İlim gibi hiçbir şerafet yoktur. Nehc’ul-Belağa, 113. hikmet İmam Ali (a.s)

Yaradan ile Yaratılmış Arasındaki Benzerliği Reddeden Âyetler

Yaradan ile Yaratılmış Arasındaki Benzerliği Reddeden Âyetler

Soru

Kur’an’da Allah’ın yaratılmışlara benzerliğini reddeden âyetler hangileridir? Bu benzerliği reddeden âyetler, Allah’ın ruhunu insana üflemesi meselesiyle uyuşuyor mu?

Kısa Cevap

Tevhid inancından, insanın veya başka bir şeyin Allah’a benzemesinin mümkün olmadığı manası çıkmaktadır. Kur’an’da birçok âyet yaradanla yaratılmış arasındaki benzerliği reddetmektedir. Örneğin:

“Ve ona, bir tek eşit ve benzer yoktur.”

“Ona hiçbir benzer yoktur.”

“Artık Allah’a eşit varlıklar tanımayın; şüphe yok ki Allah her şeyi bilir ve siz bilmezsiniz.”

Allah’ın “ruhumdan insana üfledim” diye buyurması, Allah’ın ruhu olduğu ve ondan biraz insana üflediği anlamında değildir. Zira böyle bir şey insanın, Allah’ın şeriki olmasını gerektirir. İnsan ruhu Allah’ın ruhunun bir parçası olamaz, çünkü Allah Teâlâ’nın mukaddes zâtı, Hz. Adem’in (a.s) bedenine üflenecek şekilde bölünüp ayrılan bir zât değildir. Ruh da âlem-i emirdendir ve diğer yaratılmışlar gibi yaratılıp insan bedenine üflenmiştir.

Kaldı ki, Allah Teâlâ, Hz. Adem’in (a.s) ruhunu kendisine nispet verip “Benim ruhum” diye buyurmuşsa bu, Kâbe-i Muazzama’yı kendisine nispet verip “Benim evim” diye buyurması gibidir. Yine benim peygamberim, benim kulum, benim cennetim, benim ateşim (cehennemim) vb. bu türdendir. Ruhun Allah’ın olması teşrif-î izafidir, yani Allah, ruhun kendisinin olduğunu söylemekle gerçekte onu şereflendirmektedir.

Ayrıntılı Cevap

Soru iki bölümden oluştuğu için konuyu iki bölümde ele alacağız:

Birinci Bölüm: Allah’ın yaratılmışlara benzerliğini reddeden âyetler hangileridir?

Cevabın anlaşılabilmesi için her şeyden önce Allah’ın ‚bir’ olduğu manasına gelen tevhidin kısımlarını bilmek gerekir. Bunlar:

1- Çokluğu reddetmek: Yani Allah birdir.

2- Bileşimi reddetmek: Yani Allah’ın bilfiil ve bilkuvve parçaları yoktur.

3- Zâtta zait (fazla) sıfatların olduğunu reddetmek: Zâta ait sıfatların zâtın kendisiyle bir olduğu ve zait sıfatların onda olmadığına inanmak.

4- Fiilde tevhid: Allah Teâlâ’nın, yapmak istediği işlerinde başkasına ihtiyacı yoktur.

5- Tesir-i istiklali: Yaradılmışların yaratana muhtaçlıklarının delilidir.[1]

Daha iyi bir ifadeyle tevhidin kısımları şunlardır: Zâtî[2], sıfatî[3] ve ef’alî (yaratmada ve rububiyette)[4] tevhid, ibadette tevhid, malikiyet, hakimiyet ve kanun koymada tevhid ve itaatta tevhid.

Tevhidin manasından anlaşılan şey, ister insan olsun ister başka şey, hiç bir şeyin Allah’a benzeme imkânının olmadığıdır.

Yaradanla yaratılmış arasındaki benzerliği reddeden pek çok âyet vardır. Konuyu şöyle özetleyebiliriz: Kur’an’da tevhidin çeşitlerinden her biri (zât, sıfat, fiiller vs.) hakkında gelen âyetler yaratılanla yaradan arasındaki benzerliği tümüyle reddetmektedir. Onlardan bazıları şunlardır:

1- Zâtta tevhidi ispat eden âyetler: Enbiya Sûresi 22 ve 25, Muminun Sûresi 191, Ahkaf Sûresi 4, Şura Sûresi 11, Fatır Sûresi 15 vs. gibi.

Allah’ın başkalarına benzemesini açıkca reddeden âyetlere örnek olarak “Ve ona, bir tek eşit ve benzer yoktur.”[5] ve “Ona hiçbir benzer yoktur.”[6] âyetlerini gösterebiliriz.

2- Yaratmada tevhidi ispat eden ve Allah’ın, başkalarından örnek ve yardım almadan yaratmaya koyulduğunu ispat eden âyetler.[7]

3- Varlık âleminin idaresinde Allah’ın ortağı olmadığını gösteren ve rububiyette tevhidi ispat eden âyetler.[8]

4- İlahi rububiyet ve yaratıcılık ispat olduktan sonra tapınmaya yalnız ve yalnız O’nun layık olduğu sonucu ortaya çıkar ve kimse kendisini O’nun yerine koyamaz. Buna ibadette tevhid denir.[9]

5- Hakimiyet, malikiyet ve itaatta tevhidi ispat eden âyetler. Yaratmak ve tedbir Allah’tan olduğundan, hakimiyet ve malikiyet hakkı da yalnız O’nun ve O’nun izin verdiği kimselerindir.[10] İtaat yalnızca O’na edilir.[11]

Bu yüzden Kur’an buyuruyor:

“Artık Allah’a eşit varlıklar tanımayın; şüphe yok ki Allah her şeyi bilir ve siz bilmezsiniz.”[12]

Fatiha ve İhlas Sûreleri tevhidin kısımlarının zikredildiği önemli sûrelerindendir. Örneğin Fatiha Sûresinin bazı âyetleri zât ve sıfatlarda tevhide[13] delalet ederken bazıları da ibadette tevhide[14] delalet ederler.

İkinci Bölüm: Bu âyetleri, Allah’ın ruhunun insana üflendiğini söyleyen âyetlerle nasıl biraraya getirebiliriz?

Yukarıdaki âyetlerle “Allah’ın ruhunun insana üflenmesi” hakkındaki âyetlerin arasındaki tezadın giderilmesi için “ona ruhumdan üflediğim zaman” âyetinin geniş bir şekilde incelenmesi gerekir, böylece âyetin maksadının ortaya çıkmasının yanı sıra ondan kaynaklanan tezat da giderilmiş olur.

Allah Teâlâ, insan bedenini ele aldıktan sonra ruh konusunu ele almış ve “ona ruhumdan üflediğim zaman” diye buyurmuştur. Arapça’da üfleme anlamına gelen nefh, lügatte bir cismin içine ağızla veya başka bir araç vesilesiyle hava üflemek şeklinde tanımlanmıştır. Ama bu kelime kinayeli olarak bir şeye etki etmek veya hissedilmeyen bir şeyi ona telkin etmek şeklinde de kullanılmıştır. Âyetten maksat insanda ruh icad etmektir, zira Allah, üflemekten ve cismaniyetten münezzehtir.

Ruh ise lügatte, hayatın kaynağı olan şeye denir. Her canlı onunla hisseder ve iradesiyle hareket eder. İnsan ruhu, onun ‚Ben’ dediği şeydir. İnsanın insaniyeti ruhladır. İnsanın idrak, irade ve fiilleri bedenle gerçekleşir.

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” [15] âyet-i kerimesine göre ruh, ‚Emir’ ve ‚Alem-i Emir’ türündendir.[16]

Peki emir nedir? Kur’an buyuruyor:

“Emri, bir şeyin yaratılmasına taalluk eder, birşeyi yaratmayı dilerse ona ol der, hemen oluverir.”[17]

Bu açıklamadan sonra asıl konuya ve tezadın giderilmesine geçiyoruz:

1- Allah’ın “Ruhumdan ona üfledim” buyruğu, Allah’ın ruhu olduğu ve ondan bir parçasını insana üflediği manasına gelmez. Zira bunun gereği, insanın Allah’ın şeriki olmasıdır. Oysa ki Allah-u Teâlâ’nın mukaddes zâtı parçalardan oluşmamıştır ki, onun bir parçasını Hz. Âdem’in (a.s) bedenine üflesin.[18] Aksine ruh, alem-i emr’den olup Allah’ın diğer mahlukları gibi bir mahluktur ve insan bedenine üflenmiştir.[19]

2- Allah’ın kendi ruhunu Hz. Âdem’e (a.s) nispet verip “Ruhumdan üfledim” diye buyurması, Kâbe’yi kendisine nispet vermesi gibidir. Yani Kâbe için benim evim diye buyurması veya benim peygamberim, benim kulum, benim cennetim, benim ateşim (cehennemim), benim göğüm, benim yeryüzüm buyurması hep aynı türdendir.[20] Ruhun Allah’ın olması teşrif-î izafidir. Yani Allah, ruhun kendisinin olduğunu söylemekle gerçekte onu şereflendirmektedir.

İmam Bâkır’ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

“Allah’ın onu (ruhu) kendisine nispet vermesi ve ‘benim ruhum’ diye buyurması, Allah’ın seçkinlerinden olmasından dolayıdır.” [21]

Şeyh Sadûk (r.a) Tevhid ve Meaniu’l-Ahbar adlı kitaplarında Muhammed b. Müslim’in şöyle dediğini rivayet eder:

İmam Bâkır’a (a.s) Allah’ın -Azze ve Celle- ‘Ruhumdan’ sözünün manası hakkında sorduğumda şöyle buyurdu: “Allah’ın seçip yarattığı ruhtur ve kendisine nispet vermiştir. Bütün ruhlara üstün kılmıştır. Bu yüzden onun Âdem’e üfürülmesini emretti.”[22]

Kâfi’de kendi senediyle Muhammed b. Müslim’in şöyle dediğini rivayet edilir: İmam Bâkır’a (a.s) Allah Teâlâ’nın Âdem’i kendi suretinde yarattığını rivayet ederler, dediğimde şöyle buyurdu:

“Âdem’in sureti yaratılmış olup hadistir. Yüce Allah onu diğer suretlerin içinden seçmiştir. Diğer suretlerden daha iyi olduğu için kendisine nispet vermiştir. Nitekim Kâbe’yi kendisine nispet vererek ‘Benim evim’ diye buyurduğu gibi ruhu kendisine nispet vererek ‘Ruhumdan ona üfledim’[23] diye buyurmuştur.” Demek ki, ‘Benim ruhum’dan maksat insan ruhunun kaynağı ve kökü olan melekût âleminden olduğunu -maddî âlemden değil- bildirmek içindir.[24]

Netice şu ki, Allah’ın ruhunun Hz. Âdem’e (a.s) üflenmesinden maksat Allah’ın zâtının bir parçasının üflenmesi değildir, Allah tarafından insana üflenen yüce ruhtur. Dolayısıyla “Kendi ruhumdan ona üfledim” âyeti ile yaratıcıyla yaratılmışın birbirlerine benzemediğini söyleyen âyetler arasında herhangi bir tezat yoktur.

–—


[1]     Muhammed Tâki Misbah Yezdî, Amuzeş-i Akaid, s.135, 7. Baskı, Neşr-i Beynelmilel, Tahran, h.ş. 1381.

[2]     Tevhidin bu mertebesi, vahidî tevhid ve ahadî tevhid diye iki kısma ayrılır. Vahidî tevhid, bir varlığın varlığını zorunlu bilmek, ondaki her türlü şirk, eş ve benzerliği reddetmektir. Ahadî tevhid ise, her türlü aklî, haricî ve vehmî bileşimi Allah’tan beri bilmek ve O’nun hiç bir şekilde bileşeninin olmadığını kabul etmektir. Yani Hak Teâlâ, genel vacibu’l-vücud kavramının tek ferdi olup başka bir fert ve rakibi yoktur (bir fertle sınırlı olan genel), hatta onun için başka bir fert düşünmek bile imkansızdır. Felsefede böyle bir vahdete, vahdet-i hakka-î hakikiye derler. Bu da sayı, cins, tür vb. vahdetin karşısındadır.

[3]     Sıfat tevhidi bir çeşit nazarî ve itikadî tevhid olup müminlerin iman ve itikadıyla ilgilidir. Manası ise zâtî ve kemalî sıfatların zâtla ve birbirleriyle ayniyeti demektir. Âyetlerden bazılarını birbirleriyle birleştirdiğimizde bu iddia ispat edilmiş olur. Örneğin ilim, kudret vb. gibi ilahi sıfatlara işaret eden âyetler onların Allah’ın sıfatları olduğunu ispat etmekteler. Allah’ın muhtaç ve misli olmadığına delalet eden âyetler ise sıfatların zâtla ayniyetini ispat ediyorlar. Zira sıfatlar zâta fazlalık olurlarsa o zaman Allah Teâlâ’nın kemalinde o fazla sıfatlara muhtaçlığını ve O’nun mümkün varlıklara benzerliğini gerektirir.

[4]     Kur’an’dan istifade edilen fiillerde tevhid meselesi, ne ilahi etkiyi beşerin fillerinden tümüyle nefyeden ve tefvize inanan Mutezilî’nin görüşüyle uyuşmaktadır, ne de cebre inanan Eşaire (kesb teorisi) ile. Halbuki, cebir ve tefviz hatasına düşmeden fiillerde tevhidi ve ilahi adaleti kabul etmek için yalnızca Ehl-i Beyt mektebindeki ‘Bel Emrun Beyne’l-Emreyn’ (Aksine iş ikisinin arasındadır) görüşüne yönelmeli ve demeliyiz ki: Allah’ın failiyeti, diğer varlıkların failiyetinin boylamında yer almaktadır ve Allah’ın diğer varlıklarla olan nedensellik ilişkisi birbirlerinin enlemesine değil boylamasınadır. Yani Allah, insanların kendi iradeleriyle bir şeyi yapmaları ya da yapmamalarını irade etmiştir. Buna göre, insanların fiilleri ilahi iradeye dayandığından ilahi adalete zarar vermeden fiilde tevhid ispatlanmış olur. Öte yandan cebir de söz konusu olmamaktadır.

Kelamcılar, fiilde tevhidi, yaratmada tevhid ve rububiyette tevhid diye ikiye ayırmışlardır ki her ikisi de teorik tevhidin kısımlarından olup müminlerin itikadıyla irtibatlıdır.

[5]     Tevhid, 4.

[6]     Şura, 11.

[7]     Bkz. Saffât Sûresi, 96; En’am Sûresi, 101-102; Fatır, 3; Zümer, 62; Gâfir, 62; Haşr, 24; Â’raf, 54; Furkan, 2; Tâ-Hâ, 50…

[8]     Bkz. Yunus, 3 ve 31; En’am, 164; Enbiya, 22 ve 56.

[9]     Bu konu için bkz. Enbiya, 25; Âl-i İmran, 64; Yasin, 61-62; Hicr, 99; Ankebût, 56; Nahl, 36; Nâsır Mekarim Şirazî, Tefsir-i Numûne, c.27, s.447, Daru’l-Kutubi’l-İslamiyye Yayınları, Tahran, 1. Baskı, h.ş. 1374. Belirtmek gerekir ki tapınmak, Allah, Rab veya tesirde müstakil olan varlığın karşısında yapılan amele denir. Yani birinin ilahlığına inanmaktan kaynaklanan ameldir. Başka bir ifadeyle ubudiyyet, mabudun karşısındaki huzûnun son derecesidir. Demek ki huzû, hûşu ve başkalarına tevessül etmek ibadet sayılmaz. Eğer öyle olsaydı Kur’an’ın, müminlerin anne ve babaya huzû etmelerini istemesi şirk ve putperestlik sayılırdı. Daha fazla bilgi için bkz. Nâsır Mekarim Şirazî, a.g.e. c.1, s.245, ve c.22, s.387, Daru’l-Kutubi’l-İslamiyye Yayınları, Tahran, 1. Baskı, h.ş. 1374; Abdulhüseyin Hüsrevpenah, Kalemrû-i Din, s.45-46.

[10]    Bu konu için bkz. Yusuf, 40 (Teşri-i Hükümet); Âl-i İmran, 26 (Tekvînî Hükümet); Bakara, 247, Fatır, 13; Sâd, 26; Maide, 44,45,47; En’am, 114; Şura, 10.

[11]    Bu konu için bkz. Nisa, 59, 69 ve 80; Âl-i İmran, 33.

[12]    Nahl, 74.

[13]    الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعالَمینَ؛ الرَّحْمنِ الرَّحیمِ؛ مالِکِ یَوْمِ الدِّینِ

[14]    إِیَّاکَ نَعْبُدُ وَ إِیَّاکَ نَسْتَعینُ؛ اهْدِنَا الصِّراطَ الْمُسْتَقیمَ .

[15]    İsra, 85.

[16]    Nâsır Mekarim Şirazî, a.g.e. c. 12, s. 253.

[17]    Yasin, 82.

[18]    Bkz. Muhammed Cevad Necefi Humeynî, Tefsir-i Âsân, c.9, s.56, 1. Baskı, Neşr-i İslamiyye, Tahran, h.k. 1398.

[19]    İmam Sâdık’a (a.s) Allah’ın Hz. Âdem’in (a.s) bedenine üflediği ruh hakkında sorduklarında şöyle buyurdu: “O yaratılmış ruhtu; İsa’nın da ruhu yaratılmıştır.” (el-Kafi, c. 1, s. 133)

[20]    Şeyh Sadûk, İtikadat (Seyyid Muhammed Ali Hasanî tercümesi), s. 9, 1. Baskı, Neşr-i İslamiyye, Tahran, h.ş. 1371.

[21]    Tabersî, el-İhticac (Behrad Caferî) c. 2, s. 160, 1. Baskı, Neşr-i İslamiyye, Tahran, h.k. 1381.

[22]    et-Tevhid, s. 170, 27. Bab, 1. hadis; Meaniu’l-Ahbar, s. 16-17.

[23]    el-Kâfi, c. 1, s. 134; Şeyh Sadûk, et-Tevhid, s. 103, 18. hadis, Camia-yı Müderrisin Yayınları, Kum, h.k. 1398 (h.ş. 1357); Muhammed Hüseyin Tabatabâî, el-Mizan, (Seyyid Muhammed Bâkır Musevi Hemedanî), c. 12, s. 257, Defter-i İntişarat-ı Camiay-ı Müderrisin-i Havzay-ı İlmiyye-i Kum, Kum, 5. Baskı, h.ş. 1374.

[24]    Muhsin Kıraatî, Tefsir-i Nur, c. 10, s. 126, Merkez-i Ferhengi-i Dersha-i ez Kur’an, Tahran, h.ş. 1383.