Allah Resulü hiç bir olay hakkında “Keşke başkası olsaydı! demezdi. el-Bihar, 71/157/75 İmam Cafer-i Sadık (a.s)

Mevlâna Celâleddin-i Rûmî

Mevlâna Celâleddin-i Rûmî

DERYA BELDE

Bugün AHMED benim,

Ama dünkü Ahmed değil.

Bugün Anka benim,

Ama yemle beslenen kuşcağız değil.

Ene’l-Hak kadehiyle bir yudum içen, sızdı Hak şarabından;

Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım.

Ben sultanların aradığı sultan, ben hacetler kıblesiyim.

Gönül kıblesiyim ben.

Ben cuma mescidi değilim, insanlık mescidiyim ben.

Ben saf aynayım, sırrım dökülmemiş, paslanmamışım.

Ben kin dolu bir gönül değilim, Tûr-i Sînâ’nın gönlüyüm ben.

Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum;

Benim sarhoşluğumun sonu yok.

Tarhana çorbası içmem ben,

Can yemeği yerim, içerim can şerbeti.

İşte sararttı seni bir gümüş bedenlinin özlemi, altın hâline geldin artık.

Sen altına aşıksın, altın benim rengime aşık.

Gönlü saf sûfîyim ben,

Benim tekkem âlem, medresem dünya benim.

Değilim abalı sûfîlerden.

İster yakarış eri ol sen, meyhane eri istersen,

Bundan sanki ne çıkar!

Yok cumartesi imiş, yok cuma imiş, bence ne farkı var?

Gerçeğin tadını alan er,

Ne altına aldırış eder,

Ne kalender tacına bakar.

Ne tasası vardır, ne kini.

Ey Tebrizli Hak Şemsi,

Yüzünü göstermeseydin sen, yoksul çaresiz kalırdı kulun,

Ne gönlü olurdu, ne dini…

Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, İslâm irfanının en parlak yıldızlarından biridir. En önemli eseri, 26.000 beyitten oluşan Mesnevî’dir. Mesnevî, her beytinin mısraları kendi arasında kafiyeli, Farsça yazılmış bir eserdir. Mesnevî, anlaşılır bir dille kaleme alınmış olmasının yanı sıra okuyucunun meseleyi anlamasını kolaylaştırmak amacıyla kıssalar ve hikâyelerle süslenmiştir. Halkın her kesiminden insan, Mesnevî’yi anlayıp kendine göre bir pay biçebilir. Mevlâna’nın ustalığı da burada yatmaktadır. İrfanî konuları mümkün olduğunca anlaşılabilir bir tarzda anlatmış, kimi yerlerde masalsı bir tarzda işlemiştir. Böylece tüm insanlığa hitap etme hedefine ulaşmıştır.  Bununla birlikte Mesnevî’de öyle ince anlatımlar vardır ki ancak irfan ehli insanlarca anlaşılabilir. Bu anlatımları Murtaza Mutahharî şöyle açıklar:

“Mevlâna ise Mesnevî’sinde gazele yakın olmakla birlikte başka bir tarz ve dille konuşmaktadır…. Bu yüzden de; ‘Sakın ha âriften duyduğun her sözü zahirine yorma!’ demektedir. Sonra da güzel bir teşbih yaparak; ‘Onlar Hakk’ın kuşlarıdır.’ der… Attar’ın Mantık'ut-Tayr adlı eserinde de bütün kuşlar ‘hüthüt’ kuşunun rehberliğinde bir araya gelirler. Burada ‘hüthüt’ pirin ve mürşidin, diğer kuşlar ise ‘salikler’in bir rumuzudur…. Mevlâna şöyle demektedir:"

'Tanrı kuşundan bir ötüş duyunca,

Ders beller gibi yalnız zahirini beller,  hatırında tutarsın.

Sonra da kendinden kıyaslar yapar,

Hayalin ta kendisini hakikat sanırsın.

Abdalların ıstılâhları vardır ki,

Sözlerin onlardan haberi yok!' " [1]

Hayatı

30 Eylül 1207'de (bazı kaynaklarda 1182'de) Belh’te (bugünkü Afganistan’ın sınırlarında bir şehir) dünyaya gelir, Muhammed Celâleddin…

Adına kendisini sevenlerce eklenen Mevlâna sıfatı, aslında “Efendimiz” anlamındadır. Rûmî ise, (Eskiden Anadolu yerine kullanılan) Rum illerinden Konya'da uzun süre kaldığı için aldığı bir lakap…

Soylu ve kültürlü bir aileye mensuptur. Annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babası, Sultan’ul-Ulema Muhammed Bahaeddin Veled’dir.

Çocuk denecek yaştayken, devrin büyük alim ve sûfîsi olan babasının medrese derslerine devam eder. İlk manevî terbiyesini ondan alır.

Nişabur'da Şeyh Feridüddin-i Attar, sohbet sırasında, Mevlâna'nın alnındaki kemali görüp ona Esrarnâme adlı eserini hediye eder, babasına da; “Çok geçmeyecek ki bu senin oğlun, âlemin yüreği yanıklarının yüreğine ateşler salacaktır.” der.

Hac dönüşü uğranan Şam'da da Muhyiddin-i Arabî, Bahaeddin Veled'in arkasında yürüyen Celâleddin'e bakarak; “Subhanallah! Bir okyanus, bir denizin arkasında yürüyor…” demiştir.

Göç kervanıyla Şam'dan Malatya'ya, oradan Erzincan'a ve Karaman'a uğranır. Karaman’da kalındığı süre içinde Mevlâna, babasının isteği ile Hoca Şerafeddin Lala’nın kızı Gevher Banu ile evlenir.

Aile, 1228'de Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubat’ın daveti üzerine, ilim ve kültür merkezi olan Konya'ya gelip kendileri için yaptırılan medreseye yerleşir.

Mevlâna, 1231 yılında Bahaeddin Veled’in vefatıyla ilk mürşidini kaybeder.

Yüksek ilimlerde daha da derinleşmek için Haleb'e, oradan da Şam'a geçer. Burada dört yıl kalır. Şam’daki alim ve sûfîlerle tanışıp sohbet eder.

Rivayetlere göre, Şems ile ilk karşılaşması burada olur. Şems-i Tebrizî, halkın içinde, elini yakalayıp öper ve ona; “Dünyanın sarrafı, beni anla!” diye hitap ederek kaybolur. İşte bu karşılaşmadan yaklaşık sekiz sene sonra Şems, Konya’ya gelecek, içli dışlı sohbetleri başlayacaktır.

Devrinde geçerli olan her türlü ilmi hazmetmiş, bunların dışında İran, Hint, Arap edebiyat türlerini incelemiş, Rumca'yı öğrenerek klasik Yunan filozoflarının eserlerini okumuştur. Artık verdiği dersler, vaazlar ve fetvalarla insanları aydınlatma işini üstlenmiştir. Dört yüz talebesi ve on binden fazla müridi vardır. Vaazlarını toplayan Mecalis-i Seb’a (Yedi Meclis) adlı eseri bu sırada meydana gelir.

Mevlâna, babası ve Seyyid Burhaneddin’in elinde “pişmiş”, Şems’in aynasında gördüğü kendi güzelliğinin ateşiyle de “yanmıştır”.

Sultan Veled'e göre; “Şems, ansızın gelip ona ulaşmış, mâşuk (sevilen) olmanın hâllerini açıklamıştır. Böylece sırrı, yücelerden yüceye varmıştır.”

Şems-i Tebrizî ile buluştuktan sonra, artık bütün vaktini ona adar ve bambaşka bir âleme girer. Şems'in çekimiyle yanıp ilâhî aşkla kendinden geçer.

1259-1261 yıllarında yazılmaya başlanan Mesnevî, 1264-1268 yılları arasında tamamlanır.

“…. Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız; bizim mezarımız, ariflerin gönlündedir.”

Çünkü, ona göre ölüm, yok oluş değil; bir geçiştir, Şeb-i Arus’tur (Düğün Gecesi)…

“Ben Tahtan inip tabuta binecek kişi değilim…

Benim yerim, sonsuzluk makamıdır!”

der ve…

17 Aralık 1273'te sonsuzluk makamında yerini alır. Artık ariflerin gönlünden, dilinden çağrısını sürdürür; şu mesajla ışık tutmaya devam eder, daha nice yüzyıllara seslenir:

“Gel, gel, yine gel!

Ne olursan ol,

İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta,

İster yüz kere tövbe etmiş ol,

İster yüz kere bozmuş ol tövbeni…

Umutsuzluk kapısı değil bu kapı;

Nasılsan öyle gel!”

Mevlâna’yı Mevlâna yapan şey acaba neydi?.. Gayesiz bir sevgi mi?.. Elbette ki hayır! Şems’i görene kadar zahir ilmi hocası iken, neden onu takip etti?.. Zahir ilmi, ilm-i bâtına uyuyor muydu? Neden bu ilim herkese açılmıyordu?. Hazmedilecek yönleri nelerdi?..

Bütün bu suallerin cevabını açık şekilde Mevlâna'nın yaşamında görebiliyoruz. Şurası kesin ki, toplumun değer yargıları içinde yaşanan ihtirasların, kıskançlıkların, çekememezliklerin, ilm-i bâtında ve onu yaşayanlarda asla yeri bulunmaz.

 

??????????????

 

"Bugün Ahmed benim,

Ama dünkü Ahmed değil…."

***

"Aşkının varlığında öyle yok oldum ki, o yokluk binlerce varlıktan daha hoştur."

***

"Senin uğrunda yüzlerce belâya katlanırım. Bu sözümden dönersem, her cezaya razıyım. Eğer ömür yetse, gönlümde senin cefalarını kıyamete kadar çekme kararındayım."

***

"Sevgilim! Ben hem avım, hem avcıyım. Bir avım var benim. İşsiz güçsüzüm; ama hoş bir işim var benim. Bana diyorsun ki: 'Başımı kesmek sevdasında mısın?' Evet, öyle bir sevdam var sevgilim. Evet, o sevdadayım."

***

"Senin yanında mesut yaşayan nasıl gam çeker? Senin ışığınla âlemin güneşi olan bir insan hiç yas tutar mı? Hele sana yakın ve mahrem canların gönüllerindeki sırlar nasıl kapalı kalabilir?"

***

"Ey ekmek uğruna iman cevherini atan, ey bir arpaya bir hazineyi satan zavallı!

Nemrut, gönlünü İbrahim'e kaptırmadı, ama canını bir sivrisineğe teslim etti."

***

"Bizim uyanık kalmamız âleme çerağ olur. Bir gececik bu çerağı bekle de uyuma!"

***

"Kalk, o kurtuluş önderinin etrafında dolaş! Kâbe’deki, Arafat'taki hacılar gibi, onun çevresinden ayrılma! Sen taze gül gibi şu toprağa ne kızıyorsun? Nerede hareket varsa, orada bereket vardır."

***

"Divane, halk arasında belli olur. Çünkü sevda atına binmiştir o.

Ama gerçek divane, onu tanımayandır. Divane bizim yanımızda tanıdık dost gibidir."

***

"Bu gece bir anda perdeleri kaldır, her iki cihandan da bir tüy bırakma bu gece!

Dün candan, gönülden söz ediyordun; bunları (can ile gönlü) bitkin bir hâlde feryat ve figanla önüne bırakıyorum bu gece…"

***

Kıssaları

Sultan Mahmut Ve Hırsızlar[2]

Sultan Mahmut, bir gece yalnız başına şehri dolaşırken bir grup hırsıza rastladı. Hırsızlardan biri:

  • Ey Adem oğlu, sen kimsin? diye sordu.

O da:

  • Ben de sizlerden biriyim, dedi.

Daha önce onu hiç görmedikleri hâlde, her biri, diğerlerinden birinin arkadaşı olacağı zannı ile padişaha ilişmedi, "Yabancı biri olsa, hiç tanımadığı, kılıklarından hâlleri belli olan böyle bir topluluğa kolayca yanaşıp da; 'Ben de sizdenim' diyebilir mi hiç?" düşüncesi rahatlattı herkesi. İlişmediler, kabullenip kendi hâline bıraktılar.

İçlerinden birisi:

  • Ey hile ve düzende mahir olanlar!.. Haydin herkes hünerini bir bir sayıp döksün ortaya da, kimlerde neler var bilelim, dedi.

Birisi dedi ki:

  • Benim kulaklarımda öyle bir hassa var ki, köpek havladığı zaman ne dediğini anlarım.

Diğerleri burun kıvırarak:

  • Bu iki metelik eder ancak, dediler.

Bir başkası:

  • Benim bütün hassam gözümdedir; geceleyin karanlıkta kimi görsem, hiç şüpheniz olmasın ki, gündüz gördüğümde onu tanırım, dedi.

Başka biri:

  • Benim bütün hünerim kolumdadır; bu kuvvetle duvarları delerim, dedi.

Diğer biri:

  • Allah bana bir burun vermiş ki, "İnsanlar madenlere benzer" sözünün sırrına ermişim. Toprağın altında ne kadar para var, hangi maden gizli, masrafı kendinden fazla olur mu… derhâl anlarım. Mecnun gibi toprağı koklayıp, yanılmadan Leyla’nın toprağını seçerim. Her gömleği koklarım da, içinde Yusuf mu var, Şeytan mı bilirim, dedi.

Başka birisi:

  • Marifetim elimdedir benim; dağın başına kadar kement atarım. Ahmed gibi.. O bir kement attı göklere, ta "Beyt-i Ma’mur’a" ulaştı da; "Attığını benden bil; sen atmadın, ben attım." dendi ya, benim kemendim de çok yerlere ulaşır, dedi.

Nihayet dediler ki:

  • Ey vefalı ve yüce dost!.. Söyle bakalım senin hünerin nedir?..

Sultan Mahmut:

  • Benim bütün hünerim sakalımdadır; öyle ki suçluları cellada verdiklerinde, sakalım oynayınca kurtuluverirler, tüm cezadan da, ölümden de. Ne bir dertleri kalır, ne elemleri.
  • Kutbumuz sensin, mihnet gününde kurtuluşumuz senden olacaktır, hiç kimsede sendeki bu hünerin eseri yoktur, dediler, Sultan Mahmud’u kendilerine lider seçtiler.

Sonra hep beraber yola dizildiler, soymak için saraya doğru başladılar ilerlemeye. Bu sırada sağ taraflarında bir köpek havladı.

Köpek sesinden anlayan hırsız:

  • Köpek diyor ki: Padişah sizinle beraberdir, dedi.

Kement atan, yüksek bir yere kement attı, hepsi tırmanıp çıktılar.

Koku alan devamlı etrafını koklarken:

  • Hah!.. Bulduk… Şurada eşsiz bir hazine var, dedi, padişahın hazinesinin duvarını göstererek.

Delik delen deldi duvarı, içeri girdiler. Her biri gücü yettiğince, umudunun ulaştığınca aldı alacağını, çıkıp döndüler yerlerine.

Padişah, geçtikleri yolları, hırsızların eşkallerini, her birinin aldıklarını iyice kafasına not etti. Uykuya daldıklarında gizlice ayrıldı yanlarından, sarayına döndü. Muhafızları, kolcuları, askerlerinden yiğit olan bir bölüğü, hırsızların yerlerini tarif ederek yolladı. Hırsızların tamamını tutup getirdiler huzura. Tir tir titriyordu hepsi.. Hem de büyük bir şaşkınlık içinde olarak. Öyle ya! Kendilerini kimse görmemişti, daha üzerinden bir gün bile geçmemişti soygunun. Elleriyle koymuş gibi yakalanmışlardı askerler tarafından.

Geceleyin kimi görse, onu gündüz tanıyan, kafasını kaldırıp padişahın yüzüne bakar bakmaz tanıyıverdi yüce sultanı.

Arkadaşlarına dönerek:

  • Padişahımız, gece bizimle olan, sakalı hünerli arkadaşımızdır, dedi. Nerede olursanız olun, o sizinledir, denilen padişah budur işte arkadaşlar. Ben ondan ümmetimi isteyip, şefaatte bulunacağım.

Biz can gibi balçığa çakılıp kaldık. Kıyamet gününde can güneşi sensin. Ey gizlice yürüyen padişah! Vakit geldi; kerem et, hayırlısıyla sakalını bir oynat. Biz hepimiz hünerlerimizi gösterdik, fakat o hünerler ancak bahtsızlığımızı arttırdı, boynumuzu bağladı da baş aşağı düştük, alçaldık.

İşe yaradı, gece gördüğünü gündüz tanıyanın söyledikleri.

Zaten diğerlerinin marifetleri, insana yolunu şaşırtan gulyabaniler gibiydi. Yalnız geceleyin padişahın yüzünü gören göz başka. Zaten padişah da ondan hayâ eder..

Affedilirler ..

Mevlâna’dan Bir Şiir:

AŞK, bir denizdir .

Gökler bu denizde ancak bir köpük gibidir.

AŞK; insanı, Yusuf'un güzelliğine hayran olan,

Onun havasına kapılan Züleyha gibi şaşırtır.

Göklerin dönüşünü AŞK dalgasından bil.

AŞK olmasaydı, dünya donar kalırdı.

AŞK olmasaydı, cansızlar bitkilere girer de,

Onlarda yok olur muydu?

Büyüyüp yetişen nebatlar,

Kendilerini gıda olarak canilere feda ederler miydi?

BİTKİLER ÂDETA CAN OLMAK İÇİN KENDİLERİNİ

CANLILARDA YOK ETMEKTEDİRLER.

AŞK olmasaydı, Ruh nasıl olur da o nefese feda olurdu,

Onun esintisinden Meryem gebe kalırdı?

AŞK olmasaydı, her şey yerinde buz gibi donar kalırdı.

Her varlık, çekirge gibi uçar, sıçrarlar mıydı?

AŞIK olmak demek, nur gelen tarafa pencere açmaktır!

Çünkü gönül, gerçek dostun yüzü ile aydınlanır, nurlanır!

Şu hâlde daima sevgilinin yüzüne bak, bu senin elindedir!

Beni iyi dinle babacığım, bu senin elindedir!

Kötü huylardan kurtulunca, güzelleşince,

Güzeller güzeline ulaşırsın; gönlünde O'nun

Varlığını hissedersin de kimsesizlikten kurtulursun!

Onun nemi, yani güzelliğin nemi, can bahçelerini besler, geliştirir;

Nefesi; gamdan, kasvetten ölmüş kişiyi diriltir!"

 

 


[1] Hafızda İrfan, Murtezâ Mutahhari, İnsan Yayınları, Mayıs 1997,s.61

[2]Mevla’nâ, a.g.e 6. cilt, s223-230