Mu’min kimse, yiyeceği şeyleri ailesinin arzu ve isteğine göre ayarlar; münafık olan kimse ise ailesini kendi istediği-arzuladığı şeyleri yemeğe zorlar. (El-Kafi, c.4, s.12) Hz. Muhammed (s.a.a)

İmam Ali ve İlahi Felsefe

İmam Ali ve İlahi Felsefe

Abdullah Cevad-i Amuli/Ehli Beyt Öğretisi 2

 

Felsefe, “var” olan bir şeyi tanımak ve onu “yok”tan ayırt etmektir. Akli evrenbilimine felsefe demektedirler. Biz “Ali ve ilahi Felsefe” konusunda iki boyutu ele almaya çalışacağız: Teorik ilahi felsefe ve pratik ilahi felsefe.

Ali ve Teorik İlahi Felsefe

Eğer felsefeyi “nesnel/özdek alem karşısında insanın ussal alem oluşu” diye tefsir edecek olursak Ali (a.s)’da ilahi bir filozoftur. Çünkü hem alemin yaratılışı hakkında söz söylemiş ve hem de alemin sonunu gözden geçirip açıklamaya çalışmıştır. Bu konuda o kadar derince söz etmektedir ki felsefe aleminde hiç kimse böylesine sözler edememiştir. Ali (a.s)’ı yaratılış, ahiret ve alemin varlık ve yokluğu hakkındaki ilahi ve derin ilmi oldukça geniş ve kapsamlıdır. O, gözlerde tam manasıyla basiret sahibi bir filozof olarak tecelli etmektedir. Bizzat Hz. Ali (a.s)’ın kendisi varlık aleminin yaratılışı hakkındaki ilmi hususunda şöyle buyurmaktadır: “Ben görmediğim Rabbe ibadet etmem.” Yani ben sadece Allah’ı tanımakla kalmadım, ben Rabbimi can gözümle görüyorum ve ben asla görmediğim Rabbe ibadet etmedim.

Yine alemin gerçeği ve kainatın sonu hakkında da şöyle buyurmaktadır: “Perdeler kalksa bile yakinimde herhangi bir artış olmaz.” İnsanlar ise gaflet uykusundadırlar. Ölümleri gelince uyanırlar. Eğer tabiat aleminin varlıksal perdeleri kenara itilecek olursa yine de Ali (a.s)’ı varlığın hakikati ve yaratılış felsefesinin künhü hususunda yakininde herhangi bir artış olmamaktadır. Zira onun için zaten hiçbir perde ve engel söz konusu değildir.

Vahiy, nübüvvet ve risalet hakkında da bu ilahı filozofun ilmi mümkün olan en üst düzeydedir. Nitekim, bizzat kendisi şöyle buyurmuştur: “Ben vahyin kokusunu alıyor ve nübüvvet nurunu görüyorum.”

O halde müminlerin emiri tanrıbilim, ahiretbilim ve vahiybilimde müşahede makamına erişmiş bir hekim ve bir filozoftur. Bizzat Hz. Ali’nin kendisi bu üç şuhudu şöyle tabir etmiştir: “Beni kaybetmeden önce sorun; şüphesiz ki ben, göğün yollarını yeryüzünün yollarından daha iyi bilirim.” Dolayısıyla İslami felsefeyi, gayb alemini şahadet aleminden daha iyi tanıyan böylesi hikmet sahibinden almak gerekir.

Alevi Düşüncesinde Nedensellik İlkesi

İslami felsefenin temel ilkelerinden biri de nedensellik kanunudur ve hakikatte bu nedensellik kanunu beşeri tüm düşüncelerin ve kanunların temeli konumundadır. Nehc’ul Belaga’da Seyyid Razi’nin (Allah ondan razı olsun) içeriğinin yüceliğini itiraf ettiği ve “bu hutbenin içeriği diğer hutbelerde yoktur” dediği bir hutbe vardır. En derin, ilahi felsefe konularıyla dolu olan bu hutbe Allah’a hamd ile başlamada ve şöyle devam etmektedir:

“Bizzat tanınan her şey sonradan yaratılmıştır ve başkasıyla kaim olan her şey maluldür/sonuçtur.” Yani bizzat tanınması mümkün olan, filozofun husuli/kesbi ilmiyle ve arifin şuhudi ilmiyle tanınan her şey artık yaratıcı olamaz, aksine o bir yaratıktır. İlimle ulaşılabilen her şey (ister burhan ve isterse de irfan yoluyla fark etmez) her şey bir yaratıktır; yaratıcı değil. Zira bizzat fikir, mütefekkir ve tefekkürü yaratan ve büyük Arif Şebüsteri’nin ince tabiriyle “cana düşünceyi öğreten” Allah, artık her hangi bir filozofun ilminin erişeceği bir ilah değildir. Eğer arifin şuhudu varsa şahid ve şuhudu da bizzat O yaratmıştır. Şahidi yaratan asla ona meşhut olmaz. “bizzat bilinen her şey yaratıktır.” Bu yüzden Allah’ı ilimle değil, ayetleriyle tanımak gerekir. “Allah sizleri nefsinden sakındırır.” Yine “başkasıyla kaim olan her şey maluldür/sonuçtur.” Yani bir nedeni vardır. Bu şey ister maddede var olan bir suret, ister “konu”da olan bir ilinek ve isterse de bedenle varolan bir nefis olsun hiç fark etmez. Kendinden başkasına dayanan her şeyin mutlaka bir nedeni vardır. Bu şey, maddi, bağımlı ve maddeye bulaşmış bir varlık ise hem hazırlayıcı ve hem de faili/yapan bir nedene sahiptir. Ama eğer bu şey soyut bir şey ise yani maddeye aidiyeti yok ise ve sadece faili bir ilke dayanıyorsa yani, hululi kıyamı değil de suduri kıyamı var ise, o da hakeza maluldür, yani, nedeni vardır. “başkası ile kaim olan her şey maluldür; bir nedeni vardır.”

Yukarıda Nehc’ul Belağa’dan naklettiğimiz bu nedensellik ilkesi varlık alemini bir neden-sonuç ilişkiler yumağı olarak kabul etmektedir. Dolayısıyla hem baht ve şansa inananların tesadüfünü nefyetmekte,  hem bazı batılı bilginlerin kabul ettiği tedai/çağrışım şüphesini reddetmekte ve hem de Eş’arilerin “adet cari oldu” inancını iptal etmektedir. Zira nedensellik bu üç ekolden hiç biriyle uyuşmamaktadır. Dolayısıyla varlığı, zatının aynısı olmayan her varlık, bir nedene muhtaçtır. Başkasına ne hululi ve ne de suduri bir aidiyeti olmayan, salt varlık olan varlık ise bütün sonuçların nedenidir. “Allah-u Teala “kül”dür, (tümel bir gerçektir.) ve her şey O’nun sonuçlarıdır.”

Hz. Ali bu tümel nedensellik ilkesini başka bir hutbede de beyan etmekte ve nedensellik nizamını inkâr eden mülhitlerin hiçbir delilinin olmadığını ve sözlerinin hiçbir dayanağının bulunmadığını göstermektedir.

Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Alemi mukadder/tedbir edeni inkar edenler ve varlık aleminin müdebbirini/idare edenini reddedenler ne de kötüdürler. Onlar; insanın hiçbir ekincinin ekmediği bir ekin olduğunu mu sanıyorlar?”  hakeza; “Acaba, akıl sahipleri için mimarsız bir bina ve canisiz bir cinayet düşünülebilir mi?”

 Hz. Ali’nin bu sözleri tümel nedensellik kanunu temsil etmektedir.

Usul-i Kafi, Kitab’ul Hüccet’te bu anlamın beyanında İmam Sadık (a.s)’dan şöyle bir rivayet nakledilmiştir: “Allah tüm her şeyi bir sebeple cari kılmıştır. Her sebebe bir açıklama, her açıklamaya bir ilim ve her ilme bir kapı karar kılmıştır. O kapıyı tanıyan Allah’ı tanımış ve o kapıyı inkar eden de Allah’ı inkar etmiştir ve bizler o kapıyız.”

O halde; varlık ve yaratılış alemi bu ilahi filozofa göre nedensellik esasına dayalı bir alemdir ve bu alemde Allah bir neden; diğer varlıklar ise birer sonuçtur.

Ama Allah bu alemi nasıl yarattı? Allah’ın yaratışı, maddeleri harekete geçirmek midir? Yoksa madde ve hareketi yaratış mıdır?

Allah-u Teala’nın Failiyet Niteliği

Buraya kadar da anlaşıldığı üzere Ali (a.s)’ın ilahi felsefesinde bu evren nedensellik ilişkisine dayalı bir evrendir ve Allah kendinden başka her şeyin nedenidir. Acaba Ali (a.s)’ın söz konusu ettiği bu nedensellik, diyalektik esasına dayalı bir nedensellik midir? Yoksa; ilahi felsefenin yüce zirvesinde sözü edilen nedensellik midir?

Allah-u Teala’nın faaliyet türü nasıldır? Allah’ın işi “hareket” ile birlikte midir? Yoksa hareket yüce makamından uzak mıdır? Hz Ali (a.s) bu sorulara büyük bir dikkat ve derinlikle cevap vermektedir ki; “Ne zatı hareket eder ve ne de zatının aynısı olan zat-i sıfatları harekette bulunur.”

Nehc’ul Belağa’da genelde bir çok hutbelerde ve özellikle de söz konusu olan 186. Hutbede Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: “Allah faildir; hareket olmaksızın." Yani Allah ne fikri hareket ve ne de bedensel hareketle nitelendirilemeyecek bir failliğe sahip bir faildir. Allah’ın failiyeti ne nefsi hareket ile iç içe olan mütefekkir insana benzer ve ne de işlemesi için organ ve araçların hareketiyle araç ve aletlere muhtaç olan diğer maddi varlıkların failiyetine benzer. “Allah faildir; hareket ve aletten yararlanma anlamında değil.”

Hazret hutbenin devamında şöyle buyurmuştur: “Allah da sükun ve hareket cari olmaz” (228. Hutbenin devami) Allah Teala “Hareket kanununa” mahkum değildir. Allah’ın ne hareketi ve ne de sükunu vardır. Zira bu her ikisinin mahzeni de maddedir. Allah; maddeyi yaratan, “sabit” bir varlıktır; ne sakindir ve ne de hareketli; “kendisinin cari kıldığı kendisine cari olur mu? Kendisinin başlattığı kendisine döner mi? Allah’ın yarattığı kanun, kendisine hükmedebilir mi?

Hz. Ali’ye Göre Tanrıbilim

Ali (a.s)’ın felsefesi salt ilahi bir felsefedir. Dolayısıyla diyalektik ve diğer maddi görüşler bu değerli ve ilahi şahsiyetin düşünce ufuklarına yükselemez.

O, Allah hakkında, öyle bir “zat” ispat etmektedir ki aynı ispatla bütün zati sıfatları da beyan etmektedir. Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın künhüne ermek mümkün değildir. Zira mütefekkir, fikir ve tefekkür hep onun mukaddes zatının nurundan vücuda gelmiş şeylerdir. Allah’ın feyzi hepsine vücut vermiştir. Ancak buna rağmen açıkça şöyle denilebilir ki: “O’nun bir benzeri yoktur.”

Yaratıcı ile yaratığın irtibat şekli ve yaratıcıyı yaratıkları vasıtasıyla tanıma niteliği hakkında ise şöyle buyurmaktadır: “Allah her şeydedir; karışmaksızın.” Yani o her şeyin içindedir, onlara karışmaksızın. Dolayısıyla kendini Allah’tan hariç gören ve sonra da Allah’ın zatı hakkında tefekkür eden mütefekkir biri bulunabilir mi? Hz. Ali (a.s) her mütefekkiri tefekkürüyle, kıyasının  iki önermesiyle, fikri sonucu ve delil teşkil eden burhanıyla tümden Allah-u Teala’nın vücudi hakimiyeti altında görmektedir.

O halde hiçbir akıl Allah’ın künhüne eremez ama, bütün bunlara rağmen kolayca şunu da idrak edebilir, “O’nun bir benzeri yoktur.” Evet bunu kolayca anlamak mümkündür. Bir filozofun düşünce yüceliği ve bir arifin şuhut derinliği ile, bu gerçeği anlamak olasıdır. Bu sınırı geçecek olursa hiçbir mütefekkirin düşüncesi Allah-u Teala’nın hakikatini derk edemez. “himmetlerin yüceliği O’nu derk edemez ve akıllar O’nun vücut denizine dalamaz.” (Nehc’ul Belağa 1.hutbe) Filozof kimse;  fikriyle ne kadar uçarsa uçsun onu tanıma zirvesine asla ulaşamaz. Arif kimse de şuhut denizinde ne kadar yüzerse yüzsün zatının derinliklerine asla varamaz.

Ali (a.s) ve İlahi Tevhid

Nehc’ul Belağa’nın ilk hutbesinde de okuduğunuz gibi Allah’ın ezeliyet ve sınırsızlığıyla çelişen bir şey asla Allah’ı nitelendiremez.

“Dinin evveli, O’nu tanımak, O’nu tanımanın kemali; O’nu tasdik etmek, O’nu tasdik etmenin kemali; O’nu birlemek, O’nu birlemenin kemali; O’na ihlaslı olmak ve O’na ihlaslı olmanın kemali ise O’ndan sıfatları nefyetmektir.”

Bu ilahi filozofun, yaptığı derin açıklamalar sayesinde sonraları Farabi ve Şeyh İşrak gibi öğrenciler bundan “salt şeyde ikilik olmaz” kaidesini anlamakta, Sadr’ul Muteellihin (Molla Sadra) gibi öğrencisi ise “yalın hakikat” gerçeğini idrak etmekte ve Allame Tabatabai gibi bir öğrenci ise (Allah hepsinden razı olsun) zati mutlakıyet hakikatini anlamaktadır.

Bu dalgalanan deniz, bakın nasıl da delil getirmekte ve şöyle demektedir: “O’na ihlaslı olmanın kemali, O’ndan sıfatları nefyetmektir." Allah’tan hangi sıfatları nefyetmek gerekir? Elbette mevsuftan (nitelendirilenden) ayrı olduğuna şahadet eden sıfatları… “O mevsuf da aynı zamanda sıfatlardan ayrı olduğuna şahadet etmektedir.” Yani, Allah’tan selb edilmesi gereken sıfatlar zaid/arız olan sıfatlardır. Yani; hem zaid olanın ziyadeti, zaid olunandan ayrı olduğuna şahittir. Ve hem de zaid olunan, zaid olan şeyden ayrı olduğuna tanıktır: “Zira her sıfat mevsuftan ayrı olduğuna şahittir ve her mevsufta sıfattan ayrı olduğuna tanıktır.”

Hz. Ali (a.s) bu sözünün ardından ondan sıfatları nefyetmenin nasıl olur da ona tevhitte ihlasın kemali olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah-u Teala’yı vasf eden, O’nu eşit bilmiş, O’nu eşit bilen, O’nu ikilemiş, O’nu ikileyen; O’nu tecziye etmiş/cüzlere ayırmış, onu tecziye eden, ise O’nu tanımamıştır. O’nu tanımayan, O’na işaret eder, O’na işaret eden, O’nu sınırlamış olur, O’nu sınırlayan ise O’nu saymış olur…”

O halde özetle söyleyecek olursak Allah’ı zaid olan sıfatlarla nitelendirenler, yani; O’nu, kendinden başkasıyla eşit bilenler, gerçekte O’nu sınırlandırmış olurlar. Sınırlandırılan bu varlık ise artık Allah olamaz. Allah salt varlıktır, salt varlığın ise bir kenarı ve kıyısı yoktur. Salt kemal olan şey aynı zamanda salt ilimdir. Yine salt hayattır da… hem kemalleri sınırsızdır ve hem de kemallerle nitelendirilmesi ayniyet esasıncadır; “zata zaid olma” şeklinde değil.

Ali ve Pratik İlahi Felsefe

Buraya kadar söylediklerimiz Hz. Ali (a.s)’ın teorik ilahi felsefe hakkında beyan ettiklerinin bir özetiydi. Pratik ilahi felsefe ise Ali (a.s)’ın mukaddes hayatı ve siretidir. Bu konuda da bizzat şöyle buyurmuştur: “Allah’ın benden büyük ayeti yoktur.”

Ali (a.s)’ın gerçek makamı, “bu yırtık ayakkabım; sizlere yönetici olmaktan, benim için daha değerlidir.” demesi değildir. Fakirin biri yardım dileyince Hz. Ali temsilcisine şöyle buyurdu: “Bu fakire bin tane ver,” temsilcisi şöyle arz etti, “bin miskal altın mı yoksa bin miskal gümüş mü, vereyim?” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Her ikisi de bana göre taştır” hem altın, Ali (a.s)’a göre taştır ve hem de gümüş. Birisi sarı taştır, diğeri ise beyaz ama, bunlar Ali (a.s)’ın gerçek makamı değildir. Bu sonsuz denizin azametinin bir parçasıdır. Hz. Ali (a.s)’ın çok küçük öğrencileri de bu manevi makamlara erişmişlerdir. Ali (a.s) bir yerde; “Yol uzunluğundan ve azığın azlığından, uzun yolculuktan ve varılacak yerin azametinden Allah’a sığınırım.” (Nehc’ul Belağa 77. Hikmet) diye buyurmuşsa şüphesiz ki makamı bundan daha yücedir. Sahi, yolu Ali (a.s) için uzak olan bu yolculuk nedir? Bu yolculuk Allah’a gitmek midir? O Resulullah’ın yoldaşıdır. O halde bu yolculuk nedir?

Allah’a doğru seyretmeyi bizlere oğlu Ali bin Hüseyin (a.s) öğretti ve bu yolu kat edenler için hiç de uzak bir yol olmadığını bizlere gösterdi. “şüphesiz sana gelen kimse için bu yol yakındır. Şüphesiz sen, kullarımdan örtülü/gizli değilsin; kulların ameli seni onlardan gizlemiştir.”

Allah’a doğru seyretmek salikler/yolcular için sadece iki adımdır.

“Salikin yolu sadece iki adımdır.

Her ne kadar bir çok tehlikesi olsa da

Birisi “hüviyet”in “ha”sından geçmek,

İkincisi varlık sahrasını kat etmektir.”

Ali (a.s) için ne Allah’a doğru gitmek uzaktır ve ne de gizli olan Allah’ın mesajını insanlara ulaştırmak zordur. Ali (a.s) için ne Allah’tan geliş ve ne de Allah’a dönüş zordur. Zira bu yolculuk, Allah’a doğru yapılan bir yolculuktur ve Ali (a.s) bu yolculuğun sonsuz deryasına dalmıştır.

Ama sen ey Nehc’ul Belağa’nın muhatabı, sen kendini tevil et, hayatı değil. Hz. Ali (a.s)’ın beyanı gerçekte Nehc’ul Belağa’nın muhatapları için bir talim ve terbiye gibidir: “Ey insan uyan! Azığın az, yolun ise uzundur.”

Bir adımı kendine, diğerini ise dostun sokağına at.

“Azığın azlığından, yolun uzunluğundan ve (Allah’tan Allah’a) seferin uzaklığından Allah’a sığınırım.

Ali (a.s) hakkın habercisidir. Hakkı hak gözüyle görmüştür. O, ilahi göklerde hakla seyretmek/sefer etmek ister. Yoksa dost vadisine ayak basan, haber getiren ve sürekli dostla olan kimse için bu yol zor değildir. Ali (a.s) Allah’a ne cehennem korkusundan ve ne de cennet şevkinden ibadet etmiş değildir. O Allah’ı ibadete layık gördüğü için ibadet etmiştir. “seni ibadete ehil buldum da sana ibadet ettim.”

Mülhitlerin Şüphesini Reddetmek

Merhum Kuleyni değerli eseri Kafi’de şöyle nakletmektedir: “Ali (a.s) Muaviye ile savaşa giderken bir hutbe buyurdu. Bu hutbesinde kulları Allah yolunda cihada davet etti. Ali, (a.s) hutbenin başlangıcında şöyle demektedir: “O, tek ve samed olan Allah’tır Allah varolan bir şeyden yaratmamış ve olmayan bir şeyden de vücuda getirmemiştir.” (Bu hutbe oldukça uzun bir hutbedir biz sadece bu hutbenin nüktelerinden birini zikrediyoruz.)

Bu hutbede Hz. Ali; derin bir şekilde, mülhitlerin şüphesini reddetmektedir. Öyle ki merhum Kuleyni bu hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: “Bu hutbe Hz. Ali (a.s)’ın meşhur hutbelerindendir ve bu hutbe düşündüğü ve anladığı taktirde tevhid ilmini talep eden herkes için yeterlidir. Peygamber dışında tüm insan ve cinlerin dili bir araya toplansa, hiç birisi tevhidi böylesine beyan edemez.” Yani; içlerinde vahiy ehli ve Peygamberin olmadığı  bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler ilahi felsefeyi böylesine beyan edemezler.

Mülhitlerin şüphesi ise onların söylediği şu sözdür:

“Allah alemi ya bir “şey”den ya da “şey olmayandan” yaratmıştır. “şey olmayan” kelimesinin sonuna “den”  eki getirilemez. Zira; “bir şey” değildir. O halde Allah alemi “şey”den yaratmıştır. O halde madde ezelidir.”

Hz. Ali (a.s) ise bu sözü red ederek şöyle buyuruyor: “Ne Allah “şey”dendir, ve ne de Allah’in işi, “bir şey”den…Allah “şey”dir; “bir şey”den değildir. Ve Allah yaratmıştır; bir şeyden değil. “Bir şey olmaksızın” yaratandır.

Daha sonraları merhum Muhakkik Damat (Kabasat kitabının yazarı); Merhum Kuleyni’nin sözünü Şerh-i Usul-i Kafi’de şöyle dile getirmektedir: “Bir şeyden” sözü “bir şeyden olmaksızın” sözü ile çelişmemektedir. Dolayısıyla biri olmazsa diğeri olmalıdır denilemez. Hz. Ali de şöyle buyurmuştur: “Allah evreni “bir şeyden” yaratmamıştır ki maddenin ezeliyeti gereksin. Ve aynı zamanda: “şey olmayan"dan da yaratmamıştır ki o “şey olmayan” madde sayılsın. Zira; akli kaide esasınca da her şeyin çelişiği, çeliştiği şeyi yok eder. “şeyden”in çelişiği ise “bir şeyden değil” sözüdür; “şey olmayandan” değil.

Hatırlatma

Sözün sonunda şu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Müminlerin Emiri Ali (a.s) Kur’an-ı Kerim hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah-u Teala kullarına; kitabında tecelli etmiştir, lakin; onlar, görmüyorlar."

Söylemek gerekir ki bizzat Hz. Ali de kitabında insanlar için tecelli etmiştir. “Ey insanlar! Kaybetmeden önce Nehc’ul Belağa’yı sorun.” Sadece nasihatleriyle yetinmeyin, hitabeleriyle iktifa etmeyin. Toplumsal ve ahlaki meselelerle yetinmeyin, elbette bunların hepsi lazımdır ama, yeterli değildir. Çünkü, bu sözler, diğer kitaplar da mevcuttur.

İnançlarımızın temeli olan şey, Allah’ı ve ahireti ispat etmek, vahiy ve risaletin gerekliliğini akli burhanlarla beyan etmektir.

İnsanda bütün bunlara inanç ortaya çıkınca; ister istemez vahye teslim olur ve beyan edilmiş anlamlara gönül verir. O zaman da Allah-u Teala katında burhan ile sabit kılınır. Bütün bu burhanları Nehc’ul Belağa kitabında okuyabilirsiniz. Allah-u Teala enbiya, evliya, Allah’ın büyük velisinin mukaddes ruhu hatırına kalplerimizi kitap, itret ve sünnet marifetiyle aydınlatsın.

Allah’ın selam rahmet ve bereketi üzerinize olsun.