla kapı arasında görüp, onun pâk naaşını yıkarken, yediği tokat izinin morarttığı yüzüyle ezilmiş kolunu müşahede eden Ali aleyhisselâm’ın o sırada çektiği acı ve duyduğu ıstırabı ve onun alnındaki kırışıklarda şekillenen “insanoğlunun derdinin büyüklüğü”nü anlatabilecek ve tasavvurlara sığdırabilecek hangi yanık ağıt, hangi arifane ve sanatkârane mersiye var, bizzat Ali’nin sessizce süzülen kurban olunası o pâk gözyaşlarından başka?!

Cennet gençlerinin efendisi olan biricik ağabeyinin sevgili başını kanlı mızrakların ucunda gördüğü sırada Zeyneb’in çektiği o dayanılmaz acıyı, yine Zeyneb’in alnından süzülen kan damlalarından başka kim hakkıyla tasvir edebilmiştir şimdiye değin sahi?!

Eğer Zeynep selâmullah aleyha, uğruna canlar feda olunası sevgili ağabeyi Hüseyin’in kesik başını gördüğü zaman takat getirip de alnını tahtırevanın direğine vurmamış olsaydı, yaratılış âleminin elemlerini, hüzünlerini ve acılarını hakkıyla yorumlayabilecek birisi çıkar mıydı acaba?!

İnsanlık duygusu taşıyorsa eğer, yazanını yakıp kavuracak; yeryüzündeki bütün ağaçların sayısınca da olsa, yazan kalemleri kül edecek ve yeryüzü genişliğindeki bir defteri mahşere değin yakıp duracak dertlerdir bunlar…

Fatıma’nın gözyaşlarındaki dayanılmaz acı ve hüzün, onun “Beyt’ül-Ahzan”ında ariflerin takatini bugün bile kesmekte, “Ebrar”ın belini bükmekte ve “Evliyaullah”ın yüreğini kasıp kavurmaktadır hâlâ…

Fatıma’sının pâk naaşını yıkarken Ali’nin bağrı taşlı, gözü yaşlı hâlini satırlara dökebilmek, “Allah’ın Aslanı”nın o andaki hâlini kelimelerle ifade edebilmek mümkün müdür acaba?!

Nerede Esma? Ondan sorun…

Sorun ondan; o sırada Ali’nin gözpınarlarından süzülen sessiz gözyaşlarına teberrüken dokunmak isteyen meleklerin kolları kanatları tutuşuverip yanmamış mıydı?!

Şia tarihinin alnına böylesi derin kırışıklar düşüren bu tür dertlerdir işte… Bu dertler ki, yazılası değil, söylenesi değil, tasvir ve tasavvur edilesi değil…

Dert çok acı olursa yaraya benzetilir halk dilinde; yaranın en can yakıcı olanıysa ateşe… Yirmi beş yıl boyunca “gözünde diken, boğazında kemik kalmışçasına bir sükut”a tahammül eden Aliyy-i Murtaza’nın dertli yüreğinin acılarını hangi ateşe teşbih etmeli peki?!

Bu tür dertler “teşbih edilebilir” değil, bizzat “teşbihe kıstas”tırlar.

Ve Ehl-i Beyt’in mazlum tarihi bu tür dertlerle doludur.

Kerbelâ’nın mazlum âlemdarı, yiğit sancaktarı, vefakâr kardeş Ebulfazl’ıl-Abbas’ın -uğruna canlar feda- şahadeti karşısında ağabeyi Hüseyin’in dayanılmaz derdi gibi tıpkı…

Ve canlar feda olunası o Abbas’ın, oklanan su tulumu karşısında yüreğinin oklanır gibi olması… Fazilet, mertlik ve vefâkârlık timsali Abbas… Ve nihayet Kerbelâ’da; bir yandan gözleri önünde azizlerinin kanlar içinde teker teker kızgın kumlara düşüşünü seyrederken, bir yandan da susuzluktan yanıp kavrulan Resulullah ailesinin masum yavrucaklarının umutla beklediği kahraman kardeş, kahraman amca, kahraman baba, vefakâr Abbas’ın; kollarına inen kılıç darbelerini unutup o masum yavrucaklara taşıdığı su tulumunun oklanmasına ağlaması…

Canlar feda olunası Hüseyin’in; yine canlar feda olunası biricik ağabeyi Hasan’ın ciğerlerinin sinesinden parça parça, katre katre sökülüşüne şahit olup, bu tarifi imkânsız derdi sessizce bağrında tutabilmesi…

Ve, babasının mazlumane şahadeti karşısında Seccad aleyhisselâm’ın duyduğu tarifi imkânsız acı…

Ve art arda gelen dertler yığını… Bir yara kapanmadan diğerinin açılması… Bir kan gölü kurumadan diğerinin dolmaya başlaması…

Şia beldesinde, tarihi, kanın yazmakta olduğunu sanırsın! Kanun mazlumiyetinin…

Ve bu naçiz kalemin elinden gelebilecek tek şey; söz konusu mazlumiyet kitabının metnini yorumlayıp tanıtmak şöyle dursun, onun alfabesini bile okuyup sökebilme konusundaki aczini itiraftan başka bir şey değildir.

Evet bu yazı dizisinde o hazretin bu çileli yaşamından kesitler bulacaksınız. Bu hususta pek fazla bir söz söylemeye gerek bulmuyorum. Bölümler halinde sunacağımız bu yazı dizisinin Hz. Resulullah’ın diliyle kaleme alınan birinci bölümüyle siz aziz okurları başbaşa bırakıyorum.

 

 

1. Bölüm

Çok acayip bir devran bu, kızım!.. Hele dünya, çok daha acayip!..

Bu nasıl bir dünya ki, Allah Resulü’nün kızını barındıramaz olmuş kendisinde?!

Bu nasıl bir devran ki, “kadının yaratılış sırrı”na takat getirememekte?!

Ne oluyor şu kâinata böyle; Allah’ın biricik incisini kendisinden uzaklaştırmakta?!

Çok garip bir devrandayız kızım!.. Hele dünya, çok daha garip!..

Senin yerin değil orası… Hayır; dünya hiçbir zaman senin yerin olamaz ve olmadı da! Gel kızım, gel; sen hiçbir zaman dünyalı değildin zaten… Sen cennetten gelmiştin oraya; cennetten gönderilmiştin sen!

Hira’da Rabb’imle halvete çekildiğim o şirin günlerden biriydi… Cebrail; aşıkla maşuk arasında gidip gelen o güzel haberci, kulla Rabb’i arasında irtibat sağlayan o hoş haberci; o pâk, iyi ve samimî melek; benimle Allah Teala arasındaki sırların emini; yeni bir mesajla gelerek “Rabb’in senin kırk gün kırk gece boyunca aralıksız halvete çekilmeni buyuruyor” dedi…

İlâhî mesajlara canı gönülden amade olan ve ilâhî nefesi alınca hasretle yanıp tutuşan ben, bu mesaj üzerine Rabb’ul-âlemîn, olanca büyüklüğüyle sırf benim olmuşçasına şevke kapıldım, sevinçten iki kanat çıkarıp uçacak gibiydim. O muazzam sevgilinin mesajını yana yakıla, hasretle, özlemle bekler oldum.

Evet, canım kızım… Allah, Cebrail ve senin kocandan başka kim bilebilir “Hira”nın ne olduğunu?! Allah’la halvete çekilmenin ne olduğunu?!

Ama… Ama şu dünyada birisi vardı ki çok severdim onu; Rabb’im de daima sevsin onu. Onun hassas kalbini kırmak, merak ve endişe duymasına sebep olmak istemiyordum.

Kimden söz ettiğimi anladın değil mi? Hani şu zor günlerimde bana sığınak olan, yoksul anlarımda yoksulluğumu gideren, düşmanların kınama ve tahkirlerine karşı beni tasdik edip destek olan… Evet, annenden söz ediyorum, Hatice’den…

Rabb’ul-âlemîn de onu sıkıntılı ve endişeli hâlde görmek istemiyordu. O şirin ve tatlı ilâhî mesajda, kendisinden kırk gün ayrı kalacağımı Hatice’ye de bildirmem isteniyordu.

Bildirdim; Ammar’ı, o vefakâr dostu Hatice’ye gönderdim, “git ona şöyle de” dedim:

“Hatice’m! Can yoldaşım! Senden uzak kalmış olmam incindiğim, rahatsız olduğum ya da herhangi bir şeye üzülmüş olduğum için değil asla! Rabb’im de seviyor seni, ben de! Allah Teala, ikimizin de can yoldaşı olan o yüceler yücesi sevgili, her gün meleklerine seni gösterip “onunla övünüyorum” demekte. Ben de övünüyorum seninle Hatice…

Rabb’imle kırk günlük özel bir görüşmem ve ahdim var… Senden uzak durmamı isteyen de yine O… Şu kırk günü sabır ve huzurla geçir; kimseye, açma evimizin kapısını bu kırk gün, kırk gece boyunca.

Ben, Fatıma bint-i Esed’in evinde kırk gece iftar edeceğim; kırkıncı geceden sonra ilâhî vaat gerçekleşecek ve o zaman tekrar görüşeceğiz inşaallah, bu firak ancak o zaman sona erecek.”

Annen Hatice bu mesajımı alınca gözleri dolu dolu olmuş, kırkıncı gecenin sonuna kadar kapımızın demir halkasından ayıramamış gözlerini… Kırk gece sonra o demir halkayı tutup çaldığımda Hatice’nin hüzünlü ama sıcak sesi yükseldi:

­­­­­­­­— Muhammed’den başkasının çalmaya hakkı olmadığı o kapıyı çalan kim?

— Ben! Muhammed!

Annenle görüşmemiz çok duygulandırıcıydı; gözlerinden sevinç gözyaşları dökülüyordu, bahar yağmuru gibi. O gece iftarlığımı cennetten getirmişlerdi… Gurup vaktine doğru Cebrail, o sevgili melek elinde bir tepsiyle gelip yanıma oturdu. Allah Zü’l-Celâl’in canlara can katan selâmını bana ilettikten sonra “Görüşmenizin bu son akşamında iftarlığını o yüce sevgili dostun -celle ve alâ- cennetten armağan gönderdi” dedi.

Cebrail’in ardından Mikail’le İsrafil de geldiler. Allah her ikisinden de razı olsun. Cebrail cennetten getirdiği bir ibrikle elime su dökerken Mikail ellerimi yıkıyor, İsrafil de kendisine verilen cennet havlusuyla ellerimi kurutuyordu.

Evet kızım! Canım yavrum benim! Bütün bunlar, senin dünyaya gelişin için gerekli hazırlıklardı… Evet, senin dünyaya gelişin için gerekli bütün hazırlıklar cennet armağanlarıyla tamamlanmadaydı.

Bu arada yeri gelmişken şunu da hemen söyleyeyim sana; cennete girecek ilk kişisin sen! Cennetin kapısını cennet ehline sen açacaksın kızım!

Vefasız dünyadan ayrılmak üzere olduğun şu sıralarda söylediğimi sanma bunu… Ölüm giysilerini hazırlaması için Esma’yı çağırdığın bu sırada söylemiyorum sadece bunu…

Ölüm guslü almakta olduğun bu sırada da söylüyor değilim. Hayır, her zaman söylemişimdir, “Fatıma’dan cennetin kokusunu alıyorum ben” diye…

Bir defasında Ayşe dayanamayıp “Fatıma’yı neden böyle kokluyorsun sen? Niçin onu öpüp koklamaktan bunca zevk alıyorsun? Fatıma’yı görünce ne oluyor sana öyle?!” diye sordu.

“Sus!” dedim Ayşe’ye, “Neler diyorsun sen?! Fatıma cennetimdir benim, Fatıma Kevser’imdir benim! Ondan cennet kokusu gelir bana. Fatıma cennetin tâ kendisi, cennete giriş iznidir. Benim rıza ve hoşnutluğum Fatıma’nın rıza ve hoşnutluğundadır. Fatıma’nın gazabı Allah’ın cehennemi, rıza ve hoşnutluğuysa Allah’ın cennetidir!”

Fatıma’m benim! Seni bunca seviyor olmam, sırf kızım olduğun için değil elbet! Sen dünya kadınlarının seyyidesi, dünya kadınlarının en üstünüsün. Seni Allah seçti bu makama, Allah Teala sevmekte seni bunca.

Bunu kendimden söylemediğimi de bilirsin. Ben şimdiye değin kendiliğimden bir tek söz söylemiş değilim ki…[1]

Miraca gittiğim o gece gürdüm ki cennetin kapısına fevkalâde güzel bir yazıyla şöyle yazılı:

“La ilâhe illallah. Muhammedun Resulullah… Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ali, Allah’ın sevgilisidir. Fatıma, Hasan ve Hüseyin Allah’ın seçtiği insanlardır. Allah’ın bu sevgili kullarına kin besleyene, onlara düşmanlık edene lânet olsun!”

Senin ebedî âleme göçüş guslü almakta olduğun şu sırada söylüyor değilim sadece bunu…

Hatırlarsın… Hani çadırda oturmuş, bir Arap yayına yaslanmıştım…

Ali, sen ve gözümün nuru, gönlümün çırağı Hasan’la Hüseyin de oradaydınız. Kim bilir kaçıncı kez, Müslümanlara şöyle duyurdum:

“Ey Müslümanlar! Şunu biliniz ki, kim bunlarla -sizi göstermiştim o sırada- barışık olursa ben de onunla barışığımdır; kim de bunlarla savaşıp cedelleşirse ben de onunla savaşır, cedelleşirim. Ancak bunları seveni severim ben. Ve bunları ancak ‘tıyneti ve hamuru temiz olanlar’ sever; keza bunlara ancak ‘kötüler’ ve ‘mayası bozuk olanlar’ düşmanlık eder.”

Fatıma’m benim! Gel! Seni ne kadar özlediğimi bilemezsin. Gel! Dünya senin yerin yurdun değil, buraya gel; cennet sensiz cennet olmuyor asla!

Sahi! Esma’ya söyle: Cennetten benim için getirilen kâfur tozu vardı… Üçte birini kendim için kullanmış, üçte ikisini seninle Ali’ye ayırmıştım ya hani… Onu sana versin. O özel cennet kâfuruyla vücudunu ıtırlandır kızım; doğumun cennetlik olduğu gibi, vefatın da cennetliktir senin. Selâm olsun sana dünyaya geldiğin gün; selâm olsun sana yaşadığın iki gün, selâm olsun sana şimdi buraya gelmekte olduğun bu sırada; ve selâm olsun sana yeniden dirileceğin o gün…

 

 


[1]– Necm Suresi: 3-4.