Allah’a isyan ederek bir şeye ulaşmak isteyen kimse, umduğundan uzaklaşarak korktuğu şeye yaklaşır.Tuhaf’ul Ukul s.499 İmam Hüseyin (a.s)

Mazlumiyet Anası

Mazlumiyet Anası

Çok acayip bir devran bu, kızım!.. Hele dünya, çok daha acayip!..

Bu nasıl bir dünya ki, Allah Resulü’nün kızını barındıramaz olmuş kendisinde?!

Bu nasıl bir devran ki, “kadının yaratılış sırrı”na takat getirememekte?!

Ne oluyor şu kâinata böyle; Allah’ın biricik incisini kendisinden uzaklaştırmakta?!

Çok garip bir devrandayız kızım!.. Hele dünya, çok daha garip!..

Senin yerin değil orası… Hayır; dünya hiçbir zaman senin yerin olamaz ve olmadı da! Gel kızım, gel; sen hiçbir zaman dünyalı değildin zaten… Sen cennetten gelmiştin oraya; cennetten gönderilmiştin sen!

 

     Hira’da Rabb’imle halvete çekildiğim o şirin günlerden biriydi… Cebrail; aşıkla maşuk arasında gidip gelen o güzel haberci, kulla Rabb’i arasında irtibat sağlayan o hoş haberci; o pâk, iyi ve samimî melek; benimle Allah Teala arasındaki sırların emini; yeni bir mesajla gelerek “Rabb’in senin kırk gün kırk gece boyunca aralıksız halvete çekilmeni buyuruyor” dedi…

    İlâhî mesajlara canı gönülden amade olan ve ilâhî nefesi alınca hasretle yanıp tutuşan ben, bu mesaj üzerine Rabb’ul-âlemîn, olanca büyüklüğüyle sırf benim olmuşçasına şevke kapıldım, sevinçten iki kanat çıkarıp uçacak gibiydim. O muazzam sevgilinin mesajını yana yakıla, hasretle, özlemle bekler oldum.

    Evet, canım kızım… Allah, Cebrail ve senin kocandan başka kim bilebilir “Hira”nın ne olduğunu?! Allah’la halvete çekilmenin ne olduğunu?!

    Ama… Ama şu dünyada birisi vardı ki çok severdim onu; Rabb’im de daima sevsin onu. Onun hassas kalbini kırmak, merak ve endişe duymasına sebep olmak istemiyordum.

    Kimden söz ettiğimi anladın değil mi? Hani şu zor günlerimde bana sığınak olan, yoksul anlarımda yoksulluğumu gideren, düşmanların kınama ve tahkirlerine karşı beni tasdik edip destek olan… Evet, annenden söz ediyorum, Hatice’den…

    Rabb’ul-âlemîn de onu sıkıntılı ve endişeli hâlde görmek istemiyordu. O şirin ve tatlı ilâhî mesajda, kendisinden kırk gün ayrı kalacağımı Hatice’ye de bildirmem isteniyordu.

   Bildirdim; Ammar’ı, o vefakâr dostu Hatice’ye gönderdim, “git ona şöyle de” dedim:

    “Hatice’m! Can yoldaşım! Senden uzak kalmış olmam incindiğim, rahatsız olduğum ya da herhangi bir şeye üzülmüş olduğum için değil asla! Rabb’im de seviyor seni, ben de! Allah Teala, ikimizin de can yoldaşı olan o yüceler yücesi sevgili, her gün meleklerine seni gösterip “onunla övünüyorum” demekte. Ben de övünüyorum seninle Hatice…

     Rabb’imle kırk günlük özel bir görüşmem ve ahdim var… Senden uzak durmamı isteyen de yine O… Şu kırk günü sabır ve huzurla geçir; kimseye, açma evimizin kapısını bu kırk gün, kırk gece boyunca.

     Ben, Fatıma bint-i Esed’in evinde kırk gece iftar edeceğim; kırkıncı geceden sonra ilâhî vaat gerçekleşecek ve o zaman tekrar görüşeceğiz inşaallah, bu firak ancak o zaman sona erecek.”

    Annen Hatice bu mesajımı alınca gözleri dolu dolu olmuş, kırkıncı gecenin sonuna kadar kapımızın demir halkasından ayıramamış gözlerini… Kırk gece sonra o demir halkayı tutup çaldığımda Hatice’nin hüzünlü ama sıcak sesi yükseldi:

— Muhammed’den başkasının çalmaya hakkı olmadığı o kapıyı çalan kim?

— Ben! Muhammed!

    Annenle görüşmemiz çok duygulandırıcıydı; gözlerinden sevinç gözyaşları dökülüyordu, bahar yağmuru gibi. O gece iftarlığımı cennetten getirmişlerdi… Gurup vaktine doğru Cebrail, o sevgili melek elinde bir tepsiyle gelip yanıma oturdu. Allah Zü’l-Celâl’in canlara can katan selâmını bana ilettikten sonra “Görüşmenizin bu son akşamında iftarlığını o yüce sevgili dostun -celle ve alâ- cennetten armağan gönderdi” dedi.

    Cebrail’in ardından Mikail’le İsrafil de geldiler. Allah her ikisinden de razı olsun. Cebrail cennetten getirdiği bir ibrikle elime su dökerken Mikail ellerimi yıkıyor, İsrafil de kendisine verilen cennet havlusuyla ellerimi kurutuyordu.

     Evet kızım! Canım yavrum benim! Bütün bunlar, senin dünyaya gelişin için gerekli hazırlıklardı… Evet, senin dünyaya gelişin için gerekli bütün hazırlıklar cennet armağanlarıyla tamamlanmadaydı.

    Bu arada yeri gelmişken şunu da hemen söyleyeyim sana; cennete girecek ilk kişisin sen! Cennetin kapısını cennet ehline sen açacaksın kızım!

    Vefasız dünyadan ayrılmak üzere olduğun şu sıralarda söylediğimi sanma bunu… Ölüm giysilerini hazırlaması için Esma’yı çağırdığın bu sırada söylemiyorum sadece bunu…

    Ölüm guslü almakta olduğun bu sırada da söylüyor değilim. Hayır, her zaman söylemişimdir, “Fatıma’dan cennetin kokusunu alıyorum ben” diye…

    Bir defasında Ayşe dayanamayıp “Fatıma’yı neden böyle kokluyorsun sen? Niçin onu öpüp koklamaktan bunca zevk alıyorsun? Fatıma’yı görünce ne oluyor sana öyle?!” diye sordu.

    “Sus!” dedim Ayşe’ye, “Neler diyorsun sen?! Fatıma cennetimdir benim, Fatıma Kevser’imdir benim! Ondan cennet kokusu gelir bana. Fatıma cennetin tâ kendisi, cennete giriş iznidir. Benim rıza ve hoşnutluğum Fatıma’nın rıza ve hoşnutluğundadır. Fatıma’nın gazabı Allah’ın cehennemi, rıza ve hoşnutluğuysa Allah’ın cennetidir!”

     Fatıma’m benim! Seni bunca seviyor olmam, sırf kızım olduğun için değil elbet! Sen dünya kadınlarının seyyidesi, dünya kadınlarının en üstünüsün. Seni Allah seçti bu makama, Allah Teala sevmekte seni bunca.

    Bunu kendimden söylemediğimi de bilirsin. Ben şimdiye değin kendiliğimden bir tek söz söylemiş değilim ki…( Necm Suresi, 3-4.)

    Miraca gittiğim o gece gürdüm ki cennetin kapısına fevkalâde güzel bir yazıyla şöyle yazılı:

“La ilâhe illallah. Muhammedun Resulullah… Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ali, Allah’ın sevgilisidir. Fatıma, Hasan ve Hüseyin Allah’ın seçtiği insanlardır. Allah’ın bu sevgili kullarına kin besleyene, onlara düşmanlık edene lânet olsun!”

 

    Senin ebedî âleme göçüş guslü almakta olduğun şu sırada söylüyor değilim sadece bunu…

    Hatırlarsın… Hani çadırda oturmuş, bir Arap yayına yaslanmıştım…

    Ali, sen ve gözümün nuru, gönlümün çırağı Hasan’la Hüseyin de oradaydınız. Kim bilir kaçıncı kez, Müslümanlara şöyle duyurdum:

    “Ey Müslümanlar! Şunu biliniz ki, kim bunlarla -sizi göstermiştim o sırada- barışık olursa ben de onunla barışığımdır; kim de bunlarla savaşıp cedelleşirse ben de onunla savaşır, cedelleşirim. Ancak bunları seveni severim ben. Ve bunları ancak ‘tıyneti ve hamuru temiz olanlar’ sever; keza bunlara ancak ‘kötüler’ ve ‘mayası bozuk olanlar’ düşmanlık eder.”

    Fatıma’m benim! Gel! Seni ne kadar özlediğimi bilemezsin. Gel! Dünya senin yerin yurdun değil, buraya gel; cennet sensiz cennet olmuyor asla!

    Sahi! Esma’ya söyle: Cennetten benim için getirilen kâfur tozu vardı… Üçte birini kendim için kullanmış, üçte ikisini seninle Ali’ye ayırmıştım ya hani… Onu sana versin. O özel cennet kâfuruyla vücudunu ıtırlandır kızım; doğumun cennetlik olduğu gibi, vefatın da cennetliktir senin. Selâm olsun sana dünyaya geldiğin gün; selâm olsun sana yaşadığın iki gün, selâm olsun sana şimdi buraya gelmekte olduğun bu sırada; ve selâm olsun sana yeniden dirileceğin o gün…