“Aramanın afeti, başarısızlıktır.” Gurer’ul-Hikem, 3944 İmam Ali (a.s)

Hasbıhâl

Hasbıhâl

MUSA GÜNEŞ

İnanan, ama inandığı gibi yaşayamayan kimsenin psikolojik sorunlarının, ruhî rahatsızlıklarının, tedirginliklerinin ve sıkıntılarının hiç inanmamış kimseden daha fazla olduğunu sanıyorum. Çünkü inanan biri, bir günah işlediğinde, yasak bir iş yaptığının, Yaratıcısına karşı geldiğinin ve sonunda bu yaptığından dolayı cezalandırılacağının bilincindedir…. Bu da bu insanın ruhî bunalımlara girmesine neden olur.

Böyle bir insan, toplumda her zaman içine kapanık, morali bozuk, dalgın, ezilmiş, yıpranmış ve stresli bir hâlde ortaya çıkar. Ve eğer kendini düzeltmeye koyulmaz ve tuttuğu yolu öyle devam ederse, nifak ve iki yüzlülük tüm vücudunu sarar; gizlide bir iş, açıkta başka bir iş… ve hayatını hiçbir zaman tek renk üzere, gizlisi ve açığı aynı hâlde sürdüremez.

Ama eğer Allah'ın, sevdiği kulu için kendi lütfüyle açmış olduğu "tövbe" kapısından rahmet evine girerse, bağışlanmanın tadını görür görmez kalbi sevinç, ferah, sükûnet, huzur, güven ve itminanla dolar, daha bir azimle kulluk yoluna devam eder. Bu insan için artık ne dert vardır, ne keder; dünyayı içine sığdıracak kadar kalbi genişlemiştir artık.

Evet, günah işleyen inanmış bir insanın yapabileceği tek şey tövbedir… Tövbe, yaptığın günah hususunda pişmanlık duymaktan ibarettir.

Tövbe; zulmetlerin ve karanlıkların içerisinde kaybolan kendini bulmak, onu gece karanlıklarında döktüğün göz yaşlarıyla, pisliklerden ve günahın kirlerinden temizlemen ve iyi ameller yaparak tertemiz bir hâlde Rabbine kavuşman demektir.

Tövbe; inanmış ama hataya düşmüş, dünyanın geçici zevkine aldanmış ve şeytana uymuş kimse için huzur, ümit, canlılık, azim ve Dost'a doğru hareket kaynağıdır.

Hatta tövbe; sadece günah işleyenlerin umut kapısı değil, günlerinin veya hayatlarının az bir kısmını bile Mevlâ'dan ve gerçek Dost'tan ayrı geçirenlerin de yöneliş kapısıdır.

Gerçekte tövbe, insanın hangi derece ve makamda olursa olsun, Mahbub'una doğru yönelme ve O'na doğru yükselme aracıdır. Böylece pişmanlıkla başlayan bu duygu, artık bir azme dönüşerek insanın güçlenmesine, her türlü zorluğun üstesinden gelmesine ve mutlu bir yaşam sürdürmesine vesiledir.

Evet, tövbe; nefsi eğitmek, kötülüğe ve kötülere karşı donatmaktır.

Tövbe; nefsi tanımak, nefisle konuşmak, dertleşmek demektir.

O nedenle kendinden nefsini asla ayırmayacaksın, ondan gaflette olmayacaksın, ıslahıyla uğraşıp ona hep tavsiyelerde bulanacaksın, umut vereceksin, saçmalasa da temiz duygular aşılayacaksın ona; bir yerde yereceksin, başka bir yerde azmine azim katacaksın…

Eğer azarsa nefsin, elini başına çekecek: "Ey saçma sapan vesveselerle dolu nefsim!" diyerek şöyle öğütleyeceksin asi nefsini:

"Ne zamana kadar vesveseler içinde kalacaksın? Dostça sana birkaç şey söyleyeyim, dinle… Kulak ver bana. Yüz binlerce yıldır dünya vardı. Senden yoktu ne bir isim, ne bir iz… Şu hızla dönen felek senden sonra da neler getirecek? Bu arada ne olacak senin ömrün? Farz et ki yoksun sen… Öyleyse böbürlenmen neyedir, büyüklük taslaman kimedir?"

"Ne zamana kadar geleceğin kaygısını çekeceksin? Biliyorsun ki geçmiş-gelecek diye bir şey yoktur… Geçmiş geçmiştir ve geri döndürülemez; gelecek de gelmemiştir, kaygısını taşımak yersizdir; önemli olan içinde bulunduğun şimdiki zamandır; onu değerlendirmen gerek…."

Sonra onu hayata karşı umutlandırmaya, bir arada yaşadığı insanlarla nasıl geçinmesi gerektiğini öğretmeye çalışacaksın:

"Taş değilsin, niye böyle donuk duruyorsun?!.. Biraz hızlı, canlı yürü!.. Yoksa topal mısın?… Üzerindeki tozları silk… Bu tozlu keçeyi biraz tekmele… Felek gibi raks ederek yürü… İsterse yol dikenli olsun. Attan in, yaya yürü; tokat yesen dahi yine neşeni kaybetme… Elinden gelirse herkesin yükünü sen taşı… Başkalarını yükten kurtarmak, ne güzel bir şeydir!.. Sen âciz düştüğün zaman da, herkes senin yükünü taşır… Bu şaşı gözle kendine bakma; biri iki görürsün, gurura kapılırsın…"

Daha sonra insanlarla diyalogun önemini hatırlatacak, toplumda yaşamayı, iyi arkadaşlar ve samimi dostlar bulmayı, ekiple çalışmayı ona öğreteceksin: "Bilmiyor musun; bal yapan arılar, birbirleriyle iyi arkadaşlık ettikleri için böyle tatlı bir mahsûl vücuda getirip mesut olurlar… İpek böceğinin ipek külâhlı olması, yol arkadaşlarının kendisine yâr olmalarındandır… Karınca, arkadaşlarıyla beraber çalışmanın neşe ve heyecanı içinde kendinden daha ağır şeyleri çeker götürür… Onun için bu yolda arkadaşlık ettiğin insanlarla daima uyum içinde ol…"

Sonra, uzun arzulara kapılarak ömrünü heba ede nefsi dizginleyebilmek için ona ölümü hatırlatacaksın: "Bu kutlu sarayın mumu da olsan, yokluk fırtınasıyla söneceksin… Gül bahçesinde yeni açmış bir çiçek de olsan, gül gibi güleç de olsan, yine de ölüm fırtınası ömür yapraklarını dökecektir… Ne olursan ol, yine de eninde sonunda öleceksin, bu hayata veda edeceksin…"

Bunun için de ara sıra canlılar yurdunu terk edip ölüler diyarını ziyarete gideceksin… Mezarlığa girdiğinde, diri ölülerin girerken korktukları, ürperdikleri gibi korkmayacak, dehşete kapılmayacaksın… Ve orada gerçek dirilerin onlar olduğunu göreceksin… Onların, lisan-ı hâlleriyle seninle konuştuğunu, zamanın ve ehlinin cefasından, dostların vefasızlıklarından, yakınlarının kendileri için hiçbir şey yapamadıklarından, her şeyin, ama her şeyin yalan ve fani olduğundan söz ettiklerini duyacaksın… Duyacak ve ölmek için yaratıldığını hatırlayarak daldığın gaflet uykusundan uyanacaksın, dünyanın aldatıcı cazibelerine kapılmayacaksın…

Sonra ölmeden önce ölerek "Varış O'nadır; O'ndan gelmişiz ve O'na gidicileriz."in sırrına varacak, nefsini öldürmekle ölümsüzlüğün sırrını çözecek, beden kafesinden kurtulup O'na gitmeyi arzulayacaksın. O görülmeyen, ama yaşayan ve yaşatan Sevgili'ye… Hem de korkarak değil; severek ve sevilerek…

Bütün bu öğütlerden sonra hatip (sen) ve muhatap (nefsin) birleşerek, "ben" diye tabir ettiğin kendinle baş başa kalmaya başlayacak, kendi âleminde tefekküre dalacaksın. Bu tefekkür esnasında tüm âlemi kendinde topladığını, ama buna rağmen yine de yalnız olduğunu ve bu yalnızlığında, hatta kendinin bile kendine yabancı geldiğini anlayacaksın; şayet iç âlem seyrinde, sülûk yolunda mesafe kat etmiş bir saliksen, başkalarından arındığını, ama bir türlü kendinden arınamadığını göreceksin; seninle Mahbup arasındaki asıl hicap ve perdenin kendin olduğunu müşahede edeceksin!

Böyle bir durumda, Sevgili'ye kavuşmak, O'nun cemal ve celal sıfatlarına mazhar olmak ve O'nun nurunda fani olmaktan başka bir çare yoktur. İşte o zaman kendinden geçecek, "kendi" diye bir şeyin ortada kalmadığını göreceksin; O'ndan başka bir şeyin olmadığını, var olan tek şeyin O olduğunu müşahede edeceksin. Artık gördüğün her şeyde, önce, sonra ve o anda "O'nu" göreceksin, O'na aşık olacaksın… Ve işte o zaman vuslatın tadını tadarak şöyle diyeceksin:

Seni bulan ya Rab, şu canı neylesin?!

Evi, barkı, evlâdı, unvanı neylesin?!

Deli edip verirsin iki cihanı ona

Vurgun olan sana, iki cihanı neylesin?!