Anne ve babanıza iyi davranın ki, çocuklarınız da sizi iyi davransınlar. Bihâru’l-Envâr, C. 17, s. 184. İmam Cafer-i Sadık (a.s)

Ölümü Selamlamak

Ölümü Selamlamak

                

İran’ın güney doğusunda çok büyük olmayan bir şehir… Güneşi, çölü ve hurma ağaçlarıyla tanınan bir şehir… Kalbinde güzel, görkemli geniş ve eski yapılara yer veren bir şehir… Kalesi, insanlık medeniyetinin merkezlerinden biri olarak tanınan bir şehir. Bir cuma sabahı ansızın ölüme “Selam” dedi…

Bem kenti kalesiyle birlikte secdeye kapandı, bir daha da başını kaldıramadı.

Bu kez sadece insanlar değil; sahip olduğu her şeyiyle tüm kent, ölümü kabullendi.

Birkaç dakika sonra Kirman halkı, acı bir olayın gerçekleştiğini anladı. Kalpler burkuldu, dudaklar titredi, dizlerin bağı çözüldü. Bu acının boyutları neydi acaba?

Bu korkunç ve acı soru hızla tüm İran’ı sardı. Bir müddet sonra acı cevap duyulmuştu “Bem”…

Çok geçmeden “Bem”, tüm İran’da kalplerin payitahtı oldu.

Kanlı, mazlum, paramparça olmuş “Bem”, sadece İran’ın değil, tüm dünyanın ilgi odağı oldu.

İnsanlık müşterekleri burada kendini gösterdi.

Acı, gam, keder, dünyanın her yerindeki kalpleri sardı.

Bir kentin, halkıyla birlikte ani ölümü, dünya kültür ve medeniyetinin en eski yadigarlarından birinin ölümü, herkesi üzüntüye ve mâteme boğdu.

Bu, her renkten insanın Allah’ın eliyle yaratılan insanî fıtratlarının aynı olduğunun göstergesiydi.

Fakat şaşırtıcı olan şu ki, bu faciadan birkaç saat sonra bir anda toplu halde ölümü selamlayan kentin insanları, âdeta bir “Anka” gibi yıkıntıların arasından doğruldu ve bir sanat eseri yarattı.

 

Evet Bem kenti, halkıyla birlikte ebedî uykudan uyandı ve görkemli bir sahnenin yönetmeni oldu. Bu, milyonlarca insanın aktörlüğünü yaptığı bir sahneydi ve tüm bu aktörler daha önce bir kez olsun prova yapmış değildi.

Bunlar, acılara ortak olmanın, sevginin ve şefkatin en muhteşem gösterisini sahnelediler.

Tahran’da, Tebriz’de, Meşhed’de, Şirazda, Kirman’da,  kuzeyde yada güneyde…yada dünyanın her hangi bir yerinde…

Nerede bulunduğunun hiçbir önemi yoktu.

Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk… Kim olduğun hiç fark etmiyordu.

Zengin veya yoksul… Hangi toplumsal sınıftan olduğun da önemli değildi.

Gözler aynı şeyi görüyordu. Kalpler aynı şey için çarpıyordu. Kan, coşkun nehirler gibi fedakarca ve cömertçe armağan ediliyordu.

Gözyaşı, bir an izin verecek olsa, yardım ulaştırmak telaşı veya yaralıların nakli için yapılan koşuşturma bir an olsun fırsat verecek olsa, bir köşede durup bu insanların neyhüzünlü gözlerine dizilen yaşları ve acıları paylaşmanın, aşkın, sevginin, dostluğun, içtenliğin temizliğin ve fedakarlığın oluşturduğu bu sahneyi ağlayarak izleyebilirdin.

Ne kadar güzel ve tasvir edilmesi imkansız bir sahne…

Dinlemekle bir zerresinin bile anlaşılamayacağı izlemeye değer bir sahne…

Bu, hayatın ta kendisiydi.

Coşkunun ve bilincin ta kendisiydi. Her filimden, her öyküden, çok daha güzel; her gazelden ve her mesneviden çok daha sevgi dolu bir gerçeklikti.

Yazılan şiirle, çizilen resimle veya yapılan filimle hangi sanat eseri, bu iman ve insanlık denizinden bir damlayı yansıtabilir.

İlginçtir ki, coşkunun ve aşkın oluşturduğu bu güzel sahnenin yönetmenliğini Bem kenti ve halkı yaptı. Bu kent ve bu halk, bu eseri ortaya koymadan birkaç saat önce kitleler halinde ölümü selamlamıştı. Böyle bir sanata ve bu sanatçılığa hayran olmamak elde değil.