İşçiye alnının teri kurumadan ücretini veriniz. Henüz çalışırken (işi bitmeden) ücretini belirleyiniz. Kenz’ul Ummal, 9126 Hz. Muhammed (s.a.a)

İmam Ali (a.s)’ın Hayatından Dersler

İmam Ali (a.s)’ın Hayatından Dersler

Ali TARHAN

Hz. Ali (a.s)’ın Adâleti

Hz. Ali (a.s) Beyt-ül Malı halk arasında eşit olarak böler, kimseye bir ayrıcalık tanımazdı. Hz. Ali’nin bu âdilâne duruşu, çıkar çevrelerini rahatsız etmiş ve onların Muaviye’nin yanında yer almasına yol açmıştı.

Bu durumdan endişe duyan Ali dostlarından bazıları, Hazret’in huzuruna varıp: “Siyaseti güçlü kimseleri tercih edip iş başına getirmeniz, işlerin ilerlemesi için daha uygun olur” önerisinde bulundular. Onların bu anlamsız önerisine sinirlenen Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdular:

“Yönetimim altındaki insanlara zulmederek, kendime dostlar edinmemi mi bana öneriyorsunuz? Allah’a ant olsun ki, yer ve gök var olduğu müddetçe ben böyle bir şey yapmam. Eğer mal kendimin bile olsaydı, onu insanlar arasında eşit olarak bölerdim; oysa ki mal Allah’ın malıdır; ve benim bu konuda adâlet dışına çıkmam asla düşünülemez!”

Sonra da şunları eklediler:

“Evet, işi yerinde ve layıkıyla yapmayan bir kimse, kısa bir süre zarfında gönlü bozuk kimselerin sevgisini kazanıp, övgüsüne mazhar olabilir. Fakat kötü bir durumla karşılaşıp, onların yardımına muhtaç olunca, dünya malı ve makamı için kendisini seven kimseler, onu en fazla kınayan kötü dostlardan olurlar.”[1]

Yabis Vadisi Olayı

Ebu Besir diyor ki, Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)’a; “Adiyat suresinde geçen Yabis (kumsal çöl) Vadisi olayı ve hicri 8. yılda İslâm ordusunun o vadide gerçekleştirdiği kahramanlık nedir?” diye sorduğumda, İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdular:

“Yabis halkı, on iki bin süvariden oluşan askeri bir güç idi; Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s)’a karşı, ölene dek savaşacaklarına dair ahdedip anlaştılar.

Cebrail onların bu antlaşmasını Resulullah’a haber verince, O Hazret ilk önce Ebu Bekr’i, daha sonra da Ömer’i bir orduyla onların üzerine gönderdi. Fakat onlar bir netice elde edemeden geri döndüler.

Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.a) bu kez Hz. Ali’yi, Muhacir ve Ensar’dan oluşan dört bin kişiyle,Yabis Vadisine gönderdi. Hz. Ali (a.s), ordusuyla birlikte Yabis Vadisi’ne doğru hareket etti. İslâm ordusunun Hz. Ali’nin komutasında hareket ettiği, düşmana bildirildi. İki ordu karşılaşınca düşman kuvvetlerinden iki yüz kişilik bir grup, ayrılıp savaş alanına geldi. Hz. Ali (a.s) da bir grup ashabıyla birlikte onlara doğru yürüdü. Karşı karşıya geldiklerinde onlar: “Siz kimsiniz, nereden geliyor ve ne yapmak istiyorsunuz ?” diye sordular.

Hz. Ali (a.s) onlara cevaben:

“Ben Resulullah’ın amcasının oğlu, kardeşi ve elçisi Ebu Talip oğlu Ali’yim. Sizi, Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmeye davet ediyorum, eğer iman ederseniz, yarar ve zararda Müslümanlarla ortak olursunuz.” buyurdu.

Onlar, Hz. Ali’nin bu sözüne karşılık:

“Sözlerini duyduk, savaşa hazır ol ve bil ki, seni ve ashabını öldüreceğiz! Bizim vaadimiz yarın sabahtır.” dediler.

Hz. Ali (a.s) da onlara cevaben şöyle buyurdu:

“Yazıklar olsun size, beni ordunuzun çok olmasıyla mı tehdit ediyorsunuz? Bilin ki, biz Allah’tan, meleklerden ve Müslümanlardan sizin aleyhinize yardım alacağız. Yüce Allah’ın gücünden başka bir güç ve kudret yoktur.”

Düşman geri dönüp mevzisini pekiştirdi. Hz. Ali (a.s) da dönüp savaşa hazırlanmaya koyuldu. Hz. Ali (a.s) Müslümanlara, gece vakti bineklerinin teçhizatlarını hazırlamalarını, kuşanmalarını ve sabah erken düşmana saldırmak için hazır bir vaziyette beklemelerini emretti.

Şafak söktüğünde Ali (a.s) ordusuyla birlikte namaz sonrası düşmana saldırıya geçti. Düşman öyle gafil avlandı ki, nereden saldırıya uğradıklarını bile anlayamadılar. İslâm ordusunun takviye birlikleri savaş alanına ulaşmadan, düşmanın bir çoğu öldürülüp esir alındı ve malları ise Müslümanların eline geçti.

Cebrail-i Emin, Hz. Ali ve İslâm ordusunun muzaffer olduğunu Hz. Peygambere haber verdi. Resulullah (s.a.a) minbere çıkıp Allah’a hamd ettikten sonra, Müslümanların düşmana galip geldiğini ve İslâm ordusundan sadece iki kişinin şahâdete eriştiğini halka duyurdu.

Daha sonra Peygamber (s.a.a) ve ashabı Medine’den çıkıp Hz. Ali’yi karşılamaya koştular. Medine’ye bir fersah uzaklıkta Hz. Ali’nin ordusuyla karşılaşıp onlara ‘hoş geldiniz’ dediler. Hz. Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’i görünce bineğinden aşağı indi; Peygamber (s.a.a) de bineğinden aşağı inip Hz. Ali’nin alnından öptü. İslâm ordusunu karşılamaya gelen Müslümanlar da Hz. Peygamber gibi, Hz. Ali’yi kutlayıp bu fethi tebrik ettiler; düşmandan elde edilen bolca ganimeti ve esirleri görerek daha çok sevindiler.

Bu esnada Cebrail-i Emin gök yüzünden inerek, bu zaferden dolayı “Âdiyât” suresini Resulullah’a indirdi:

“Soluk soluğa koşan atlara and olsun, (tırnaklarıyla) ateş çakıp saçanlara, sabah vakti baskın yapanlara, derken orada tozu dumana katanlara, (düşman) topluluğunun orta yerine kadar dalanlara…”

Peygamber (s.a.a)’in gözlerinden sevinç gözyaşları boşanırken, o meşhur sözü Hz. Ali’ye buyurdular:

“Eğer ümmetimden bir grubun, Hıristiyanların Hz. İsa hakkında dedikleri sözü senin hakkında söylemesinden korkmasaydım, senin hakkında öyle bir söz söylerdim ki, her nereden geçseydin ayağının altındaki toprağı götürür onunla teberrük ederlerdi!” [2]

Resulullah’tan Duymamış İsem Dilsiz Olayım!

Ebu Müslim şöyle diyor:

Bir gün ben, Hasan-ı Basri ve Enes bin Malik, birlikte Ümmü Seleme’nin (Peygamberin zevcesi) evine gittik. Enes evin kapısı önünde oturdu; ve içeri girmedi. Ama benle Hasan-ı Basri içeriye geçtik. Hasan-ı Basri Ümmü Seleme’ye selâm verdi; o da  selâmın cevabını verdi.

Daha sonra Ümmü Seleme: “Evladım sen kimsin?” diye sorunca;

“Ben Hasan-ı Basri’yim” dedi.

Ümmü Seleme: “Ne istiyorsun?”

Hasan-ı Basri: “Senden, Resulullah (s.a.a)’in Ali bin Ebu Talib hakkındaki hadisini öğrenmeye geldim” dedi.

Ümmü Seleme: “Allah’a and olsun ki, şu iki kulağımla Peygamber’den duyduğum bir hadisi sana söyleyeceğim; eğer yalan söylemiş olursam sağır olayım! Bu iki gözümle gördüm; görmemiş isem kör olayım! Kalbime yerleştirmişim, eğer buna tanıklık etmese, Allah kalbimi mühürlesin! Eğer Resulullah (s.a.a)’den duymamış isem dilsiz olayım. Resulullah (s.a.a) Ali bin Ebu Talib’e şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Kim kıyamet günü Allah’ın huzurunda hazır olduğu gün senin velayetini inkar ederse, müşrik ve puta tapanların safında yer almış olacaktır.”

Hasan-ı Basri bu hadisi duyunca şöyle dedi:

“Allâh-u Ekber, tanıklık ediyorum ki, gerçekten Ali bin Ebu Talib benim ve bütün müminlerin mevlasıdır.”

Ümmü Seleme’nin evinden dışarı çıktığımızda, Enes bin Malik, Hasan-ı Basri’ye: “Neden tekbir getirdin?” diye sordu. O da sebebini ona açıkladı. Bunun üzerine Peygamber’in hizmetçisi Enes bin Malik şöyle dedi: “Bu Hadisi, Resulullah (s.a.a) üç dört defa buyurmuştur.”[3]

Hz. Ali (a.s) ve Betyt-ül Mal

Zazan şöyle naklediyor:

Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti döneminde Beyt-ül Mal’a ait bir çok mal Kufe’ye geliyordu. Hz. Ali (a.s)’ın hizmetçisi Kanber, Beyt-ül Mal’dan bir kaç altın ve gümüş kap İmam (a.s)’ın huzuruna getirip şöyle dedi:

“Bütün ganimetleri taksim ettin, ama kendin için hiçbir şey götürmedin! Bundan dolayı ben bu kapları senin için ayırdım.”

İmam Ali (a.s) bu sözü ondan duyunca kılıcını çekip şöyle buyurdu: “Vay hâline! Evime ateş getirmek mi istiyorsun!”

Daha sonra İmam (a.s) o kapları parça-parça edip, şehrin yöneticilerini çağırarak, halkın arasında eşit bir şekilde bölmeleri için kendilerine verdi.[4]

Hz. Ali ve Öksüzler

Bir gün Hz. Ali (a.s), omzunda su kırbasıyla giden bir kadını gördü. Ona acıdığından, su kırbasını alıp kadının evine kadar götürdü. Sonra durumunun nasıl olduğunu sordu. Kadın şöyle dedi: “Ali bin Ebi Talib, eşimi memuriyete gönderdi; o da o memuriyette öldürüldü; şimdi bir kaç yetim çocukla kala kaldım; onları geçindirmeye de gücüm yok. İhtiyaçtan dolayı halka hizmetçilik etmek mecburiyetindeyim.”

Hz. Ali (a.s) bu sözleri dinledikten sonra evine döndü ve o geceyi sabaha kadar huzursuz bir şekilde geçirdi. Sabahleyin, içi yiyecekle dolu bir sepetle, kadının evine doğru hareket etti. Bu esnada bazıları, Hz. Ali (a.s)’a: ‘Sepeti verin biz götürelim’ diyorlardı. Ama Hz. Ali (a.s) onlara cevaben; “Kıyamet günü benim amellerimi kim omuzlanacak?” diye buyuruyordu.

Nihayet o kadının evine varıp, kapıyı çaldı.

Kadın:  Kim o ?

Hz. Ali:  “Dün sana yardım edip su kırbasını evinize getiren kimseyim, çocuklarına yiyecek getirdim, kapıyı aç!”

Kadın kapıyı açıp şöyle dedi:

Allah senden razı olsun, benimle Ali bin Ebu Talib arasında Allah hükmetsin.

Hz. Ali (a.s) içeri girip kadına şöyle dedi:

“Ekmek mi yapıyorsun yoksa çocuklara mı bakıyorsun?”

Kadın: Ben ekmeği daha güzel yaparım, sen çocuklara bak!

Kadın hamur yaptı; Hz. Ali (a.s) da yanında getirdiği eti kebap yapıp, hurmayla çocuklara yediriyordu. Adeta baba sevgisi ve şefkatiyle lokmaları çocukların ağzına bırakırken her defasında; “Evlatlarım! Eğer Ali sizin hakkınızda kusur etmişse onu helâl edin” buyuruyordu.

Hamur hazır olunca Hz. Ali (a.s) tandırı yakıp yüzünü ateşe yaklaştırarak şöyle diyordu: “Ey Ali! Ateşin tadını (yakıcılığını) tat! İşte bu, öksüz çocuk ve dul kadınların durumundan habersiz olan kimsenin cezasıdır.”

Komşunun hanımı tesadüfen Hz. Ali’yi görüp tanıdı; işte bundan dolayı aceleyle ev sahibi kadının yanına gidip şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana! Bu şahıs, Müslümanların önderi ve bu ülkenin yöneticisi Ali bin Ebu Talip’tir.”

Kadıncağız dediği sözlerden utanç duyarak, aceleyle Hz. Ali’nin yanına gelip; “Ey Emir-el Mu’minin! Sana karşı mahcubum, beni affet” dedi.

Hz. Ali (a.s) da cevaben; “Senin ve çocuklarının hakkında kusur ettiğimden dolayı, ben sana karşı mahcubum!”  buyurdular.[5]

Ömer Hz. Ali’den Bahsediyor

Ebu Vail şöyle diyor:

Bir gün Ömer bin Hattab bana; “Yakına gel de Ali’nin şecaat ve yiğitliğini sana anlatayım” dedi. Yanına yaklaşınca şöyle dedi:

“Uhud savaşında kaçmamak için Peygamberle ahitleşmiştik; kaçan doğru yoldan sapmış, ölen ise şehit ve Peygamber de şehit olanın ailesinin sorumlusu ve himayecisi olacaktı. Savaş zamanı aniden, her biri yüz savaşçıya bedel olan yüz şecaatli komutan, grup-grup bize saldırdılar; öyle ki artık biz savaş gücünü kaybettik, perişan bir vaziyette savaş alanından kaçtık. Bu sırada Ali’yi gördüm, güçlü bir aslan gibi yerden biraz kum götürüp yüzümüze serpti ve şöyle dedi:

“Yüzünüz çirkin ve kara olsun! Nereye kaçıyorsunuz?”

Bu sözlere rağmen savaş meydanına dönmedik; bu defa bize saldırdı; elindeki kılıçtan kan damlıyordu; şöyle feryat etti: “Siz biat edip biatinizi bozdunuz. Allah’a and olsun ki, sizler öldürülmeye kafirlerden daha layıksınız.”

Ali’nin gözlerine baktım; sanki iki zeytin meşalesi gibi ateş saçıyordu; veya kanla dolu iki kâse gibiydi. Bize saldırdığı takdirde hepimizi öldüreceğine yakin ettim. Bundan dolayı ben herkesten daha önce ona doğru koşup şöyle dedim: “Ey Eb-el Hasan! Allah aşkına! Allah aşkına! Araplar savaşta bazen kaçıyor, bazen de saldırıyorlar ve yeni saldırı kaçmanın hasarını telafi ediyor.”

Bu sözüm üzerine güya kendisini kontrol etti, yüzünü bizden çevirdi. O zamandan beri, Ali’nin kalbime işleyen o günkü heybetinin korkusunu asla unutamadım!”[6]

Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’yı İstemesi

Zehhak bin Mezahim, Hz. Ali’den şöyle naklediyor:

Ashaptan bazıları benim yanıma gelerek şöyle dediler:

Peygamber (s.a.a)’in huzuruna varıp Fatıma hakkında konuşur musun?…

Ben Peygamber (s.a.a)’in huzuruna gittim; beni gördüklerinde gülümseyip şöyle buyurdular: “Buyur ya Ebe’l Hasan! Ne istiyorsun?”

Ben akrabalığımızdan, ilk Müslüman olmamdan ve yanında yer aldığım savaşlardan söz ettim.

Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: “Doğru söyledin; söylediğinden bile daha üstünsün.”

Bunun üzerine: “Ya Resulullah! Fatıma’nın bana eş olmasını kabul ediyor musunuz?” diye arz etim.

Resulullah (s.a.a) buyurdular ki:

“Ya Ali! Senden önce de Fatıma’yı istemeğe geldiler; mevzuu Fatıma’ya söylediğimde razı olmadığı yüzünden okunuyordu. Şimdi sen burada bekle, ben tekrar döneceğim.”

Resulullah (s.a.a) Fatıma’nın yanına gitti. Fatıma (babasını görünce) hemen yerinden kalkıp Hazret’in abasını omzundan aldı; ayakkabısını çıkardı; ayaklarını yıkamak için su getirdi; ve ayaklarını yıkadıktan sonra geçip kendi yerinde oturdu.

Sonra Resulullah (s.a.a) ona şöyle buyurdu:

“Ali bin Ebu Talib öyle bir kimsedir ki, sen onun akrabalık, fazilet ve İslâmiyetinden iyice haberdarsın; ben de Allah’tan istemiştim ki, seni böyle biriyle evlendireyim; şimdi o seni istemek için gelmiştir.”

Bu esnada Fatıma susmuş ve yüzünü geri çevirmemişti. Resulullah (s.a.a) Fatıma’nın yüzünde herhangi bir isteksizlik eseri olmadığını görünce yerinden kalkıp: “Allah-u Ekber! Fatıma’nın susması, onun razı olduğunun nişanesidir.” buyurdular.

Sonra Cebrail Resulullah’a nazil olup şöyle dedi: “Ey Muhammed! Fatıma’yı Ali’yle nikahla! Allah Teala, Fatıma’yı Ali için, Ali’yi de Fatıma için beğenmiştir.”

İşte böylece Peygamber (s.a.a) Fatıma’yı benimle evlendirdi. Sonra Resulullah (s.a.a) benim yanıma gelip elimi tutarak şöyle buyurdular: “Allah’ın adıyla kalk ve şöyle de: “Ala bereketin ve maşaallah’u, la havle illa billahi tevekkeltu aleyhi”

(Bereket üzere, Allah’ın isteği üzerine, güçler ancak Allah iledir, Allah’a tevekkül ettim.) Sonra beni Fatıma’nın yanına götürüp şöyle dediler: “Allah’ım! Bu ikisi, yarattıklarının benim yanımda en sevgili olanlarıdır; onları sev; evlatlarını çok bereketli kıl; kendi tarafından onlara bir muhafız kıl; ben onların her ikisini ve evlatlarını kovulmuş şeytanın şerrinden sana emanet ediyorum.” [7]

 


[1]– Bihar’ul – Envar, c. 41, s. 111.

[2]– Bihar’ul-Envar, c.21, s.72.

[3]– Bihar’ul – Envar,c. 42,s. 143.

[4]– Bihar’ul-Envar, c.41,s.113.

[5]– Bihar’ul-Envar, c.41,s.52.

[6]– Bihar’ul-Envar, c. 20, s. 53.

7- Bihar’ul Envar, c. 43, s. 91.