“Ahmak insanın kendine verdiği ziyanı düşman düşmanına veremez.” Nehc’us-Saadet, 3/225 İmam Ali (a.s)

İmamı Tanımak Üzere Dersler

İmamı Tanımak Üzere Dersler

 

Allame M. Huseyin Hüseyni Tahrani/Ehli Beyt Öğretisi 4

 

1. Ders: Peygamberlerin ve İmamların Masum Oluşları

Bismillahirrahmanirrahim

Allah’ın özel rahmeti Muhammed ve onun pak Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun. Laneti de şimdiden kıyamete kadar, onların düşmanlarına olsun. Güç ve kuvvet yalnız Yüce Allah’a aittir.

Allah’u Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak üzere kitapları da gönderdi…” (Bakara Suresi: 213)

İlk önce şu nokta iyice bilinmelidir ki, Şia ve Ehl-i Sünnet arasındaki asıl farklılık velayet/imamet konusundadır. Şia, İmam masum ve Allah tarafından belirlenmiş olduğunu kabul etmektedir. Ancak Ehl-i Sünnet, masum olmayı imamın şartlarından bilmemekte ve halkın kendisinin, kendileri için imam seçeceklerini savunmaktadır.

Ehl-i Sünnet ve Şia arasındaki diğer farklılıkların hepsi imametle ilgili olan bu ana farktan kaynaklanmaktadır. Yani, imametle ilgili ihtilaf yüzünden diğer konularda da ihtilaf ister istemez meydana gelmiştir.

Eğer bu temel ilke üzerindeki farklılık ortadan kalkacak olursa, bu iki fırka aynı inanca sahip olup, ayrıntılarla ilgili olan ihtilaflar da bu ilkenin ışığında kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Biz bu derslerde, Allah’ın yardımı ile -ki O’ndan başka hiçbir kudret ve kuvvet sahibi yoktur.- ve Allah’ın velilerinin pak ruhlarını O’nun katında vesile kılarak- Allah’ın kitabı ve Peygamber (s.a.a)’dan gelen sahih ve açık hadisler gereğince, imamın şartları konusunu ele alacağız.

Konunun başlangıcında zikrettiğimiz ayeti açıklamadan önce bir örnekle imamın toplumdaki konumunu açıklamaya çalışalım.

İmam, İnsan Vücudundaki Kalbe Benzer

İnsanın vücudunda kendine özgü görevlere sahip olan çeşitli organlar vardır.

Göz görmek, kulak duymak, burun nefes almak ve koklamak, dil tatmak ve konuşmak, el ve ayak bir şeyi tutmak ve yürümek içindir. Bu azalardan her biri kendi görevini mükemmel bir şekilde yerine getirmek için sürekli çaba gösterirler. Ancak tüm bu organlar maddi hayat yönünden kendi güç ve canlılıklarını kalp dediğimiz bir organdan almaktadır.

 Göğsümüzde yer alan kalp, her an için kanı tüm organlara ulaştırmakta onlara yeni bir hayat ve canlılık vermektedir. Bir an için bile kalp duracak olursa, bu canlı ve faaliyet halindeki organlar hemen durgun, sönük ve ölü bir duruma düşerek tüm özelliklerini yitirirler. Artık göz görmez; kulak bir şeyi duymaz; el ve ayak da hareketsiz ve hissiz olurlar.

Buna göre kalbin faydası ona bağlı olan organların hayat ve canlılığını korumak ve sürekli onları bu yönden denetimi altında bulundurmaktır.

 Kimse “kalbe ne gerek var; kalp bir işe yaramıyor; ne görebiliyor, ne duyabiliyor, ne konuşabiliyor, ne yazabiliyor. Görmek için gözümüz, duymak için kulağımız, konuşmak için dilimiz ve yazmak için elimiz var; artık kalbe ihtiyacımız yoktur” diyemez.

Bu yersiz ve yanlış bir sözdür. Çünkü kalp olmadan göz, kulak, dil hatta el ve ayak da cansız kalır ve hiçbir iş yapamazlar.

 Başka bir ifadeyle gözde olan görme gücü, kulakta olan işitme gücü kalpten kaynaklanır. Göz, kulak ve diğer organlarımız her an çeşitli afetlerle karşı karşıyadırlar. Kalp koruyucu ve besleyici olan gerekli gıda maddesini onlara göndermezse, hemen yok olup giderler. Kısacası vücuttaki tüm organlar kalbin denetimi ve yönetimi altında kendi hayatlarını sürdürebilmektedirler.

İçerik olarak da beyin ve düşünme organı, aza ve organları kontrol ederek, onların düzgün çalışmalarını sağlamaktadır. Göz sadece görür; yani görünen şeyin şekli ışığın yansıması sonucu göz bebeğinde etki bırakır ama bu şeklin ne olduğunu ve neyi ifade ettiğini göz anlayamaz, bu beynin işidir. Beyin gözde yerleşen bu şekilleri alarak tahlil eder, değerlendirir ve ne işe yaradıklarını belirler.

Mest, baygın veya deli olan kimselerin gözünde bir kusur görülmemektedir. Göz sapasağlam olmasına ve görünen şekilleri doğru olarak yansıtmasına rağmen, beyin sistemi sağlıklı şekilde çalışmadığından onları tanıyamamakta ve gerektiği gibi, bir değerlendirme yapamamaktadır.

Mest olan bir kişi, kendi kız kardeşini ve annesini hanımıyla karıştırır ve onlara tecavüz etmeğe kakışabilir; önceden görüp tanıdığı ve bilincinde yerleştirdiği caddenin şeklini şimdi gördüğü caddenin aynısı olduğunu fark etmediği için caddede çırılçıplak dolaşmaktan ve nara atmaktan çekinmeyebilir. Mest adam büyüklerim yanında seciyesiz ve çok adi işler  yapar hatta pislikleri yemekten, cinayet işlemekten çekinmez. Duyu organlarının sağlam olmasına rağmen, duyularını kontrol eden beynindeki aksaklık yüzünden göz, kulak, el ve ayağıyla kendi yararını sağlayacak işler yapmak yerine, bunları kendi zararı yolunda kullanabilir. Demek beyin insandaki çeşitli organları denetleyerek onları gereğince kullanmayı ve duyularla elde edilen yeni şekilleri beyninde saklı olan şekillerle karşılaştırarak gerekli yargıyı vermeyi sağlamaktadır.

Deli olan bir kimse, akıl gücünden yoksun olduğu için, ölçülü ve hedefli bir davranış ortaya koyamaz; davranış ve konuşmada sağlam bir hedefe ulaşmaktan yoksun olur.

İnsanlardan öte, tüm hayvanların hatta tek hücreli canlıların bile, kalp ve sinir sistemi vardır; bu iki sistem olmadan hiçbir canlı kendi hayatını sürdüremez

Taş demir ve benzeri cansız varlıkların belirli bir türsel özelliğe sahip olmalarını sağlayan, bunların ruh ve nefsi konumunda olan özleridir.

Hatta teknikte de motorun hareketini düzenleyen tezgahlara ihtiyaç duyulur; saatlerde yayların gerilime ve genişlenme durumlarında  saatin hareketini belli bir ölçü üzere devam etmesini sağlayan bir alet vardır. Buhar makinelerinde de buharın az ve çok olduğu durumda pistonlara ulaşan buhar miktarını kontrol eden ve buharın fazlasını depolara gönderen ve gerektiğinde depolardan yararlanan bir kontrol sistemi vardır. Böyle bir sistem olmasa buhar makinesi hemen bozulabilir.

Evet şuurlu ve şuursuz tüm sistemlerde böyle bir kontrol gücünün var olduğu gibi insan toplumlarında da, güçleri dengelemek, işleri düzene koymak, insanlar arasındaki ihtilafları gidermek, birey veya toplumun hakkına olan tecavüzü önlemek, bütün insanları yaratılış gayesi doğrultusunda kemale doğru kılavuzluk etmek, onların yetenek ve ilahi birikimlerinden doğru bir şeklide yararlanmak için gerçek anlamda bir imamın varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Aksi taktirde insanlar hedeflerini şaşarak bir çıkmazdan diğer çıkmaza girer ve hayat sermayelerinden gereğince yararlanamazlar.

Toplumda Masum İmamın Gerekliliği

İnsanlık aleminin düzenleyicisi olan imam, toplumun  hareketini izleyip düzene koyabilmesi ve her yönüyle onlara hakka doğru rehberlik edebilmesi için sağlam güç, doğru fikir ve eksiksiz bir ilime sahip olmalıdır.

Eğer imam, günah ve hata işleyerek diğer fertler gibi çeşitli yanılgılara düşer ve onlar gibi şehvet ve tutkuların etkisinde kalırsa yukarıda işaret edilen ilahi hedefleri gerçekleştirebilir mi? Hata ve yanılgıdan uzak olmayan bir imam bu durumuyla insanlar arasındaki ihtilafları giderip hak sahibini hakkına ulaştırması, tecavüzleri önleyerek herkesin onurlu bir hayattan yararlanmasını sağlaması, yetenek ve ihtiyacına göre herkese gerekli bilinç ve öğretiyi vermesi, kemale erişmek ve Allah’ın yolunu kat etmekte her ferdin duçar olduğu hata ve yanılgılarını düzeltmesi mümkün olur mu? Kesinlikle hayır.

Demek ki, toplumun önderi ve imamı her türlü günah ve hatadan uzak olmalı derin bir düşünceye, ilahi nurla genişleyen bir göğse, gaybi desteklerle aydınlanan bir kalbe sahip olmalıdır. İlahi anlamda eğiticilik görevini yürütebilmesi ve herkesin yeteneğince ona yol gösterebilmesi için ümmetin tüm fertlerinin tutum ve davranışlarından hatta her şahsın kalbinden geçen düşüncelerden haberdar olmalıdır. 

Ammeden (Ehl-i Sünnet’en) bazıları peygamberlerin masumiyetini kabul ederken bazıları da masumiyetin zayıf bir aşamasının peygamberlerde olduğuna inanırlar; bazıları da kökten peygamberlerin masum olduklarını inkar ederek peygamberlerin hata ve yanılgıdan korunmuş olduklarına inanmazlar.

Ancak tüm Şia alimleri, kapsamlı bir şekilde tüm peygamberlerin ve Ehl-i Beyt imamlarının masum olduklarına inanırlar.

Peygamberlerin Üç Aşamalı Masumluğu

Biz, Şia’nın görüşünü ispat etmek için ilk önce Kur’an-ı Kerim’e dayanarak peygamberlerin masum olduklarını açıklamaya çalışacağız sonra da Ehl-i Beyt imamlarının masum oldukları konusuna geçeceğiz.

Peygamberlerde masumluk şu üç konudadır:

1. Vahyi algılamada masumiyet: Yani, peygamberin kalbi vahyi algılarken hata işlemeyecek bir biçimde olmalıdır. Vahyi artırıp eksiltmeden almalı ve yansıtmalıdır.

2. Vahyi ulaştırmada masumiyet: Yani peygamber vahyi aldığı gibi iletmelidir. Vahyi iletirken onu hata ve unutkanlık sonucu artırıp eksiltmemelidir.

3. Günah konusunda masumiyet: Yani Allah’a kul olmayla bağdaşmayan her türlü davranıştan uzak olmalıdır. Günah olan her türlü işten ister söz, ister fiil olsun arınmış olmalıdır. Bu üç aşamayı bir tek cümlede ifade edecek olursak şöyle diyebiliriz: Peygamberde onu her türlü hata ve günahtan koruyan, Allah tarafından verilmiş ilahi bir güç olmalıdır. İşte bu makama sahip olana masum denir.

Ama insanın hislerinde oluşan yanılgılar gibi, bu üç konunun dışında kalan şeylerdeki hatalar Şia, ve Ehli- Sünnetin masumiyetle ilgili bahislerinin dışında kalır.

Yukarıda açıklanan üç mevzu ile ilgili masumluğu ispatlayan ayetlerden biri şu ayettir:

“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için onlarla beraber hak üzere kitapları da gönderdi…” (Bakara Suresi: 213)

Bu ayet peygamberlerin ve ilahi kitapların gönderiliş gayesinin insanları hakka davet etmek ve onları ihtilafa düştüğü her konuda,- ister inançla ilgili olsun isterse davranışla- doğruya rehberlik etmek olduğunu açıklıyor.

Yüce Allah bu hedefinde hiçbir zaman yanılgıya düşmez Kur’an-ı Kerim bu gerçeğe işaretle şöyle buyurmaktadır:

“Rabbim asla yanılmaz ve unutmaz.” (Taha: 52)

Yine bu hedefe ulaşmada hiçbir şey Yüce Allah’ın iradesinin önüne geçemez ve ona engel olamaz. Nitekim Kur’an:

“…Şüphesiz Allah irade ettiği bir işi yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (Talak: 3)

“Allah irade ettiği her şeyi yerine getirmeye kadirdir.” (Yusuf: 21) buyurmaktadır.

Buna göre, Allah Teala, peygamberleri söz konusu hedefin gerçekleşmesi için, vahyi almak ve onu ulaştırmakta her türlü hatadan korumalıdır. Çünkü peygamberin kalbi vahyi algılamak ve ulaştırmakta hata ederse o zaman peygamberlerin gönderiliş gayesi gerçekleşmiş olamaz.

Peygamberlerin gönderiliş gayesi, “İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için onlarla beraber hak üzere kitapları da gönderdi…” ayetinde açıklandığı üzere, insanları ihtilafa düştükleri konularda hakka yöneltmektir.

Eğer vahyi iletmekte bir yanılgı ve hata oluşursa, bunun anlamı ya neuzibillah Allah’ın peygamberi seçmede ya da onlara vahyi tam olarak ulaştırmada yanılgıya düşmüş olmasıdır oysa “Rabbim asla yanılmaz ve unutmaz.” (Taha: 52) ayeti gereğince, Allah hata etmez ve unutmaz ya da- Allah’ın iradesinin doğru şekilde vahyi ulaştırmak olmasına rağmen,- bazı dış engeller yüzünden bunun gerçekleşmediğidir ki bu da “…Şüphesiz Allah irade ettiği bir işi yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (Talak: 3) “Allah irade ettiği her şeyi yerine getirmeye kadirdir.” (Yusuf: 21) ayetleri gereğince Allah hakkında düşünülemez.

Buna göre, Allah Teala peygamberlerini vahyi alıp ulaştırmada her türlü hatadan korumalıdır. Onların kalpleri vahyi alırken ve onu iletirken her türlü ıstıraptan uzak olmalıdır Ancak bu şekilde, vahyi alma aşamasında ve onu iletmede her çeşit hata ve yanlış korunmuş olacaktır.

Ama üçüncü aşamada yanı günahtan uzak olma aşamasındaki masumiyeti açıklamak için şu noktaya değinmek gerekir ki eğer peygamber bir günahı işlerse bu o işin helal ve mubah olduğunu gösterir. Çünkü akıllı bir insan kötü bildiği bir işi yapmaz. Buna göre kendisinin yasak ve haram olduğunu açıkladığı bir işi kendisi yapacak olursa bu onun kendisinin ilahi emirlerle ilgili gerçekleri iletmede çelişkiye düştüğü anlamına gelir. Yani kendi söz ve davranışıyla iki zıt şeye halkı çağırdığını ifade eder.

Çelişkili bir şeyi tebliğ etmenin, hakkı tebliğ etmek sayılmayacağı açıktır. Çünkü söz ve davranışlarından her biri diğerini yalanlar ve diğerini iptal eder. Allah Teala, hakkı tebliğ etmekle görevlendirdiği peygamberlerinin çelişkili şeyleri tebliğ etmelerine izin vermez. Buna göre peygamberlerin ilahi risaleti iletmede masum olmaları onların her türlü günah işlemekten de masum olmalarını gerektirir.

İmamların da, ümmet içerisinde ilahi kanunların yani şeriatın koruyuculuğuyla görevli oldukları için, bu açından peygamberlerle hiçbir farkları yoktur. Farkları sadece peygamber şeriatı ve ilahi kitabı getiricisi olması noktasındadır. İmam, şeriatın getiricisi olmamakla beraber onu her türlü tahrif ve sapıklıktan koruyandır. Bu yüzden peygamberlerin masum olmalarını gerektiren deliller onların da masum olduğunu gerekli kılar.

Merhum Küleyni El-Kafi kitabının, El-Hüccet bölümünde Ali b. İbrahim’den, o da babasından, o da Hasan b. İbrahim’den, o da Yunus b. Ya’kup’dan o da İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle rivayet etmiştir: İmam Cafer Sadık aleyhisselam’ın huzurunda aralarında Hamran b. A’yun, Muhammed b. Nu’man, Huşam b. Salim, Tayyar ve değerli bir genç olan Huşam b. Hakem’in de bulunduğu bir grup vardı.

İmam Cafer Sadık (a.s) Huşam b. Hakem’e “Ey Huşam” dedi, “seninle Amr b. Ubeyd arasında geçen konuşmayı bize anlatır mısın?”

Huşam: “Ey Resulullah’ın evladı” dedi, “Sizin makamınız çok yücedir sizin huzurunuzda konuşmam uygun olmaz. Ben sizden utanıyorum huzurunuzda konuşmaya dilim tutmuyor.”

İmam: “Size bir şeyi emrettiğimde onu yerine getirin” diye buyurdu.

Bunun üzerine Huşam şöyle dedi:  Amr b. Ubeyd’in durumundan ve onun Basra camiinde oturarak halkla konuşmasından haberdar oldum. Bu durum bana çok ağır geldi. Onunla mülakat ederek münazara etmek için yola koyuldum ve Basra’ya vardım. Cuma günü idi. Basra camiine ulaştığımda halktan kalabalık bir grubun büyük bir halka kurup oturduklarını gördüm. Amr b. Ubeyd konuşuyordu halktan sorusu olan da sorularını soruyor ve o da cevaplandırıyordu.

Amr b. Ubeyd, yünden yapılmış siyah bir şal beline bağlamış ve diğer birini de atkı olarak omuzlarına atmıştı.

Ben halktan Amr’a ulaşabilmem için yol vermelerini rica ettim. Bana yol veren kalabalığın içerisinden geçerek Amr b. Ubeyd’in yanına yaklaştım dizlerimin üzerinde yere oturdum. Sonra: “Ey büyük bilgin, ben garip biriyim soru sormama izin verir misin?” dedim.

-Buyurun dedi.

(sonra aramızda böyle bir konuşma oldu)

-Gözünüz var mı?

-Oğlum bu nasıl sorudur? Gözlerimin olduğunu kendin görüyorsun. Artık sormana ne gerek vardır?

– Benim sorum budur. sorumun cevabını verir misiniz?

– İstediğini sor; gerçi soruların anlamsız ve ahmakça sorulardır.

– Sorumun cevabını verin lütfen.

– İstediğini sor.

– Gözünüz var mı?

– Evet

– Gözünüz ne işe yarıyor?

-Onunla renkleri ve şahısları görüyorum

-Burnunuz var mı?

-Evet.

-Burnunuz ne işe yarıyor?

-Onunla kokuları algılıyorum.

-Ağzınız var mı?

-Evet.

-Ağzınız ne işe yarıyor?

– Onunla yemekleri tadıyorum

-Kulağınız var mı?

– Evet.

-Kulağınız ne işe yarıyor?

– Onunla sesleri duyuyorum.

-Beyniniz var mı?

-Evet.

-O ne işe yarıyor?

-Duyu organları yoluyla algıladığım şeyleri birbirinden ayırıyorum.

-Duyu organlarınızın varlığı sizi beyne gereksinim duymaktan müstağni kılmıyor mu?

-Hayır.

-Nasıl beyne ve idrak gücüne gereksinim duyuyorsunuz, oysa bütün organlarınızın sapasağlam ve kusursuzdurlar?

-Evladım bu organlar gördükleri, kokladıkları, tattıkları ya da duydukları bir şeyin gerçek olup olmadığında şüphe ettiklerinde beyin ve idrak gücüne baş vururlar beyin doğruyu teşhis eder ve doğru olana güvenerek şüpheli olanı iptal eder.

Huşam: “Demek ki Allah, duyuların yanılgılarını gidermek için kalp ile beyin yaratmıştır, değil mi?

-Evet.

-İnsan için beyin gereklidir; aksı taktirde insanın organları yanılgıya düşer değil mi?

-Evet.

-Ey Eba Mervan![1] Yüce Allah insanların duyu organlarını başı boş bırakmamış; doğru şekilde algılanan şeyleri tasdik etmesi, hatalı olan şeyleri doğrulardan ayırması, doğrulara güvenip ve doğru olmayan şeyleri geçersiz kılması için onlara bir önder tayin etmiştir; nasıl olur da bu insanları hayret ve sapıklıkta bırakır ve insanların şüphe ve ihtilafta kalmasına izin verir; onların şüphe ve şeklerini kaldıracak şaşkınlıklarını giderecek bir imam tayin etmez. Oysa Allah senin vücudunda bile, his ve azalarını, şaşkınlıktan kurtarmak için bir önder belirlemiştir.”

Huşam sözlerine şöyle devam etti: “Amr b. Ubeyd bir şey söylemedi ve susup kaldı; sonra: “Sen Huşam b. Hakem misin?” diye sordu.

Ben: “Hayır” dedim.

Onun arkadaşlarından mısın? dedi.

Ben: tekrar “hayır” dedim.

Nereden geldin ve nerelisin? diye sordu.

Ben, “Kufe’liyim” dedim.

– O zaman şüphesiz sen Huşam’ın kendisisin dedi.

Bunun üzerine kalktı ve beni kendi yerinde oturttu; artık ben oradan ayrılıncaya kadar da bir şey konuşmadı.

Huşam diyor ki, İmam Cafer Sadık benim Amr b. Ubeyd’le bu şekilde münazara yaptığımı açıkladığımda çok sevindi ve güldü, Ey Huşam, dedi: “Bu münazara  yöntemini kimden öğrendin?”

Ben: “Bu şekil münazarayı sizden öğrendim ama yerine göre onu gerektiği şekilde tatbik ediyorum,” dedim.

İmam: “Allah’a ant olsun ki,” dedi, Bu şekil münazara Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)’ın kitaplarında yazılıdır.[2] 

*  *  *

Masum İmam, evrenin beyni ve kalbi konumunda olduğu için, onun üzüntüsü bu evrenin tüm aza ve organlarında yani tüm yaratıklarda etki yapar.

Suyuti El-Hasais El-Kubra’da şöyle nakleder: Hakim, Beyhaki ve Ebu Nuaym Zühri’den şu hadisi nakletmişlerdir:

“Hz. Ali (a.s)’ın şahadet gününün sabahı, Beytulmakdis’te yerden kaldırılan her taşın altında kan göründü.”

Yine Ebu Nuaym Zuhri yoluyla Said b. Musayyib’den şöyle nakleder: “Hz. Ali’nin şehadet günü sabahı yeryüzünde nereden bir çakıl kaldırıldıysa altında taze kan görüldü.”

Şeyh Saduk kendi senediyle İlelu’ş-Şerayi ve Emali kitaplarında Cibille Mekkiye’den şöyle nakleder:

“Hz. Ali (a.s)’ın sır dostlarından olan Meysem Temmar’dan şöyle nakleder: “Allah’a yemin olsun ki, bu ümmet kendi peygamberlerinin torununu, Muharrem ayının onuncu günü öldürecekler ve Allah’ın düşmanları o günü bereket günü yapacaklar. Bu iş Allah’ın ilminde geçmiş kesin kazalardandır. Hz. Ali’nin bana öğrettiği ilim üzere ben bundan haberdar oldum.

Hz. Ali bana bildirdi ki, tüm yaratıklar hatta çölün yırtıcı hayvanları, denizdeki balıklar ve gökte uçan kuşlar bile Peygamber’in torununa ağlayacaktır.

Güneş, ay yıldızlar, gök, yer, insan ve cinlerin mümin olanları göklerdeki tüm melekler Rizvan meleği, cennetin koruyucusu olan melek ve cehennemde görevli olan Malik, tüm koruyucu melekler, gök ve arşı koruyan meleklerin hepsi Hüseyin’e ağlayacaklardır.

Sonra Meysem şöyle dedi: Allah’a ortak koşanlara, Yahudi, Hıristiyan ve Mecusilere Allah’ın laneti gerekli olduğu gibi Hz. Hüseyin’i öldürenlere de bu lanet gerekli olmuştur.

Cibille diyor ki, Meysem’e: “Nasıl halk Hz. Hüseyin’in şehadet gününü bereket günü bileceklerdir?” diye sordum.

Meysem bu soruya karşılık ağlayarak şöyle dedi:

“Kendileri uydurdukları bir hadis gereğince, Aşura günün Hz. Adem’in tövbesinin kabul olduğu gün olduğunu söyleyecekler. Oysa Hz. Adem’in tövbesi Zilhicce ayında kabul olunmuştur. Yine onlar Aşura gününde Yüce Allah’ın Hz. Davud’un tövbesini kabul ettiğini söyleyecekler. Oysa Hz. Davud’un tövbesi de Zilhicce ayında kabul olmuştur. Onlar bu günde Allah’ın Hz. Yunus’u balığın karnından kurtardığını söyleyecekler. Oysa Allah Teala Hz. Yunus’u Zilkaade ayında balığın karnından kurtarmıştır. Onlar Aşura gününde Hz. Nuh’un gemisinin karaya oturduğunu söyleyecekler. Oysa bu Zilhicce ayının 18. günü vuku bulmuştur. Onlar bu günde Beni İsrail’in kurtulması için denizin Allah tarafından yarıldığını söyleyecekler oysa bu Rebiulevvel ayında gerçekleşmiştir….”

 

 


[1] – Amr b. Ubeyd’in saygıyı ifade eden lakabıdır. (Arapça’da buna künye denir.)

[2] – Saduk bu hadisi, Sa’d b. Abdullah’tan nakleder.  Bkz. El-Amali s. 351.