Bidatçıya tebessüm eden, dinini yok etmede ona yardımcı olmuştur. el-Bihar 47/217/4 Hz. Muhammed (s.a.a)

İman, Küfür, Bidat, Takiyye, Tevessül, Beda…

120.  

İmanla küfrün sınırı önemli kelamî konulardandır. “İman”, lügatte, tasdîk etmek ve “küfür” ise örtmek anlamındadır; dolayısıyla, -buğdayı yere gömen- çiftçiye de “kâfir” denilmektedir. Fakat akaid ve kelâm ilimlerinde “iman”dan maksat, Allah Teâlâ’nın birliğine, kıyamet gününe ve Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) peygamberliğine inanmak anlamındadır. Elbette Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) peygamberliğine iman, geçmiş peygamberlerin, semavî kitapların ve o hazretin beşer için getirmiş olduğu öğretilere ve Allah’ın hükümlerine yakînen iman etmeyi de kapsar.

İmanın gerçek merkezi insanın kalbidir; nitekim Kur’ânı Kerim, “Onların kalbine iman yazılmıştır.”[1] buyurmaktadır. Yine, İslâm’ın gücü karşısında teslim oldukları hâlde, kalpleri iman nurundan boş olan göçebe Araplara, “Henüz iman kalplerinize girmedi.”[2] buyurur. Fakat bir kişinin iman ettiğine hükmetmek, dil vasıtasıyla veya diğer yollarla onu açığa vurması veya en azından inancını inkâr etmemesine bağlıdır. Çükü aksi durumda onun iman ettiğine hükmedilmez; Kur’ânı Kerim şöyle buyurmaktadır:

Sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları (Allah’ın ayetlerini) inkâr ettiler.[3]

Bu açıklamayla küfrün sınırı da açıklık kazanmış oluyor. Eğer bir insan Allah Teâlâ’nın birliğini veya kıyamet gününü ya da Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) peygamberliğini inkâr ederse, kesinlikle kâfir olduğuna hükmedilir; nitekim, açık bir şekilde peygamberliği inkâr etmeyi gerektiren, Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) getirdiği dinin zaruriyâtından birini inkâr etmek, insanı küfre mahkûm eder.

Hz. Resuli Ekrem (s.a.a), Ali’yi (a.s) Hayber kalesini fethetmeye gönderdiği zaman, ona bir bayrak verip, bu bayrağın sahibinin Hayber’i fethederek döneceğini hatırlattı. Bu arada Ali (a.s), Hz. Resulullah’a (s.a.a) dönerek, “Onlarla savaşmanın sınırı nedir?” diye sorunca, Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) buyurdu ki:

Lâ ilâhe illallah, Muhammedü’r-Resulullah diye şehadet getirinceye kadar onlarla savaş; böyle yaptıkları zaman, hak yere öldürülen ve malları alınanlar dışında, kanlarını ve mallarını senden korumuş olurlar.[4]

Yine birisi, İmam Cafer Sadık’a (a.s), “Kulun Allah’a iman etmesine neden olan en küçük şey nedir?” diye sorunca, İmam (a.s) şöyle buyurdu:

Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahadet getirmesi, Hakk’a uymayı kabul etmesi ve zamanının imamını tanımasıdır; böyle yapacak olursa iman getirmiş olur.[5]

121.  

İman gerçekte kalbî inanç olmasına rağmen insanın kurtuluşa ermesi için böyle bir imanın yeterli olduğunu sanmamak gerekir; bunun için insan onun fiilî etki ve gereklerine de bağlı kalmalıdır. Dolayısıyla, birçok ayet ve hadislerde, gerçek mümin, imanın gereklerine bağlı kalıp Allah’ın farzlarını yerine getiren kişi olarak tanınmıştır. Kur’ânı Kerim Asr Suresi’nde, bütün insanları zarar içerisinde sayarak onların arasından sadece şunları müstesna etmiştir:

Ancak inanıp, iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.

İmam Muhammed Bâkır (a.s), İmam Ali’den (a.s), adamın biri o hazrete, “Allah’ın birliğine ve Peygamber’in risaletine şahadet eden herkes mümin midir?” diye sorması üzerine, “Allah’ın farzları nerede?” şeklinde cevap verdiğini nakleder.

Yine Emiru’l-Müminin Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

Eğer iman sadece sözden (şehadet getirmekten) ibaret olsaydı, artık oruç, namaz, helâl ve haram yaşanmazdı.[6]

Buraya kadar söylediklerimizden şu sonucu alıyoruz:

İmanın çeşitli mertebeleri ve her mertebenin de kendine has etkisi vardır. Kalben inandıktan sonra dille ikrar etmek veya en azından inkâr etmemek, imanın, peşinden birtakım dinî ve dünyevî gerekleri getiren en asgarî mertebesidir; oysa imanın, insanın dünya ve ahirette kurtuluşa ermesine neden olan diğer bir mertebesi de, onun amelî ve fiilî gereklerini yerine getirmektir.

Burada değinilmesi gereken diğer bir nokta da, bazı rivayetlerde dinî vecibeleri yerine getirmenin de imanın erkânından sayılmış olmasıdır. İmam Rıza (a.s), babalarından ve onlar da Hz. Resulullah’tan (s.a.a), o hazretin şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

İman kalple tanımak, dille ikrar etmek ve uzuvlarla da amel etmekten ibarettir.[7]

Bazı rivayetlerde, kelime-i şehadetle birlikte namaz kılmak, zekât vermek, hac farizasını yerine getirmek ve ramazan ayında oruç tutmak da kaydedilmiştir.[8]

Böyle rivayetler, ya Müslümanlarla Müslüman olmayanların bu amellerle birbirlerinden tanınabileceklerine işaret eder ya da kelime-i şehadeti söylemenin; en önemlileri namaz, zekât, hac ve oruç olan diğer dinî vecibelerin yerine getirilmesi durumunda insanı kurtuluşa erdirebileceğine işaret eder.

Bu iki ilkeyi göz önünde bulundurarak hiçbir Müslüman fırkası, bazı dinî ayrıntılarda kendisiyle farklı olduğu gerekçesiyle diğer bir fırkayı tekfîr etmemelidir. Çünkü küfrün ölçüsü, kişinin usûl-i dinden birini inkâr etmesi veya usûl-i dinden birini inkâr etmeyi gerektiren başka bir şeyi inkâr etmesidir.

Bu ise, ancak şeriat bakımından o şeyin hükmü, onu inkâr etmekle usul-i dine ikrar etmenin bir arada toplanmayacak kadar açık olması durumunda düşünülebilir.

İşte bu nedenle Müslümanların tüm merhalelerde İslâmî kardeşliklerini koruyup usûl-i dinden olmayan konularda farklı görüşlere sahip olmayı; birbirleriyle kavga edip, birbirlerini fısk ve küfürle suçlama kaynağı yapmamaları gerekir. Fikrî ve akidevî ihtilaflarda da, birbirleri hakkında bilimsel müzakerelerle yetinmeli, mantıksız taassuplar yürütmekten, iftira ve tahrif etmekten sakınmalıdırlar.

122.  

Dünya Müslümanları usûl-i dinde[9] görüş birliği içerisindedirler. Bir grup, bazı esas veya ayrıntılarda farklı bir görüşe sahip olması nedeniyle diğerlerini tekfîr etmemelidirler; çünkü ihtilaf konularından birçoğu, Müslümanlar arasında daha sonra çıkan şeylerdir ve her grubun o konuda kendisine göre bir delili vardır. Dolayısıyla, bu konularda ihtilâfa düşmek, Müslümanların birbirini tekfîr etme veya fıskla suçlama vesilesi olup İslâmî vahdet ve birliği bozamaz; ihtilafları halletmenin en iyi yolu, boş ve mantıksız taassuplardan uzak olarak bilimsel müzakereler yapmaktır.

Kur’ânı Kerim şöyle buyuruyor:

Ey inananlar, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin, size selam verene (ve kendisini sizinle aynı dinden bilene), dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek, “Sen mümin değildin!” demeyin.[10]

Hz. Resuli Ekrem (s.a.a), İslâm’ın temellerini beyan ederek bir Müslüman’ın, başka bir Müslüman’ı günah işlemesinden dolayı tekfîr etmeye veya onu müşrik saymaya hakkı olmadığını vurgulamaktadır.[11]


[1]– Mücâdele, 22

[2]– Hucurât, 14

[3]– Neml, 14

[4]Sahîh-i Buhârî, iman kitabı, s.10; Sahîh-i Müslim, c.7, Fezâil-i Ali babı, s.17.

[5]Bihâru’l-Envâr, c.66, s.16, iman ve küfür kitabı, Şeyh Saduk’un Meâniu’l-Ahbâr kitabından naklen. Bu rivayetin senedi sahihtir.

[6]– Usûl-i Kâfî, c.2, s.33, 2. hadis.

[7]Uyûn-u Ahbâr-i Rızâ, c.1, s.226.

[8]Sahîh-i Buhârî, c.1, s.16, Kitabu’l-İman: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanıp namaz kılmak, zekât vermek, hac yapmak ve ramazan ayı orucunu tutmak.”

[9]– Allah’ın birliğine, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) risaletine ve kıyamet gününe iman gibi, iman ve küfrün, onları kabul veya reddetmeye bağlı olduğu şeyler.

[10]– Nisâ, 94

[11]“Bir günahtan dolayı onları tekfîr etmeyin ve onlara karşı, müşriktir de demeyin.”Kenzu’l-Ummâl, c.1, s.30.


Bu ürünü sepete eklediniz: