Ahmak insanın kendine verdiği ziyanı düşman düşmanına veremez. Nehc’us-Saadet, 3/225 İmam Ali (a.s)

Kerbela’da Beş Bin Hüseyin Aşığının Katledilmesi

Kerbela’da Beş Bin Hüseyin Aşığının Katledilmesi

 

Arap Yarımadası, bulunduğu konum itibariyle kendi içinde barındırdığı Arap yerleşimcilerine ait bir bölgedir. Dinsel bağlamda ise, tüm dünya Müslümanlarının da sahip olduğu bir yerleşim birimidir burası. Dinin bu bölgeye kazandırdığı anlam, geçmişten günümüze kadar bu beldelerde hükümet edenler için apayrı bir önem ve ayrıcalık taşımaktadır. Bu bölgelerde hükümet etmek ve halkın dilinden düşmemek uğruna hâkimler Cuma namazı hutbelerinde bile isimlerinin zikredilmesini özellikle istemişlerdir. Geçen bu zaman diliminde yukarıda belirtilen uygulamadan, Abbasîler de nasibini almıştır. Ardından hükümet merkezi Kahire’ye taşınmış ve sonraları ise Osmanlı hükümdarlarından Sultan Selim (M.926) bu bölgeleri sultası altına almıştır. Zamanla Mekke ve Medine’yi imparatorluk topraklarına katan Sultan Selim; Ahsa, Necd ve hatta Yemen gibi Arap Yarımadası’nda bulunan diğer yerleşim birimlerini de geçen süre içerisinde hükümetine katmıştır.

Osmanlı, bir yandan imparatorluğu dahilindeki Avrupa kesiminde önemli sorunlar yaşayıp Rusya’nın da amansız baskılarına maruz kalırken, öte yandan Arap Yarımadası’ndaki Necd ve Ahsa şehirlerinde Vahhabîlerle de bir çıkmazın içine sürükleniyordu. Zira bir kabile lideri olan Muhammed b. Suud, Muhammed b. Abdulvahhab’ın fikirleri doğrultusunda hareket edip onunla işbirliğinde bulunarak Miladî 1744 yılında Necd’i, ardından Ahsa ve Katif beldelerini ele geçirerek Osmanlı’yı uzun bir zaman zor durumda bıraktı. İlk etapta Osmanlı İmparatorluğu Hicrî 12. yüzyılın sonlarından 13. yüzyılın başlarına doğru bu grupla savaşa girerek onları büyük bir yenilgiye uğrattı.

Bu olay, aradan geçen yüzyılın sonunda Hicrî 14. yüzyılda tekrar yaşandı. Henüz genç yaşta olmasına rağmen Suud kabilesinden olan Abdülaziz b. Abdurrahman yeni bir hareketin lideri olarak tarih sayfasında yerini aldı. Yalnız bu defa yaşanan otorite boşluğu, mevcut durum ve Arap beldelerinde Osmanlı ve Türklere karşı duyulan aşırı kin ve öfke, onun için bir şans olmuştu. Bu olayın gerçekleşme süreci dikkatle incelendiğinde, karşımıza çıkan tablo şudur: Yaşanan olaylar, Arapların Osmanlı’ya beslediği kin ve nefret, öte yandan Avrupa’nın imparatorluk haritasındaki ülkeleri dağıtma politikası ve Osmanlı’nın hasta adam konumunda oluşu, Suud Kabilesi için tarihî bir fırsat oluşturmuştu. Suud kabilesine, Osmanlı sultasını tüm Arap beldelerinden kaldırarak kendi saltanatlarını kurmak için âdeta gün doğmuştu.

Aradan geçen bu iki dönem içerisinde Vahhabî akımı ile ilgili belgeler Osmanlılar tarafından dikkatlice kayıtlara geçirilmiş, bağımsız bir devlet olan Necd ile yapılan yazışma ve diğer tüm kayıtlar arşivlenmiştir. Bu belgeler şu anda Türkiye’nin Başbakanlık Arşivi’nde bulunmaktadır. Bu kayıtlara dikkatlice bakıldığında, önemli bilgiler içerdiği ve Osmanlı’nın o dönem içerisinde titiz bir çalışma yürüttüğü ve mevcut saltanatın Vahhabî akımına karşı bakış açısı çok açık bir şekilde görülecektir.

Osmanlılar, Vahhabîlere karşı siyasî ve askerî yaptırımlar uygularken, diğer yandan bu akımı bidat ve İslâm dışı göstermek için yoğun bir çaba ve gayret içerisine girerek tarih sayfasından silmeye çalıştılar. Bu bağlamda Osmanlı âlimleri Vahhabîliği hedef alan sayısız kitaplar yayınlamışlardır ki, bunların büyük bir çoğunluğu o dönemde İstanbul’da basılmıştır. Fakat ne üzücüdür ki Ehlisünnet âlimlerinin, Vahhabîler aleyhine yayınlamış oldukları kitaplar ve belgeler, bulunduğumuz dönem içerisinde gün yüzüne çıkarılmamıştır.

Son yıllarda Arap Yarımadası hakkında Osmanlı’ya ait belge ve arşivlerin incelenmesi ile ilgili olarak bilimsel bir çalışma başlatılmıştır. Şüphesiz bu sayısız tarihî belgeler, Arap Yarımadası’yla ilgili birçok bilinmeyeni gün ışığına çıkaracaktır. Suudi Arabistan’da Arap Yarımadası ile ilgili kitap veya makale şeklinde yayınlanmış olan Üstad Zekeriya Kurşun ve Süheyl Sâbân’ın genellikle Türkçe ve çok az bir bölümü Arapça olan çalışmaları da, Osmanlı belgelerinden yararlanılarak kaleme alınmıştır.

Süheyl Sâbân, Riyad şehrinin Kral Fahd Kütüphanesi’nde görevli araştırmacı olması hasebiyle, Vahhabîlik konusunda yanlı görüşleri ile bilinmektedir. Fakat Zekeriya Kurşun Türkiye’dedir ve bundan dolayı Vahhabîlik hakkında tarafsızlığını korumuştur. Süheyl Sâban’ın kaleme aldığı “Mesâdir-u Tarihi’l-Cezîreti’l-Arabiyye Fî Turkiya” (Arap Yarımadası Tarihinin Türkiye’deki Kaynakları) adlı kitabı, Kral Fahd Kütüphanesi tarafından basılmıştır. Bununla birlikte Suudi tarihiyle ilgili olarak “Neşriyyetu’d-Dâre” gibi muhtelif yayınlara sahip olan Sâbân, Osmanlı vesikalarının alt yapısını oluşturduğu “Cezîretu’l-Arap” adlı kitabın da yazarıdır. Aynı şekilde “Nusus-u Osmaniyye Ani’l-Evzâi’s-Sekâfiyye Fî’l-Hicâz” isimli kitabı da aynı kütüphane tarafından yayınlanmıştır.

“el-Osmaniyyin ve Âl-u Suûd Fî’l-Arşîfi’l-Osmanî (1745-1914)” adlı eser Üstad Zekeriya Kurşun’un uzun süren başarılı inceleme ve araştırmalarının sonucudur. Bu eser ilk olarak 1998 yılında Türkiye’de yayınlanmış, yenilerde Arapça olarak “ed-Dâru’l-Arabiyyeti li’l-Mevsuât” adı altında Lübnan’da basılmıştır.

Zekeriyya Kurşun Trabzon’da dünyaya gelmiş, Marmara Üniversitesi mezunlarındandır. Arap dili ve edebiyatını Boğaz İçi Üniversitesi’nde tamamlayan Kurşun, ardından Kahire Üniversitesi’nde “Yeni Siyaset Tarihi” adlı tezini tamamlayarak 1991 yılında Marmara Üniversitesi’nden doktorasını almıştır. 1995 yılında öğretim görevlisi unvanını alan Zekeriya Kurşun, aradan geçen bu zaman zarfında Osmanlı ve Arap beldelerini konu edinen birçok eser kaleme almıştır. Eserlerinde dikkat edilmesi gereken en önemli husus, araştırmacının arşivleri irdeleyerek konuları tüm hatlarıyla ele alması ve tarih sayfalarına gömülü birçok bilinmezi gün yüzüne çıkarmış olmasıdır.

Kitabın ilk bölümü, Osmanlı’nın Necd ve Ahsa beldelerindeki otorite zayıflığı ve Vahhabî akımının 18. yüzyılın ortalarında (H. 12. yy) ortaya çıkışıyla ilgilidir. Bu bölümde öncelikle Vahhabîlik akımı, mezhebî bir akımın çıkışı şeklinde anlatılırken, fikir babası ve kurucusun Muammed b. Abdulvahhab olduğu söylenmektedir. İbn Suud ile Abdulvahhab arasındaki birlik ve beraberliğe de devamında değinilmektedir. Bu bölüm içerisinde başka bir başlık altında Vahhabîlerin Necd ve Ahsa beldelerini istilası anlatılırken, daha sonraları Irak’a doğru yönelmelerinden bahsetmektedir. İstila hareketi o denli hızla ilerlemekteydi ki, Kerbela’ya kadar uzayan bir yelpaze ve ardı arkası kesilmeyen yağmalamaları ardından getirmekteydi. Vahhabîler bu olaylarda Mekke, Medine ve Taif’i de ele geçirdiler ve bu, Osmanlılara vurulan büyük bir darbe olmuştu.

Kerbela istilası ve muharrem ayında Hüseynî matem için toplanan beş bin Şia’nın hunharca katledilmesi, Şiîler ile Vahhabîler arasında vuku bulan tarihin en önemli hadisesidir. Belirtilmesi gereken diğer bir nokta ise, Vahhabîler Ahsa mıntıkasını ele geçirdikleri vakit Şiîlerin büyük bir bölümünü öldürerek Şiî toplum üzerinde aşırı derece baskı uyguladılar. Aradan geçen zaman zarfında Vahhabîlere mensup bir kısım tüccar Irak’ın güneyine doğru yolculuk etti ve Haz’el kabilesine mensup bir grup Şiî ile aralarında çıkan çatışmada birkaç Vahhabî öldürüldü.

Vahhabîlerden duydukları endişe ve korku yüzünden Haz’el kabilesine uyarı mesajları gönderen Osmanlı devletinin bu hareketi, Vahhabîleri razı etmeye yaramadı. Bu yüzden 20 Nisan 1801 yılında Kerbela’ya hücum ettiler. Muharrem ayının olması hasebiyle civar şehirlerden ve İran gibi komşu ülkelerden büyük bir ziyaretçi kitlesi Kerbela’ya akın etmişti. Mevcut olan tarihî vesikalar, o gün Vahhabîlerin beş bin Hz. Hüseyin dostunu ve Hz. Hüseyin için gözyaşı döküp ziyaretine gelen insanların kanını döktüğünü yazmaktadır. Mezarları ve harem bölgesini tanınmayacak derecede tahribata uğratan Vahhabîler, Müslümanların mallarını da “Ganimettir” hükmünü vererek el koyup yağmaladılar. Yarım günü aşmayan bu katliamın ve yağmalamanın ardından, Vahhabîler Der’iye isimli bölgeye sığındılar. Yaşanan bu olaylardan son derece rahatsız olan İran, tüm ülkede genel yas ilân etti.

O dönem içersinde Necef şehri de tehlike altındaydı ve bundan dolayıdır ki Süleyman Paşa’nın emri ile harem içerisinde bulunan kıymetli eşyalar Kazimiyye’deki harem bölgesine nakledildi. Der’iye bölgesinde Vahhabîlerle savaşmak üzere ordu hazırlayan Süleyman Paşa onlara yaptığı saldırıda pek başarılı olamadı. Yıllar sonra ise Süleyman paşa gözlerini hayata yumdu. Diğer taraftan Hacı Osman olarak anılan bir kişi, kendisini Vahhabî tanıtarak Der’iye’ye girdi ve rivayetlere göre Bağdat valisinin tahrikleri sonucu, şehir mescidinde Vahhabî devletinin hâkimi olan Abdulaziz b. Muhammed’e saldırarak onu öldürdü. Ardından oğlu Suud yerine geçmesine rağmen Vahhabîlere karşı, Kerbela katliamından dolayı İslâm dünyasının öfkesi hiçbir zaman dinmedi.

Yaşanan bu hadiselerden sonra kendilerinde cesaret bulan Vahhabîler, Taif, Mekke ve Medine’ye kadar uzanan yerleşim birimlerini işgal ederek ele geçirdiler. Bununla birlikte tüm bu olaylar, Osmanlı’nın itibarını halkların gözünde yerle bir etmekteydi. Nihayet Suud, 1803 yılında Mekke’ye girdi ve tüm kabir ve mezarları yerle bir etti. Tahrip edilmeyen tek bir yer kalmıştı. O da Makam-ı İbrahim. Ardından dört mezhep imamlarının namaz kıldırmasını engelledi, sonrasında ise herkesin kendi tayin ettiği imamın ardında namaz kılmasını emretti.

Ezilen halk her gün yeni bir emirle karşı karşıya kalıyor, Suudiler ardı arkası kesilmeyen talimatlar yağdırmaya devam ediyorlardı. Verilen emirlerden bir diğeri de, Muhammed b. Abdulvahhab’ın yazmış olduğu “Keşfu’l-Şübehat” adlı kitabın Kâbe’de ders olarak okutulması ve insanların zorunlu olarak dinlemesiydi. Tüm kahvehaneler kapatılarak tütün ürünleri yasaklandı. Ardından Cidde’ye saldırı düzenleyerek orayı muhasara altına aldılar. Sonra Medine’ye saldırarak şehrin dört bir tarafını kuşattıktan sonra tüm şehrin giriş çıkışlarını kontrol altına alıp yiyecek maddelerinin şehre girmesini önlediler. Tüm bu yaptıklarıyla Müslümanların nefretini kazanmayı başarmıştılar artık. Kendilerini “Harameyn Hizmetçileri” (Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebi) olarak tanıtan Osmanlı, içine düştüğü çıkmazlara rağmen Vahhabîlik aleyhine propagandalar ve çökertme plânlar yapmaya başladı.

Yaşanan bu savaş ve çatışma neticesinde yıllarca hac ameli yapılamadı ve Müslümanlar bu yüzden Vahhabîler aleyhine iyiden iyiye tahrik olmaya başladılar. Bu durum 1804 ile 1805 yıllarına kadar sürdü. 1806 yılında ise Mekke tekrar kuşatıldı ve Vahhabîlerin eline geçti. Artık Osmanlı sultanlarının ismi hutbelerden kaldırıldı. Suud kralı işi biraz daha ileriye götürüp Şam, Bağdat ve civar şehirlere saldırarak tüm bu bölgeleri yağma etmeye başladı.

İş bu noktaya varınca, Osmanlı İmparatorluğu İstanbul’da yeni bir karar alarak Muhammed Ali Paşa’yı devletin resmî temsilcisi olarak Vahhabîlerin ortadan kaldırılması için görevli kıldı. 1805 yılında Muhammed Ali Paşa Mısır valisi olarak tayin edildi. Saltanat erkânı kendisine yazmış olduğu mektupta Medine’yi muhasara altına alan ve dışardan yiyecek maddelerinin şehre girişini engelleyen Suud fitnesine karşı acil önlemler almasını istedi. Bununla birlikte Mısır yetkililerine de Necd çöllerinde aylarca kalınabilecek şekilde büyük bir ordu, mühimmat, yiyecek ve giyecek tedarik görmeleri emri verildi. Buna rağmen Mısır’ın tamamen Muhammed Ali Paşa’nın kontrolü altına geçmesi ve Hicaz ile Necd şehirleri için bir şeyler yapması uzun zaman aldı.

O dönemlerde Hicaz’ın ve tüm Arap Yarımadası’nın geçimi Mısır’dan temin edilmekteydi. Muhammed Ali Paşa ticaret yollarının tümünü kapattı ve bu bölgelerin halkına ambargo uygulayıp zor durumda bırakarak halkın kendisinin Vahhabîlere karşı mücadele etmesini sağlamaya çalıştı. Ardından Yasir Ahmed’in komutanlığına bağlı olarak ordu gönderdi, fakat bu ordu savaşı kaybetmek üzereydi. Durumu haber alan Muhammed Ali Paşa, Ahmed’e destek birlikleri gönderdi ve Ahmet bununla birlikte Medine şehrini Vahhabîlerin elinden kurtararak haberinin İstanbul’a ulaşmasını sağladı. Bu haberle birlikte Saltanat erkânı İstanbul’da büyük sevinç gösterilerinde bulundu.

Bir yıl sonra, yani 1813 yılında Mekke şehri de bu yeni din getiren haricî grubun elinden kurtuldu ve ardından Suud b. Abdulaziz 1814 yılında ölerek yerine oğlu Abdullah geçti.

Muhammed Ali Paşa bu defa oğlu İbrahim’i sayısız teçhizat ve donatılmış büyük bir orduyla birlikte Vahhabîlerin üzerine sürdü. Bu orduda Vahhabîlerin yakıp yıktığı ve tahrip ettiği yapıtları tekrar inşa etmek için görevlendirilmiş çok sayıda mühendis de bulunmaktaydı. Osmanlı ordusu bu defa Der’iye’ye kadar ilerledi ve orayı muhasara altına alarak Abdullah b. Suud’un teslim olmasını istedi. Yapılan tüm uyarılara rağmen teslim olmaktan kaçınan Abdullah ve yandaşları tutuklanarak İstanbul’a gönderildiler. Abdullah’ın tutuklanmasıyla birlikte şehir 1818 yılında tamamen ele geçirilmiş oldu.

İstanbul’a getirilen Abdullah ve yandaşları, yapılan yargılama sonunda idama mahkum edildiler ve bu şekilde Suudların ilk devleti ortadan kaldırılmış oldu.

Yazar, kitabın ikinci bölümünde Osmanlı’nın Necd bölgesine kurduğu hâkimiyeti, bölgeyi bağımsız bir eyalet hâline getirmesini anlatmaktadır. Osmanlı’nın, hâkimiyetini kaybetmemek için Necd ve Ahsa gibi şehirlerde verdiği mücadelenin ve çektiği sıkıntıların yanı sıra, Fars körfezinde İngilizler ile girmiş olduğu çetin savaşları da konu alan bu bölüm, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Arşivleri’ndeki tarihî vesikalardan yararlanılarak kaleme alınmıştır.

Özellikle Necd bölgesinden Vahhabîlerin siyasî akımlarının yok olması demek, mezhebî ve fikrî akımların ortadan kalkması anlamına gelmekteydi. Yazara göre Vahhabî akımının çıkışı, geçmiş tarihteki Haricîlerin çıkışına çok benzemektedir. Aralarındaki en büyük benzerliklere örnek vermek gerekirse, ifrat ve tefritte bulunmalarıydı ki bu özellik, bedevî Araplarına aittir. Haricîler ve Vahhabîler her ikisi bedevî idi ve hiçbir hükümeti kabullenmezlerdi. Bu yüzdendir ki Osmanlı hanedanlığı, bölgedeki kabilelerin gücünden ve konumlarından haberdardı. Dengeli bir şekilde hükümet ederek Suudilerin ihtiramlarını korumaya çalışıyordu.

Kitabın üçüncü bölümü ise Âl-i Reşid’in çıkışıyla ilgilidir. Suudilerin rakibi konumundaki Al-i Reşid, Vahhabîlerin sultasında olan bölgeleri Osmanlıların yardımıyla yerle bir etti. Bu dönem, İngilizler ile Osmanlıların Necd ve sahil bölgelerinde süren savaş zamanlarına rastlamaktadır. Bu dönem içerisinde Suudiler ikinci bir akım başlatarak Riyad ve etraf şehirleri ele geçirdiler. Bu olay ise, Al-i Reşid’in çok güçlü olduğu bir dönemde Abdurrahman b. Suud’a yapılan baskı neticesinde, ailesinden oğlu Abdulaziz ve şu anki oğlu Fahd ve Abdullah’ın Riyad’dan Kuveyt’e kaçtıkları dönemlere aittir. (1891)

Aradan 11 yıl geçmemişti ki fırsatı ganimet bilen Suudiler, bazı kabileler ile anlaşmalı olarak bir gece yarısı Riyad’a geldiler. Al-i Reşid tarafından görevlendirilmiş hâkimi öldürerek bölgenin hâkimiyetini ele geçirdiler. Ardından civar şehirlere çeşitli baskınlar ve saldırılar düzenleyerek onları teker teker ele geçirmeye başladılar.

Kitabın dördüncü bölümü ise, Ahsa’nın Abdulaziz tarafından kuşatılması ve bu bölgede meydana gelen diğer önemli olayları konu almaktadır.

Dönemin Vahhabî ve Osmanlı ilişkilerini konu alan tarihî vesikalar, Osmanlı’nın, Suudi ve Vahhabî akımına karşı görüşlerini açıkça ortaya koymakla birlikte çok önemli perde arkası olayları da yansıtmaktadır. Suud hükümetinin Abdulaziz b. Abdurrahman ile kurulması, İngilizlerin Necd ve diğer etraf şehirler üzerinde Suud hükümetinin kurulması için yapmış olduğu işbirliği ve sonuç olarak Arap Yarımadası’na hükümranlık, bunlardan sadece birkaçıdır. (bk. Aynı kitabın, 337-338 sayfaları)

Yazar, geçen bu uzun dönem içerisinde Al-i Reşid’in konumunu, Osmanlılar ve Şerif Hüseyin’in bölge üzerinde zayıflamasını ve Vahhabîlerin gücüne güç kattığını, Osmanlı arşivlerindeki tarihî vesikaları dikkatle inceleyerek yazmıştır.