“Dağlar, atılmış renkli yüne benzeyecekler…” Karia, 5

Hz. Ali ve Namaz Esnasında Ayağından Ok Çıkarılması

Hz. Ali ve Namaz Esnasında Ayağından Ok Çıkarılması

Soru

Namaz esnasında Hz. Ali’nin (a.s) ayağından ok çıkarılması (ve bunu fark etmemesi) ile namazda yüzüğünü sadaka olarak vermesi arasında çelişki yok mudur?

Kısa Cevap

Sorunuza şu şekilde cevap verebiliriz:

1- İnsan, ilahi rızaya uygun ameller yaparak kemale erişebilme gücüne sahiptir. Yani insan-ı kâmil makamına ulaşarak bütün mükemmellikleri kendisinde toplayabilir.

2- İnsan-ı kâmil makamına ulaşmak demek, bu makama ulaşanların çeşitli halleri olmayacağı anlamına gelmez.

Bize ve birçok Müslüman’a göre İmam Ali (a.s), Müslümanlar için mükemmel bir örnektir ve insan-ı kâmil makamına sahiptir. Ama onun da çeşitli halleri vardır. Yani bazen ayağından ok çıkarılınca acıyı hissetmiyor, bazen de namaz esnasında fakirin sesini duyup yüzüğünü ona veriyor.

3- İmam Ali’nin (a.s) manevî haleti birincisinde, ikincisinden daha yüksektir.

Bu hususta daha ince bir açıklamada bulunmuşlardır. Şöyle ki, insan öyle bir yere ulaşır ki mülk ve melekûtu bir araya getirebilir. Yani Allah’a ve melekûta yönelirken mülk ve dünyaya ait işlerle de meşgul olabilir. Bu yüzden onlar Hz. Ali’nin (a.s) ikinci halini birinci halinden daha iyi bilmektedirler. Zira İmam (a.s) bu halinde yüce insani makama sahip olması ve salim cem makamı diye adlandırılan kâmil işraf marifetinden dolayı hem Allah’a yönelir, hem de Allah’ın yarattıklarına nazar eder. Yani Allah ile meşgul iken başkalarıyla da meşgul olabilir. Yoksa fakirle meşgulken Allah’tan gafil değildir. Hatta Allah’a yönelişi öyle güçlü ki, o halde tüm âlemi de görebilmektedir. Bu yüzden bu makam yalnızca maneviyat ve Allah’ta gark olmak ve okun acısını hissetmemekten daha yücedir.

Ayrıntılı Cevap

Soruya tam cevap vermeden önce aşağıdaki hususlara değinmemiz gerekmektedir:

1- İnsan, ilahi rızaya uygun ameller yaparak kemale erişebilme gücüne sahiptir. Yani insan-ı kâmil makamına ulaşarak bütün mükemmellikleri kendisinde toplayabilir.

2- Ehlibeyt İmamlarının (a.s) kemalleri kendilerinde toplayıp insan-ı kâmil olmaları, onların yaşantılarının da bir açıdan bakıldığında öteki insanlar gibi olmasını gerektirmektedir. Yani normal şartlar altında ve toplumsal bir yaşantıları olması gerekir. Dünyadaki yaşantı şartları kimi zaman emniyetin olduğu, kimi zaman olmadığı gibi değişken olduğu için doğal olarak insanların davranış ve tepkileri de o şartlara uygun şekilde olacaktır. Örneğin yolculuk eden birisinin namazını seferi kılması veya savaşta korku namazı kılınması gerektiği gibi. Demek ki, insan-ı kâmil makamına nail olmak, bu kemal haddine ulaşanların çeşitli halleri olmayacağı, maddi ve dünya işleriyle asla uğraşmayacağı anlamına gelmez.

Buraya kadar söylediklerimizden sorulan soruya cevap olarak diyoruz ki: Bu iki önerme Hz. Ali (a.s) gibi insan-ı kâmilin hallerinden iki değişik hali ortaya çıkarmaktadır.

Şehit Mutahharî bu konuda şöyle buyuruyor: “Bu soruyu Fahr-i Razi gibi eski âlimler de soruyor ve diyorlardı ki: “Ali (a.s) namazında daima kendisinden öyle geçerdi ki etrafından asla haberi olmazdı. Öyleyse böyle olduğunu (yüzüğünü fakire verdiğini) nasıl söylersiniz?” Cevabı şudur: Öncelikle Hz. Ali’nin (a.s) namazda kendisinden geçtiği doğrudur, ancak evliyaların hallerinin hep aynı olduğu söylenemez. Resulullah’ın (s.a.a) iki haleti olduğu rivayet edilmiştir. Kimi zaman öyle bir hale geliyordu ki, ezanın bitmesini bekleyemiyordu ve şöyle buyuruyordu: “Rahatlat bizi ey Bilal.” (Yani acele ezan oku ki namaza başlayalım.) Öte yandan namazda secdeye vardığında İmam Hasan (a.s) veya İmam Hüseyin (a.s) gelip omuzlarına çıkardı. Resulullah da sabreder, onlar ininceye kadar secdesini uzatırdı.

Bir defasında Allah Resulü (s.a.a) namaz esnasında kıyam halinde iken, birisi Peygamber’in önünden geçerken yere tükürdü. Resulullah da bir adım ileri gidip ayağıyla onun üzerini örttü ve sonra yerine geri döndü. Fakihler Peygamber’in bu davranışına dayanarak namaz bâbında fetvalar vermişlerdir. Seyyid Bahru’l-Ulum diyor ki:

Yaratılmışların en hayırlısı yürüdü,
Ondan birçok bâblar açıldı.

Yani Peygamber’in namaz halinde iki adım ileri atması namaz kılarken namaz dışı hangi ameller ne kadar caizdir ya da caiz değildir gibi birçok meseleyi aydınlatmıştır. Demek ki çeşitli haller olabilir.”[1]

Şeyh Saduk, İlelu’ş-Şerayi’de, Allâme Meclisî Biharu’l-Envar’da şöyle rivayet ediyorlar: “Allah Resulü (s.a.a) bir gün ashabıyla namaz kılarken bir çocuk ağlamaya başladı. Allah Resulü, namazı aceleyle kılıp çabuk bitirdi. Kendisine bunun nedeni sorulduğunda şöyle buyurdu:

“Çocuğun ağlamasını duymadınız mı? Namazı çabuk bitirdim ki çocuğun annesi onunla ilgilensin ve onu sustursun.”[2]

İmam Seccad’ın (a.s) ibadeti hakkında da şöyle rivayet edilir: “Bir gece İmam Seccad’ın (a.s) çocuklarından biri yüksekçe bir yerden düşüp kolunu kırdı. Çocuk acıdan feryat etmeye başladı, komşular toplandılar. İmam Seccad (a.s), ibadetle meşguldü. Bu olay ve gürültünün farkına varmamıştı. Ertesi gün İmam (a.s) çocuğun kolunun bağlı olduğunu gördü. Nedenini sorunca dün akşamki olayı anlattılar.”[3]

Yine şöyle rivayet edilir: “İmam Seccad (a.s), namaz ve secde halinde iken evin bir köşesinde yangın çıktı. “Ey Allah Resulü’nün evladı! Yangın yangın!” diye bağırdılar. Ama İmam (a.s) gürültünün ve yangının farkına varmıyor ve ibadetine devam ediyordu. Yangın söndürüldükten sonra İmam Zeynu’l-Abidin (a.s) başını secdeden kaldırdı ve bağrışmalara itina etmeden namazını huşu içinde tamamladı.”[4]

Demek ki Allah’ın velilerinin çeşitli halleri vardır. Bazen normal bir halde olurlar[5], bazen melekût âleminde ve Allah’ın zatında gark olurlar, Zat-ı Kibriya’dan başka bir şey görmezler ve etraflarında olup bitenden bîhaber olurlar. Hatta kendi bedenlerinin bile farkında olmazlar. Rabbanî aşk ve irfana cezbolmuşken sanki bedenlerinin bütün azaları çalışmaz hale gelir ve bedenlerini hissetmezler. Hazreti Emir’in (a.s) ayağından namazdayken okun çıkarılması da bu türdendir.

Bu soruya şöyle bir cevap da verilmiştir: Ehlibeyt İmamlarının (a.s) özelliklerinden biri, onların daima Allah’ın zatında fani olmaları ve Allah’ın zatından başka bir şey istememeleridir. Toplumsal şartlar, zaman ve mekânın gereklilikleri göz önüne almanın nedeni ise böyle şeylerin Allah’ın rızasına uygun olduğu ve Ona yakınlaşmanın vesilesi olduğu içindir. Onlar mülkle melekûtu bir araya getirebiliyorlar. Eğer ahirete yönelseler dünyayı göz ardı etmezler, eğer dünyaya yönelseler ahiretten gafil olmazlar.

Bu yüzden ariflere göre Emiru’l-Muminin Ali’nin (a.s) namazda yüzüğünü fakire verme haleti, namazda ayağından ok çıkarıldığı zaman acıyı asla hissetmemesi halinden daha üstündür.

Arifler, insanın seyr-ü sülukunun dört aşaması olduğunu söylüyorlar:

-Halktan Hakk’a doğru.

-Hak’tan Hakk’a doğru Hak ile beraber.

-Hak’tan halka doğru Hak ile beraber.

-Halktan halka doğru Hak ile beraber.

Birinci seferde sâlik, zatını Allah’ta fani ediyor. Çünkü varlığı hakkani oluyor ve Allah’ın varlığında “Mahv (yok olma)” haleti arız oluyor.

İkinci seferde sâlik Allah’ın sıfat ve fiillerinde fani olmaktadır.

Üçüncü seferde “Mahv (yok olma)” haleti gider “tam bir uyanıklık” hali başlar. Artık o, Allah’ın bekasında bakidir ve ceberut, melekût ve nasut (maddi) âlemlerinde sefer etmektedir. Bütün âlemleri her şeyi ile müşahede eder ve Allah’ın zat, sıfat ve maarifinden haber verir.

Dördüncü seferde dünya ve ahiretin yaratılmışları, eserleri, lüzumları, menfaatleri ve zararları, bunların hepsinin Allah’a döndüğünü ve Allah’a dönüş şeklini müşahedeye nail oluyor. Son üç merhale Hak ile beraberdir. Çünkü varlığı hakkanidir ve bir şeye yönelmesi onun Allah’a yönelmesini alıkoymaz.[6] Yüzüğü namazda dilenciye vermek, seyr-u sülukun dördüncü merhalesiyle mutabıktır.

Diğer taraftan arifler diyorlar ki kemale ulaşma yolunda halet ya da cem makamına varılıyor ki bu da iki kısma ayrılmaktadır:

a) Mülk ve melekût âlemini beraberce toplayan salim cem yapanlar.

b) Bu ikisini kırık olarak cem edenler. Yani eğer madde ötesi maarif âlemine gitseler tabiat ve madde âleminin ahkâmından geri kalıyorlar ve içinde bulundukları duruma göre konuşuyor ve tüm halleri göz önüne almıyorlar. İşte bu yüzden Şath (küfürü andıran) [7]türü sözler söylerler.

İmamlar (a.s) masum oldukları için “Hiç bir şey onları meşgul etmez (La yeşğaluhu şa’nun an şa’n)” kaidesi gereği, maddi âlemde oldukları halde manevî âlemle de beraberdirler. Manevî âlemde iken aynı zamanda maddi âlemdedirler. “Yücededir aşağıda olduğu halde, aşağıdadır yücede olduğu halde” isminin zahir olduğu yerdir. Kısacası cem-i salim’leri vardır. Bu yüzden muhkemât-ı evvelîye ile uyuşmayan herhangi bir sözü asla söylemezler; yani şathiyyat söylemezler.[8]

Hz. Ali’nin (a.s) rükûda[9] yüzüğünü fakire verdiği hali, bu cem-i salim’i ortaya koymaktadır. Yani Allah ile meşgul iken aynı zamanda başka şeyle de meşgul olabiliyor. Yoksa Allah’tan gafil olup fakire yönelmemiştir. Aksine Allah’a yönelişi öylesine tam ki o halde bütün âlemi görebiliyor.

Başka bir deyişle Hz. Hakk’a cezbolmak bazen tam iken bazen de eksiktir. Eksik cazibe, insan Allah’a gark olmuşken o halde kalır ve uyanık hale gelemediği zamandır.

Şehit Murtaza Mutahharî bu konuda şöyle buyuruyor: “Eğer cezb tam olursa o durumda dönüş olur. Yani insan Allah ile meşgulken başkasıyla da meşgul olur. Bedenden ayırma misalinde olduğu gibi. Bu merhaleye yeni yetişen kimileri bir kaç saniyeliğine hatta bir saatliğine bedenlerinden ayrılırlar. Ancak bazıları var ki, her daim bedenlerinden ayrıdırlar, sanki seninle benimle oturuyorlar ama bedenlerinden ayrıdırlar.[10] İnsan-ı kâmilin en açık örneği olan Hz. Ali (a.s) yüzüğünü dilenciye verdiği zaman tam bir cezb halindeydi. Yani insan-ı kâmil öyle bir yere geliyor ki, bütün âlem onun uzvu olur.[11] Bu halette onun varlık mertebesi ve Allah tarafından verilen vazife gereği bütün âlem gözünün önüne gelir. Bütün bu aşamaları Zat-ı İlahi’de ki fenadan kazanmaktadır. İşte namazdaki böylesine çeşitli haller birbirleriyle çelişmediği gibi bir uyum halinde ve teyit konumundadır.

İşte ariflerin, “Hz. Ali’nin (a.s) namazda ayağından ok çıkarıldığında bunu fark etmemesi namazda fakiri fark etmesinden eksiktir” sözlerinin sırrı budur. Yani Hz. Ali’nin namaz esnasında fakiri fark ederek ona yardımda bulunması, ayağından oku çıkardıkları anda bunu fark etmemesinden çok daha üstün bir makamdır.

–—


[1]      Murtaza Mutahharî, İmamet ve Rehberi, s. 180-181 (Az bir değişiklikle).

[2]      Biharu’l-Envar, c. 88, s. 93.

[3]      Muntehu’l-Âmal, c. 2, s. 10.

[4]      a.g.e.

[5]      Hz. Yakup (a.s) ve Hz. Yusuf (a.s) örneğinde olduğu gibi. Hz. Yusuf (a.s) kardeşlerinin cefası üzerine Kenan’da bir kuyuya atılmıştı. Hz. Yakub’un (a.s) bundan haberi yoktu. Aradan geçen uzun yıllardan sonra Hz. Yusuf (a.s) Mısır’a aziz oldu. Kardeşleri Mısır’a yanına gitti, dönüşte gömleğini babalarına hediye olarak götürdüler. Kur’ân buyuruyor: “Kervan (Mısır’dan) ayrılınca, babaları, “Eğer beni bunamış saymazsanız (inanın) ben Yusuf’un kokusunu alıyorum.” dedi.”

Ünlü şair Sadi, bu iki olayı birbiriyle mukayese ederek şöyle soruyor: Hz. Yakup (a.s), nasıl Hz. Yusuf (a.s) kuyuya atılınca bundan haberi olmaz ama gömleğinin kokusunu ta Mısır’dan alır?

Biri o kaybolan çocuğu sordu

Ki ey temiz ruhlu, akıllı pir

Mısır’dan gömleğin kokusunu aldın

Ama Kenan kuyusunda onu görmedin

Dedi ki: Bizim halimiz bu dünyada

Şimşek gibidir, kimi zaman çakar, kimi zaman söner

Bazen yücelerde otururuz

Bazen de önümüzü göremeyiz. (Külliyat-ı Sadi, s. 53.)

[6]      Muhammed Rıza İsfahanî, Haşiye-i Esfar, c. 1, s. 13 ila 16 (özeti)

[7]      Şath lügatte, kazanın yüzü, üstü demektir ki kaynadığında içindeki kenarından bir miktar akar. Bir yaşındaki keçiyi gütmek için kullanılan kelimeye de denir. Ayrıca yürürlükte ve yaygın olan ahkâmdan çıkmaya da denir. (Ferhengi Farsi-i Muin ve Lugatname-i Dehhuda)

İrfan ve tasavvuf ıstılahında ise zahirde küfürü çağrıştıran ve şeriatın temellerine aykırı olan sözlerdir. Bazı irfan ehli kişiler şevke gelip kendilerinden geçtiklerinde söyledikleri sözlerdir şathiyat. Onlar bu sözleri söylediklerinde tamamen kendilerinden geçiyor ve Allah’ın zatında fani oluyorlar.

Böylesi küfrü çağrıştıran sözleri duyan inançlı insanlar düşüncelerinin farkına vardıklarında onlardan uzaklaşıyorlar. Ama onların da bunlara getirdiği mantıklı açıklamaları vardır.

[8]      Tercüme-i Risaleti’l-Velaye, Goftar-ı Ayetullah Cevad Âmulî.

[9]      Maide, 55.

[10]    Murtaza Mutahharî, İmam ve Rehberi, s. 181.

[11]    Üstat Ayetullah Hasanzade Âmulî, Nehcu’l-Velaye adlı kitabın 167. sayfasında şöyle yazıyor: Nefs-i Rahmaniye’ye Hakikat-ı Muhammediye de derler. Zira nefs-i müktefiye olan “Benze ve onunla birleş” derece ve makamların yükselmesi açısından sadr-ı evvel’in benzeri oluyor. Gerçi “Başla ulaşırsın” ve hudus yönünden öteki nüfuslar gibi cismani unsurdur ama zikredilen benzerlikten öte münbesit vücut ile ittihad-ı vücudu eder. Bu makamda bütün kelimat-ı vücudiye onun şuûnunun hakikatine dönüşür.