İşçiye alnının teri kurumadan ücretini veriniz. Henüz çalışırken (işi bitmeden) ücretini belirleyiniz. Kenz’ul Ummal, 9126 Hz. Muhammed (s.a.a)

Hz. Mehdi’nin Gaybet Dönemindeki Velayeti

Hz. Mehdi’nin Gaybet Dönemindeki Velayeti

Soru

İlahi Rububiyet yeryüzünde peygamberler (a.s) ve masum imamlar (a.s) tarafından yürürlüğe geçtiğinden, bu gerçek aklî olarak velayetin devam etmesini gerekli kılıyor. Buna göre 1- Hz. Mehdi’nin (a.s) gaybeti döneminde bu velayet kime aittir? 2- İtikadî olarak bu velayet bizim için nasıl bağlayıcı olur? 3- Zamanın İmamı Hz. Mehdi’nin (a.s) lütuf ve inayetleri bize ne yolla ve nasıl ulaşır?

Kısa Cevap

Gaybet ve Huzur döneminde ilahi teşrii velayet Masum İmam (a.s) tarafından uygulanır. Bu da ya doğrudan masumun kendisi tarafından ya da imam tarafından belirlenen fakihler tarafından gerçekleşir. Çünkü Allah’a itaat bize gerekli olduğundan, Allah’ın velisine itaat de Allah’a itaat sayıldığından o da bize farzdır. Masum İmam’ın ister gaybet ister huzur döneminde lütuf ve inayeti sürekli halka ulaşmaktadır. Bu inayet ve lütufların gaybet döneminde özel kişileri eğitmek ve layık olanlara hidayet ulaştırmak gibi çeşitli yolları ve şekilleri vardır.

Ayrıntılı Cevap

1- Anlaşıldığı üzere sizin ilahi rububiyetten maksadınız Rububiyetin bir gereği olan velayetin sonuç ve etkileridir Bu yüzden velayet kavramı hakkında konuşulması gerekir.

Velayet ve Mevla kavramları “veliye” kökünden alınmıştır. Lügatte bu sözcüğün çeşitli anlamları vardır. Örneğin sahip, köle, kölesini serbest bırakan efendi, serbest bırakılan köle, arkadaş, yakın (amcaoğlu), komşu, oğul, amca, Rab, yardımcı, nimet veren, bir yere yerleşen, ortak, kız kardeş oğlu, seven, tabi, damat, daha öncelikli olan gibi.[1]

Kavram olarak velayet, insanların işlerinde çeşitli yönlerde tasarruf yetkisi olan yönetici anlamındadır. İmam’ın İslam toplumuna velayeti, toplumun toplumsal, siyasi işlerini yönlendirmek, insanları hidayet etmek, onların din ile ilgili sorularını cevaplandırmakta tecellisini bulmaktadır. Eğer insanlar onun önderlik ve velayetine boyun eğerlerse gerçekte kendilerinin dünya ve ahiretteki mutluluklarını garanti etmiş ve doğru yolu bulmuş sayılırlar. Eğer karşı çıkarlarsa veya bu önderlik ve velayeti kabul etmezlerse gerçekte kendi aleyhlerine hareket etmiş ve kendi zararlarına olan bir yol seçmiş olurlar.

Masum İmamı ister halk kabul etsin, ister etmesin o, Allah’ın iradesi gereği tüm insanların -ister Müslüman ister gayrimüslim- durumundan haberdardır ve onların kalp ve davranışlarında etki bırakmak yetkisine sahiptir yani velayet hakkına sahiptir. O, tekvinî olaylarda da Allah’ın izniyle tasarruf yetkisine sahiptir; isterse bir taşı altın yapabilir veya bir cansız perdedeki resmi canlandırabilir veya çaresiz hastalıkları iyileştirebilir ve kendisine tevessül edenleri (Allah’ın katında vesile kılanları) çıkmazlardan kurtarabilir. Bütün bunları Allah’ın verdiği izinle yapar. Ancak o, bu gücünden hikmetsiz ve normal ilahi düzende halel oluşturacak şekilde yararlanmaz. Çünkü o kullukta en yüksek mertebeyi haizdir ve gerçek kul, Allah’ın izni olmadan hiç bir iş yapmaz. Buna göre Şia literatüründeki velayet kavramını imamet kavramıyla karıştırmamak gerekir. Çünkü bu açıklamaya göre velayet, imametin bir ön koşulu sayılır. Buna göre mutlak velayete sahip kişi olan Masum hazır olduğu dönemde kimsenin toplumun önderlik ve imametini üstlenme, toplumun din ve dünya işlerini yönetmesi ve onları kendi peşi sıra hareket ettirmesi caiz olmaz. Çünkü aklın da açıkça hükmettiği gibi seçkin ve üstün kişi dururken ondan sonraki mertebede olana sıra gelmez. Elbette o mutlak velinin izni çerçevesinde biri bir görev üstlenirse o başka. Örneğin gaybet döneminde belirli vasıfları taşıyan fakihin, o mutlak veli ve İmam adına bir takım görevleri üstlenmesine izin verilmiştir.

Bu açıklamadan anlaşıldığı üzere Peygamber’e (s.a.a) ve Masum İmamlara (a.s) isnat edilen bu ilahi velayet makamı gerçekte ilahi hilafet makamıdır ve insanın yaratılış hedefini de simgeler. Hz. Âdem (a.s) de bu makamı sayesinde meleklere mescut (secde edilen kişi) olma özelliğine sahip olmuştur.[2]

Açıklandığı üzere velayet iki kısımdır:[3]

a) Tekvinî velayet: Bu anlamdaki velayet, geçen açıklamamızdan anlaşıldığı üzere velinin Allah’ın izniyle yaratıklar üzerindeki değiştirme ve yönlendirme gücüne sahip oluşundan ibarettir.[4] Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

“Rabbimiz odur ki her şeyi yarattı ve sonra hidayet etti.”[5]

Bu manadaki velayet, işte âyette zikredilen ilahi gücün bir tecellisinden ibaret sayılır. Bu tür velayet, kâmil insanda yani masumlarda vardır, onlar ister maddi anlamda diri olsunlar veya vefat etmiş olsunlar, Allah’ın iradesi gereği böyle bir güce sahiptirler.[6] Bütün peygamberler ve onların masum vasileri bu cümleden on iki imam bu velayete sahiptiler.[7]

Buna Kur’an’da onlarca âyette işaret edilmiştir. Örneğin Hz. İbrahim’e (kuşları diriltmede), Hz. İsa’ya (hastaları iyileştirmede ve ölüleri diriltmede), Hz. Süleyman’a (rüzgar ve kuşlar üzerinde egemenliği konusunda), Hz. Süleyman’ın vasisi Adsif’e (Belkıs’ın tahtını bir anda getirmesi için) verilen güç bu tekvini velayetin örnekleridir. Bugün Hz. Mehdi (a.s), son Peygamber’in (s.a.a) vasisi olması vasfıyla böyle bir velayete sahiptir. Onun gaybette oluşu, bu tür velayetine bir halel getirmez.

b) Teşriî velayet: Velayetin bu anlamı şeriat, irşad, hidayet gibi özellikleri ispat eden âyetlerden anlaşılır.[8] Bu velayetin anlamı insanların dünyevî ve uhrevî işlerini düzene koymak ve onlara yön vermek anlamındadır. Buna göre Allah’ın velisi Allah tarafından insanların din ve dünya işlerini yönlendirmekle görevlidir. Bu velayeti halk kabul ederse o zaman İslami hakimiyet kurulur ve eğer kabul etmezse böyle bir düzen kurulmaz. Her halükârda bu velayet, Allah tarafından seçilmiş kişilere yani masum imamlara aittir. İmam’ın hazır olduğu dönemde onun kendisi tarafından bu velayet yürütüldüğü gibi, gaybeti döneminde de onun tarafından genel vasıfları açıklanarak belirlenmiş ve onun adına hüküm veren kişiler tarafından yürütülür. Bu kişiler gerekli şartları taşıyan fakihlerdir. Buna göre velayet-i fakih, İmam’ın velayetinin bir uzantısı sayılır. Buna göre bir yönetimin meşru sayılması için İlahi hüccet olan Masum İmam’ın yetkisi çerçevesinde ve onun velayetinin bir devamı olması gerekir. Aksi takdirde hiçbir hakimiyet kendiliğinden meşruluk iddiası edemez. İşte bu, dikkat edilmesi geren önemli bir noktadır.

Huzur döneminde İmam’ın kendisine ulaşılabildiği için doğrudan onun tayini ile her bölgenin yöneticisi belirlenir ama gaybet döneminde böyle bir şey müyesser olmadığı için bu atama genel vasıfların açıklanması ve bu vasıfları taşıyan kişilerin genel olarak atamasıyla gerçekleşmiştir. Bu atamanın özel veya genel olmasının meselenin özünde bir etkisi yoktur. Her iki durumda da gerçekte bu, ilahi rububiyetin uygulamasıdır. Üstelik gaybet döneminde Masum İmam bazı özel kişilerle ilişki kurmanın yanı sıra tanınmayacak şekilde toplumun içinde yaşamaktadır. Buna göre denebilir ki gaybet döneminde velayet, Masum İmam’ın kendisine aittir ve çeşitli hadislerden anlaşılan genel atama ilkesi gereği bu velayet, veliyyi fakih tarafından yürürlüğe konur.[9]

2- Masum İmam (a.s), Peygamber’in (s.a.a) halifesi olmak vasfıyla ve Peygamber de yaratıcımız olan Allah’ın elçisi olduğuna göre emrettiği her şey bizim maslahatımıza uygundur. Akıl da ona itaat etmeyi gerekli bilir. Çünkü akıl insana nimet verene ve insanın maslahatını herkesten daha iyi bilene itaati gerekli görür. Çünkü ona itaat, insanın menfaatlerini koruduğu gibi onu büyük hasarlara düşmekten, ziyanlara uğramaktan da kurtarır. Veliyyi fakih de velayet yetkisini Masum İmam’dan aldığı için onun emirleri de aynen İmam’ın velayeti gibi zorunludur. Ona karşı gelindiği takdirde velinin emrine itaat edilmiş sayılmaz.

3- Masum İmam’ın lütuf ve inayeti gaybet döneminde de açıktır. Çünkü o bir manada ilahi feyzin vasıtası sayılır. Eğer İmam olmasa hiçbir varlığa feyiz ulaşmaz. Onun yüzü suyu hürmetine Allah’ın merhameti kullara ulaşmaktadır. Onun inayet ve lütfunun bazı örnekleri şöyledir:

a) Onun kabul olunmuş duası, sürekli Şialarına ve ihtiyaç sahiplerine ilahi hidayet ve imdadın yetişmesine sebep oluyor.

b) Gaybî imdatlarının çeşitli örnekleri, güvenilir insanlar vasıtasıyla nakledilmiş ve sürekli yaşanmaktadır. O hikmet ve lütuf sahibi İmamın böyle olmaması mümkün mü?

c) İnsanlar üzerinde hakimiyet hakkı sadece Allah’a mahsustur. Çünkü:

1. O, insanların yaratıcısıdır ve insanın kendisinden daha fazla ihtiyaçlarından haberdardır. Bu bir aklî gerekliliktir.

2. Şeriat gereği de hakimiyet yalnız Allah’a aittir. Nitekim âyet-i kerime “Hakimiyet yalnız Allah’a aittir”[10] diye buyurmaktadır. Buna göre Allah’ın ve onun halifesi olan masumun izni olmadan kurulan her hakimiyet meşru değildir ve insanlar hakkındaki her tasarrufu da gasp ve zulüm sayılır. Buna göre veliyyi fakihin meşruiyeti Masum imam tarafından kendisine böyle bir yetki tanındığı içindir. İşte bu özellik, Şia’nın hakkında cereyan eden büyük bir ilahi lütuf sayılır.

d) Bazı manevî makamlara sahip olan özel kişilerin, İmam’ın huzuruna doğrudan müşerref olmaları ve çeşitli ilmî ve manevî alanlarda ondan feyiz almaları da dolaylı olarak bu feyizin bütün halka ulaşmasına sebep olur. Çünkü bu gibi şahsiyetler sürekli insanlar için yol gösterici olmuşlardır.

4- Şunu bilmeliyiz ki eğer Allah bir nimeti insanlardan esirgerse bunda yalnız insanların maslahatı riayet edilir. Çünkü Allah Teâlâ’nın kimseye karşı özel bir düşmanlığı yoktur. O bütün hallerde kulların maslahatını istemektedir ve onların durumundan en iyi şekilde haberdardır. Buna göre biz tevhit ilkeleri sayesinde diğer bütün durumlarımızı değerlendirmeliyiz. Bu kesin ilkeyi nazara alan kimse için bir çok akidevi sorular kendiliğinden çözümlenir. Örneğin hikmet sahibi, güçlü, her şeyi bilen, rahmeti sonsuz ve ihtiyaçsız Allah’a inanan bir kimse Masum İmam’ın gaybette olması konusunu ele aldığında anlar ki öteden beri insanların hidayeti için insanlara hidayetçi gönderen Allah, eğer şimdi masumun gaybette olmasını istemişse bu bizim maslahatımız içindir. Onun geçmiş insanlara inayeti olduğu gibi bize de inayeti vardır. İmam’ın gaybeti buna göre ilahi hikmet, şefkat ve ilim gereğidir. Bu gaybette de öyle bir yöntem uygulanmıştır ki hidayetten kimse mahrum kalmasın ve kulların maslahatları zayi olmasın. Yani bu gaybetin gerçekleşmesi, gerçekleşmemesinden daha önceliklidir yoksa mutlak hikmet sahibi Allah’ın maslahatı az olan bir yöntemi uygulaması ona layık ve mümkün değildir.

–—


[1]      Firuz Abadî, el-Kamusu’l-Muhit, veleye maddesi.

[2]      Soru, başka bir sorudan iktibastır.

[3]      Bkz. Tercüme-i el-Mizan, c. 6, s. 16.

[4]      Tercüme-i el-Mizan, c. 6, s. 16, 5. Baskı, İntişarat-ı İslami Yayınları, Kum, h.ş. 1374.

[5]      Taha, 50.

[6]      Molla Sadra, el-Arşiye, Gulam Hüseyin Ahenî, s. 285, Mevla Yayınları, Tahran; Molla Sadra, Esraru’l-Ayat, s. 107, Vezaretu’s-Sekafe ve Talim-i Âli Yayınları, h.k. 1402.

[7]      Allâme Meclisî, Biharu’l-Envar, c. 21, s. 324, Muessesetu’l-Vefa, Beyrut, h.k. 1404, c. 57, s. 212; Tabersî, Ahmed b. Ali, el-İhticac, c. 2, s. 317, el-Murtaza Yayınları, Meşhed, h.k. 1403; Seyyid b. Tavus el-İkbal bi’l-Âmâl el-Hasene, s. 512, Daru’l-Kutubu’l-İslamiye Yayınları, Tahran, h.ş. 1367; Taberî, Muhammed b. Cerir, Delailu’l-İmame, s. 231, Daru’z-Zehair-i Kum.

[8]      Tercüme-i el-Mizan, c. 6, s. 16.

[9]      Şeyh Hürr Âmulî, Vesailu’ş-Şia, 1. Baskı, Alu’l-Beyt Müessesesi Yayınları, Kum, h.k. 1409, c. 2, s. 324; el-İhticac, c. 2, s. 458.

[10]    Yusuf, 40 ve 68; En’am, 57.