Salih çocuk güzel kokulu cennet çiçeklerinden bir çiçektir. el-Kafi, 6/3/10 Hz. Muhammed (s.a.a)

Caferî Mezhebi’nde İbadetler

Namaz

Namaz, Allah’ın emridir. İslâm’ın temel ve büyük şartlarındandır. Na­maz, Allah’a bir yakarış olup, her Müslümanın ru­hî gıdasıdır ve âlemlerin Rabbi ile kulları ara­sında bir rabıtadır.

Geçmiş ümmetlerde de namaz, dua ve Allah’a yakarış ve yöneliş var­dı. Hz. Muhammed ve O’nun Ehlibeyti namaz âşığı idiler. Hz. Resulullah (s.a.a) gecenin büyük bir kısmını namaz kıl­makla geçirirdi. Hz. Ali bazı geceler yüzlerce rekât namaz kılardı. Sıffin’de Muavi­ye ile savaşırken, öğle vakti namaza durdu. Ordusunda bulunan İbn Abbas dedi ki: “Ya Emîre’l-Müminin! Şimdi namazın sırası mı?” Ali ona şu cevabı verdi:

Ey Abbas’ın oğlu! Ben na­maz için ve onu yaşatmak için savaşıyorum.

İmam Hüseyin (a.s), Aşûra yani Muhar­rem ayının onuncu gecesi ve günü, o ka­dar düşmana ve başına gelen bütün o be­lâ ve felâketlere rağmen namazını kılıyordu. İmam Zeynelabidin o kadar ibadet eder ve namaz kılardı ki, ona Seyyidu’s-Sâcidin yani secde edenlerin efendisi lâkabı verildi.

Hz. İmam Cafer Sadık (a.s), ölüm döşeğindeyken, bütün ak­raba ve dostlarının hazır bulunması istedi; İmam onlara bakarak şöyle buyurdu:

Bilmiş olunuz ki biz Ehlibeyt’in şefaati namazı hafife alanlara erişmeyecektir.

Hz. Ali şehadeti esnasında bir takım vasiyetlerde bulundu; onlardan biriside şöyleydi:

Namaz konusunda Allah’tan korkunuz, çünkü namaz, sizin dininizin temelidir. Kur’ân’da elliden fazla ayet namazın önemi konusunda nazil olmuştur. Namazı terk eden kimseye cehennem ateşi vaat edilmiş ve ce­hennem ehline, “Hangi ameliniz sizi cehenneme getirdi? diye sorulduğunda onlar şu karşılığı verirler: Biz namaz kılanlardan değildik.”[1]

Her halükârda namaz, Caferî mezhebinde farzlar arasında birinci derecede yer alır. Namazın farz ve bir borç olduğunu inkâr eden kimse Kur’ân-ı inkâr etmiş demektir.

Farz ve Müstehap Namazlar

Caferî mezhebinde her Müslümanın günlük kılması gereken farz namazlar, on yedi rekât olup beş vakitte kılınır.

Sabah namazı iki rekât, öğle namazı dört rekât, ikindi namazı dört rekât, akşam namazı üç rekât ve yat­sı namazı dört rekâttır.

Sünnet ve müstehap olan namazlar pek çoktur; önemlileri teheccüd denilen gece namazıyla, günlük sünnet namazlardır.

Gece namazı on bir rekâttır. Sünnet namazları ise şöyledir: Sabah namazından önce kılınan iki rekât, öğle namazından önce sekiz rekât, ikindi namazından önce sekiz rekât, akşam namazından sonra üç rekât, yatsı namazından sonra oturarak iki rekât.

İnsan öğle ve ikindi namazlarının sünnetlerinin hepsini, öğle ile ikindinin farzlarından evvel kılamazsa, geri kalanını namazdan sonra da kılabilir.

Tavsiye edilen sünnet namazları kılmanın çok sevabı vardır. Ancak bir Müslüman yalnız farzları kılmak isterse, yine de Müslümanlık ödevini yapmış olur ve sırf sünneti terk etmekle gü­nahkâr olmaz, ancak sünnetin sevabını elinden kaçırmış olur.

Yolculukta Namaz

Dört rekât olan namazlar yolculuk esnasında iki rekât olarak kılınır. Bu konudaki hükmü bilen insanın se­yahat sırasında namazı dört rekât kılması caiz değildir. Ancak eğer hükmü bilmiyorsa o başka.

Hz. Peygamber (s.a.a) seferde iken daima dört rekâtlı namazları iki rekât olarak kılmıştır. I. ve II. Halife döneminde de iki rekât kılınırdı. II: Halife’ye, “Dört rekâtlı namazlar neden iki rekât olarak kılınmalı?” diye sorduklarında de­di ki: “Bu, Allah’ın bize verdiği bir hediyedir, hediyeyi kabul etmek gerekir.”

Bu amel Osman’ın devrine kadar devam etti. Os­man hac zamanı Arafat ve Mina’da öğle, ikindi ve yatsı namazlarını dört rekât olarak kıldı. İbn Mesud ve halktan bazıları, “Resulullah’ın sünnetini değiştirdin.” diyerek Osman’a şid­detle itiraz ettiler. Osman özür dilemek mecburiyetinde kaldı ve dedi ki: “Ben Mekkeli bir kadın ile evlendiğim için Mekke ahalisinden sayılırım ve yolcu sayılmam.”[2]

Osman’dan sonra Muaviye ile Aişe dört rekât kılmaya devam ettiler. Ama Resul-ü Ekrem’in Ehlibeyt’i ile on­lara tâbi olanlar, Hz. Peygamber’in (s.a.a) amelini ölçü alarak daima yolculukta iken dört rekâtlı namazları iki rekât olarak kıldılar ve kılmaya devam ediyorlar.

Namazların Vakti

Sabah namazının vakti, fecr-i sadıktan, gü­neşin doğuşuna kadardır. Ama sabah nama­zının fazilet vakti, doğu tarafında kızıllığın görülmesine kadardır.

Öğle vaktinin başlamasından, güneşin batışına kadar olan müddet, öğle ve ikindi namazlarının kılın­ma vaktidir. Bu süre zarfında Müslüman ister camide, ister evde, ister sahrada, isterse dükkânda ve okul­da, nerede olursa olsun, orada dinî vazi­fe ve görevi olan namazı yerine getirebilir. Kılamazsa, kazasını kılmalıdır.

Akşam ve yatsı namazlarına gelince, bunların da vakti, güneşin batmasından gece yarı­sına kadar olan zaman zarfıdır. Bir Müslüman, farz olan bu namazları kılmalıdır. Nitekim Kur’ân’da şöyle buyurulur:

Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir.[3]

Ama en iyisi namazları ilk vaktinde kılmaktır. Öğle namazını öğle vaktinin başından yani vakti tayin için dikilen çubuğun gölgesi bir misli oluncaya ka­dar ve ikindi namazını da çubuğun gölgesi, iki misli oluncaya kadar kılmak daha iyidir.

Akşam namazını ise güneşin batmasından batı tara­fındaki kızıllık kayboluncaya kadar, yatsı namazını da batı tarafındaki kızıllık kaybolduktan, gecenin üçte biri geçinceye kadar kılmak daha iyidir. Bunlar namazların ilk ve faziletli vakitleridir yani bu vakitlerde kılınan namazın seva­bı daha fazladır.

Namazların Cem (Birleştirilerek) Kılınması

Yukarıda yazıldığı gibi, öğle ve ikindi namazları ile akşam ve yatsı namazlarının ara verilerek kılınması sünnet ve daha çok sevabı olmasıyla birlikte, Hz. Pey­gamber (s.a.a) Müslümanlara kolaylık olsun diye öğle ile ikindinin ve akşamla yatsı namazlarının bir arada cem yapılarak kılınabileceğine izin vermiştir.

Medine’de Müslümanların evleri Mescid-i Nebi’ye yakındı. Hatta bir zamanlar evlerin kapıları mescide açılıyordu. Müslümanlar öğle namazını kılıyor, ikindi vakti tekrar geliyorlardı. Akşam ve yatsı na­mazlarında da böyle yapıyorlardı. Fakat aşırı sıcak­ta öğle namazını geciktiriyor ve ikindi namazı ile bir­likte kılıyorlardı.

Bazen de yağmurlu günlerde ikindi namazını öğlen namazından sonra kılıp gidiyorlardı. Resulullah yolculuk­ta iken daima öğle ile ikindi, akşam ile yatsı na­mazlarını bir arada kılıyordu. Öğleden sonra yolculuğa çıkmak istediğinde, öğle namazından sonra ikindiyi de kılıp hareket ediyordu. Öğleden önce yolculuk etmeye başlamışsa, öğle namazını erteleyip ikindi namazı ile birlikte kılıyordu. Akşam ve yatsı namaz­larında da böyle yapıyordu.

Bu mesele Ehlisünnet’in hadis kitaplarında mevcuttur. Mezhep âlimleri de buna fet­va vermişlerdir. Hatta Aişe’den Hz. Peygam­ber’in önemli işleri olduğunda ve hastalık halinde iki namazı bir arada kıldığı nakledilmiştir. Bu birkaç mesele hakkında Caferîler ile diğer mezhepler arasında ihtilaf yoktur. Fakat ihtilaf şu konudadır:

Caferî uleması, Müslümanların öğle namazı ile ikindi namazını, öğle vaktinin başlamasından güne­şin batmasına kadar bir arada kılabileceğine, bunun gibi akşam ve yatsı namazlarını da bir arada kılabileceklerine dair fetva vermişlerdir. Her ne kadar namazlar arasında fasıla vermek sünnet ise de, şart değildir. Hz. Peygamber (s.a.a), ümmetine zahmet ve eziyet olmasın diye, namazlarını bir arada kılmalarına izin vermiştir ve kendisi de böyle kılmıştır.[4]

Onların bu husustaki delil ve dayanakları İsra Suresi’nin 87’inci ayeti ile Ehlisünnet’in de hadis kaynaklarında naklettiği hadislerdir. Müslim “Sahih”inde Said b. Cübeyr’den naklen diyor ki:

Peygamber yolculuk ve korkunun dışındaki hallerde, öğle ve ikindi namazlarını bir arada kıldı. Birisi Said’e sordu: “Peygamber neden böyle kıldı?” Said şu cevabı verdi: “Ben İbn Abbas’tan sebebini sordum; cevaben dedi ki: Resulullah ümme­tinin meşakkate katlanmasını istemedi.”

İmam Neseî Sünen adlı eserinde naklettiğine göre, İbn Abbas öğle ve ikindi namazlarını bir arada kıldı; ikisinin arasında da bir şey kılmadı, o şu inançta idi: Resul-ü Ekrem Medine’de öğle ve ikindi namazlarını böyle kıldı.

Yine İmam Neseî aynı kitapta Ebu İmame’den naklen şöyle anlatıyor: Medine’de öğle namazını ca­mide kıldık. Sonra Enes b. Malik’in evine gittik. Baktık ki Enes namaz kılıyor. Sorduk: “Amca bu ne namazıdır?” Şu cevabı verdi: “İkindi namazıdır ve bu Allah’ın Resulü’nün namazıdır.”

Yine İmam Neseî bir cemaatten naklen diyor ki: “Medine’de öğle namazını kıldık. Sonra Enes’i görme­ye gittik. Enes: ‘Kalkınız! İkindi namazınızı da kılın.’ dedi. Biz de kalktık, ikindi namazını kıldık.”

Hz. Peygamber Binlerce Kişi Huzurunda Namazları Bir Arada Kıldı

Hiç şüphe yok ki ister Peygamber olsun, ister ümmeti olsun, namazlar vaktinden önce kılınamadığı gibi, vakitlerinden sonraya da bırakılarak kılınamaz.

Hz. Pey­gamber’in Arefe günü, Arafat çölünde öğle namazıyla ikindi namazını birlikte kıldığı, bütün İslâm mezheplerince sabittir. Peki, buna göre Hz. Resulullah vakitsiz yani zamanından önce mi namaz kılmıştır? Hayır, ancak buradan ikindi namazının kendi vaktinde kılınmasının sünnet olduğu ve farz olmadığı anlaşılmalıdır.

Arafat’ta güneş battığında halk: “Namaz ya Re­sulullah” dedi. Fakat Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Meş‘arü’l-Haram’da.” Akşam namazını geciktirdiler ve Meş’arü’l-Haram’da yatsı namazıyla beraber kıldılar ki, bu da eda idi, kaza değil.

Hz. Peygamber’in (s.a.a) ilahî emri ge­ciktirmeyeceği bellidir. Onun maksadı, deve ile hareket edip Meş’arü’l-Haram’a gidinceye kadar akşam namazının gecikmeden dolayı kaza olmayacağını ve akşam namazının vaktinin yatsı namazına kadar bâki olduğunu ve iki namazı bir arada kıl­manın mümkün olduğunu belirtmek idi.

Şimdi buna dayanarak, ya­ğmur veya sıcaklık sebebiyle, o da Medine gibi küçük bir şehirde öğle ve ikindi namazlarının yahut akşam ve yatsı namazlarının bir arada kılınması caiz oluyor da, yaşadığımız bu asırda bunca sıkıntı ve zorluk için­de, fabrika ve fakültelerde, iş yerlerinde ve yüzlerce başka meşguliyetler ile neden caiz olmasın? Hele ki şeriatın sahibi ve kurucusu olan zatın kendisi bile bir arada kılmış iken ve sebep olarak da, ümmetim için zahmet olmasın diye buyurduğu halde niçin caiz olmasın?

İşte Ehlibeyt’in ve İmam Cafer Sadık’ın inançları budur; yani beş vakit namazların bazıları arasında çok, bazılarında ise az fasıla vardır. Ama namaz sayısı 5’tir ve vakitleri de beştir ve vak­tinden önce kılınmaz.

Günlük Namazların Dışındaki Farz ve Müstehap Namazlar

Beş vakit namazın dışında, farz olan başka namazlar da söz konusudur:

1- Cenaze Namazı:

Kelime-i şahadeti getiren her Müslüman ve her şahsın, bu dünyadan göçtü­ğünde cenaze namazı kılınır. Ama farz-ı kifaye olduğu için birisi kıldığında sorumluluk ötekilerin boynundan kalkar.

Caferî mezhebine göre bu hükümde, mezhep farklılığından dolayı bir farklılık söz konusu olmaz. Hangi mezhebe mensup olursa olsun fark etmez; onun ce­naze namazının kılınması farzdır. Hatta dört mezhepten birine mensup olmasa bile bu böyledir. Şu şartla ki İslâm dininin zaruri hükümlerinden birini inkâr etmemiş ve her iki kelime-i şahadeti getirmiş olsun.

Cenaze namazında dört tekbir getirilir. Her tek­birden sonra bir dua okunur ve beşinci tekbirle na­maz biter.

İmam Suyuti demiştir ki: Cenaze namazında beş tekbir getirilir, ama Ömer, bunu dört tekbir olarak kararlaştırdı.[5]

Cenaze namazında yüzün kıbleye doğru olması şarttır. Fakat cemaatle kılınması şart değildir, münferiden ve tek başına da kılınabilir.

2- Ayât Namazı:

Güneş tu­tulması, Ay tutulması, zelzele yahut halkın korkusuna sebep olan önemli tabii olaylar gerçekleşirse, iki rekât namaz kılınmadır.

Her re­kâtta beş rükû vardır ve her rükûdan önce birer defa Fatiha ve İhlas sureleri okunabilir veyahut bir sure beş kısma bölünerek de kılınabilir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için ilmihâl kitaplarına bakılabilir.

Caferî mezhebinin dışında bu namaz farz olarak bilinmez. Fakat muteber hadiste güneş tutulduğunda Hz. Resulullah’ın (s.a.a) “Böyle olduğu zaman namaz kılınız.” buyurduğu geçer.

3- Cuma Namazı:

İslâm’ın ilk dönemlerinde, önemli farz­lardan biri de cuma namazı idi. Cuma günleri öğle namazı yerine kılınırdı. Cuma Suresi’nin 9’uncu ayetinde buna işaret buyurulmuştur. Cuma namazı iki rekât­tır, namazdan önce iki hutbesi vardır. Ancak cemaatin sayısı, hatibin bulunma­sı, Müslümanların imamının izin vermesi, yer mese­lesi gibi bir takım şartlar söz konusudur.

Hanefî mezhebine göre, Müslümanların sultanı­nın izin vermesi ve şehirde kılınması şarttır. Ama Caferî mezhebine göre müçtehitlerin fetvası gereklidir.

Her halükârda şartların yerine gelmesi halinde cu­ma namazı kılınırsa öğle namazı insanın üzerinden kalkar. Fakat şartlardan bazıları olmazsa ihtiyat bakımından hem cuma, hem de öğle namazı kılınması iyidir. En iyisi her asırda zamanın müçtehit ve müftüsünden izin almaktır.

4- Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı Namazları:

Bu iki namaz İslâm’ın iki büyük bayramında kılınır; iki rekât olup namazdan sonra, iki hutbesi var­dır. Bayram namazının da şartları vardır. Bu asır­da kılınması önemle vurgulanan müstehaplardandır.

5- Kaza Namazı:

Caferî mezhe­bine göre farz namazları vaktinde kıl­mayan veya bir süre namaz kılmayan birisinin kılmadığı namazların kazalarını kılması farzdır.

6- Nezir:

İnsan, ahd veya yemin vesilesiyle kendisine farz kıldığı namazları, ettiği nezir gereğince yerine getirmelidir.

Ramazan Ayının Sünneti Yahut Teravih Namazı

Caferî mezhebinde sünnet namazlar pek çoktur, fakat hepsinden önemlisi günlük farzların sünne­ti ve gece kılınan teheccüd namazı ile Ramazan ayı­nın sünnet namazlarıdır. Ramazan ayında bin rekât namaz kılmak sünnettir. Bu bin rekât namaz, Caferî Mezhebi’ne göre ikişer rekât halinde münferiden, yalnız olarak kılınır. Yani cemaatle kılınmaz; herkes kendi arzusuna göre bu na­mazdan faydalanır. Sahabenin çoğu bu namazı evlerinde ve gecenin sonunda kılarlardı.

Caferîler, bu bin rekâtı cemaatle kılmazlar ve şöyle derler: Hz. Peygamber ile Ebubekir zamanında ve kısa bir süre de Ömer’in döneminde, herkes bu namazı münferiden kılardı ve cemaat ile kılınmazdı; ancak Ömer’in son zamanlarında Halife’nin emri ile cemaat halinde kılınmıştır.

İmam Malik, “Muvatta” adlı eserinde şöyle anlatmaktadır:

Ömer, bir gece ramazan ayında camiye geldi. Hal­kın dağınık olarak namaz kıldıklarını gördü ve dedi ki: “Eğer bunlar bir imamla kılsalar daha iyi olur.” Son­ra cemaat ile kılınması emrini verdi ve halk da itaat etti. Başka bir gece Ömer yine camiye geldi ve ce­maati görünce dedi ki: “Ne iyi bir bidattir; ama gece­nin sonunda kılsalar gecenin başında kılmaktan daha faziletlidir.”[6]

Yukarıdaki cümle bizzat Halife’ye aittir. Rama­zanın sünnet namazlarını cemaat ile kılmak, onun bidatlerindendir. Ehlisünnet iyi bidattir diyor­; ama Caferîler Hz. Peygamber’in uygulamasını esas alıp cemaat ile kılınmasını bidat sayıyorlar.

Caferî Mezhebi’nde Abdest Ve Gusül

Farz ve müstehap olan bütün namazlarda abdest almak şarttır. Yine Kur’ân ayetleri ile Allah’ın (c.c) mukaddes isimlerine veya Hz. Peygambe­r’in (s.a.a) adına elini sürmek isteyenin abdestli olması gerekir.

Caferî mezhebinde abdestsiz olarak Hz. Ali ile Hz. Fatıma, İmam Hasan, İmam Hüseyin ve diğer do­kuz imamın isimlerine de abdestsiz el sürülmez. Onlara göre Kur’ân-ı Kerim ile Ehlibeyt, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) iki büyük emaneti olup, her ikisi de saygı ve hürmete lâyık ve takdise şayandırlar.

Abdestin Alınış Şekli

Abdest almadan önce, ağza su alıp çalkalama ve buruna su çekme müstehaptır. Sonra yüz yıkanır. Sağ el ve kol dirsekten parmakla­rın ucuna kadar, sonra aynı şekilde sol el ve kol yıkanır. Daha sonra başın ön kısmına üç parmak miktarınca mesh edilir. Sonra sağ el ile sağ ayağın üstüne, ayak bileğinden parmakların ucuna kadar ve aynı tertiple sol ayağın üstüne, sol el ile mesh edilir. Caferîler ayaklarını yıka­mazlar. Temiz ayaklara mesh ederler. Fakat ayak­lar kirli ise evvelâ ayaklar yıkanır, sonra abdest alınır.

Çizmeye veya ayakkabıya mesh etmek caiz de­ğildir. İmam Suyuti “Tarihu’l-Hulefa” adlı eserinde diyor ki:

Çizme üzerine mesh eden ilk zat, II. Halife Ömer idi. Eğer Hz. Peygamberi ayakkabısı üzeri­ne mesh etmiş ise, bu ya ıztırar veya savaş za­manında olmuştur yahut da Hz. Peygamber’in ayakkabı­sı Arap ayakkabılarından idi. Bu kundura terlik şek­linde olup ayakların üstünü kapatmaz, örtmezdi.

Nitekim halen bu tür ayakkabı giymek Arap ülkelerinde âdettir. Kitabın yazarı olan ben, bir gün İstanbul’da câmilerden birinde namaz için abdest alıyordum. Müslüman din kardeşlerimden biri de abdest alıyordu. Ben ayağımın üzerine mesh ettim, o ise kundurası üstüne mesh etti. Abdest aldıktan sonra o mümin bana şöyle dedi: “Senin ayağının üzerine mesh etmene hayret ettim.” Ben de cevaben dedim ki: “Ey Müslüman kardeşim! Sen de o ayakkabının üzerine mesh ettin; ama ben hayret etmedim. Ben temiz çıplak ayağımın üzerine mesh ettim, ne diye şaşırıp kaldın?” Orada bulunanlar benim bu sözüm üzerine düşünce­ye, ben ise caminin içine daldım.

Farz Gusüller

1- Cenabet guslü: Caferî Mezhebi’ne göre farzdır ve İslâm dininin zarurî ve ittifakla kabul edilen hükümlerinden biridir. Cenabet ne şekilde olursa olsun, Müslüman onun için gusül etmelidir; gusledilmeden kılınan namaz batıldır. Böyle bir kimse camiye giremez. Caferî Mezhebi’n­de cenabet guslünün farz olduğunu inkâr eden bir kimse bulunmaz.

2- Ölüye dokunma guslü: Soğuduktan sonra ve cenaze guslü verilmeden önce ölü­nün bedenine elini süren insan, gusletmelidir. Bu hüküm, Caferî Mezhebi’ne has bir hükümdür; başka mezheplerde yoktur.

3- Hayız guslü: Kadınlar aybaşı âdetini görüp paklandıktan sonra gusletmelidirler; temizlenmeden önce cinsel ilişkide bulunmak caiz değildir.

4- Nifas yani lohusalık guslü: Doğuran bir ka­dın doğumdan on gün sonra gusletmelidir. Çocuk ister diri doğsun, isterse ölü olarak doğsun, ister tabiî yoldan doğsun, ister gayri tabiî yoldan doğsun fark etmez. Bir de kadınlar için istihaze durumu söz konusudur. İstihazenin farklı kısımları vardır. Bazı kısımlarında gusül gereklidir.

5- Cenaze guslü: Müslümana ve kelime-i şahadeti getiren birisine öldükten sonra ce­naze guslü verilir. Müslüman anne ve babadan dün­yaya gelen hatta dört aylık düşük çocuğa bile gusül verilir.

Caferî Mezhebi’ne göre kelime-i şehadet getiren her insana ister Hanefî olsun, ister Şafiî olsun, ister Malikî olsun, ister Hanbelî olsun, isterse bunların dışında başka bir mezhebe tâbi olsun öldüğünde cenazesine güsul verilmeli ve defnedilmelidir.

Cenaze Guslünün Keyfiyeti

İster buluğ çağına ermiş olsun ister ermemiş olsun ölen her Müslümana gusül verilir. Düşük çocuk dört aylık olursa ona da gusül verilir. Caferî Mezhebi’ne göre cenazeye üç defa gusül verilir:

1- İçine biraz sedir karıştırılmış su ile ölü guslü verilir.

2- İçine bir miktar kâfur karıştırılmış su ile ölü guslü verilir.

3- Saf su ile gusül verilir.

Gusülden sonra bir miktar kâfur, hamur yapılıp yedi secde yerine, yani alın, iki diz, iki avuç içi ve iki ayak parmaklarının uçlarına bir miktar konulur, sonra, üç parça ile kefenlenir ve cenaze namazı kı­lındıktan sonra kıbleye doğru ve sağ tarafına yatırı­larak mezara konulur.

Cenaze merasiminde Caferîlerin temizlik ve ahkâm bakımından gösterdikleri titizlik ve itina öteki İslâm mezheplerinden da­ha fazladır. İstanbul’da yaşayan Caferîler cena­zelerine evlerde gusül vermezler. Camilerin veya mezarlıkların gusülhanelerinde gusül ettirirler.

Daha önce de belirtildiği gibi Caferî Mezhebi müçtehitlerinin fetvası gereğince kelime-i şahadeti getiren her Müslümanın, hangi mezhebe tabi olursa olsun cenazesini kaldırmak farz-ı kifayedir, yani gusül, kefen, namaz ve defin gibi cenaze işlemleri herkese farzdır. Bu fetvadan, Caferî Mezhebi’nde ve İmam Cafer Sadık öğretilerinde İslâmî birlik, beraberlik ve vahdete ne kadar önem verildiği iyice anlaşılmaktadır.

Gusüllerin Keyfiyeti

Bütün gusüllerde ilk önce baş ile boyun, sonra sağ taraf ve daha sonra sol taraf yıkanır. Cena­bet guslünden sonra namaz için abdest alınmaz. Alınan gusülle namaz kılınır. Fakat müstehap gusüllerde ayrıca abdest de alınır.

CAFERİ MEZHEBİ’NDE NAMAZ

Namaz Nasıl Kılınır?

Caferî Mezhebi’nde namazın cüzleri ve şartları konusundaki hükümler, öteki mezheplere nispetle daha mufassaldır.

Namazdan önce ezan ve ikame okunur. Sonra, “tekbiretü’l-ihram” getirilir. Tekbir alırken eller kulak hizasına kadar kaldırılır. Tekbir, Arapça “Allah-u Ekber” cümlesiyle alınır; Arapça başka bir cümle ile veya başka dildeki tercümesi ile tekbir alınmaz. Dolayısıyla Türkçe ve Farsça çevirisi ile tekbir alınmaz; ancak İmam-ı Azam bunu caiz görmüş­tür.

Fatiha Suresi’nin besmele ile okunması şarttır. Sonra besmele ile bir kâmil sure okunur. “Fatiha” yerine Kur’ân’ın başka suresi ve ayetleri okunmaz. Ama İmam-ı Azam Fatiha Suresi yerine Kur’ân’dan iki ayet okunmasını veya onun tercümesini caiz bilir.

Sure bittikten sonra rükûya gidilir. Rükûda “Subhane Rabbiyel-azîmi ve bihamdih” yahut üç ke­re “Subhanallah” denir. Rukûda zikir denilmezse namaz batıl olur. Ama İmam-ı Âzam rükûda zikri şart görmemiştir.

Rükûdan sonra iki defa secde edilir. Secdede vücudun yedi azasının yani alın, iki avucu­nun içi, iki diz, iki ayağın başparmaklarının yere değmesi şarttır. Yalnız burnun yere değmesi şart değildir. Fakat Hanefî mezhe­binde alnın bir kısmının yere değmesi bile kifayet eder. Caferîlere göre secdenin yere yapılması şarttır. El avu­cunun içine secde edilmesini caiz görmezler. Fa­kat İmam-ı Azam’a göre bu caizdir. Birinci secdeden kalktıktan sonra biraz durmak lâzımdır.

İkinci rekât birinci rekât gibi yerine getirilir. İkinci rekâtta secdeden son­ra oturularak “teşehhüd” okunur

Üçüncü ve dördüncü rekâtlarda besmeleyle birlikte Fatiha Suresi veyahut üç kere tesbihat-ı erbaa yani “Subhanallah ve’l-hamdu lillah ve lâ ilahe illallahu vallahu ekber” zikri okunur. Üçüncü ve dördüncü rekât­lardaki rükû ve secde, öteki rekâtlardaki gibidir.

Caferî mezhebine göre namaz “es-Selamu aleyke eyyuhe’n-Nebiyyu ve rahmetullahi ve berekatuh” cümlesinin ardından “es-Selâmu aleyna ve alâ ibadillahi’s-sâlihin” veya “es-Selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuh” cümleleri ile bitirilir; başka bir selâm ibaresiyle namaz bitirilmez. Namaza özel cümle ile başlanıldığı gibi özel cümlelerle de bitirilir. Ancak İmam-ı Âzam şöyle der: “Teşehhüdü” okuduktan sonra selâm yerine namazı bozan başka bir şeyle de namaz bitirilebilir; örneğin gülme ile namaz sonlandırılabilir; bu şekilde sonlanan namaz sahihtir.

Selâm cümleleri okunurken yüz kıbleye doğru ol­malı ve selâm cümleleri bitmeden yüzü kıbleden çevirmemeli, lâkin bir selâm kıbleye doğru verildikten sonra sağ ve sol ta­rafa da selâm verilmesi müstehaptır. Diğer mez­heplere göre selâmın ilk başından itibaren yüz kıbleden sağ ve sol tarafa çevrilebilir.

Namazla ilgili müstehaplar çok fazladır. Bu hususta ayrıntılı kitaplara bakılabilir. Fa­kat en önemlisi “kunut”tur. Caferîler namaz­da ikinci rekâtın rükûundan önce iki elleri yüzle­rin hizasında tutarak kunut tutarlar. Kunutta herhangi bir dua okunur. Kur’an’da geçen duaların okunması daha iyidir “Rabbena atina fi-d-dünya haseneten ve fi’l-ahireti haseneten ve kina azabe’n-nar” ayeti gibi. Rükûdan önce kunut unutulursa rükûdan sonra tutulabilir. Kunut namazda müstehap bir ameldir; farz değildir. Hadislerde belirtildiğine göre Hz. Peygamber mühim hadiselerde namazda “ku­nut” tutardı. Hanefîler de sabah namazında bunu müstehap bilirler. Şafiîler ikinci rekâttan sonra ku­nut okurlar.

Ezanda Fark

Caferî mezhebinde ezan ve ikamenin cümleleri öteki mezheplerde olduğu gibidir. Yalnız “Hayye ale’l-felâh”tan sonra iki defa “Hayye alâ hayri’l-amel” der­ler. Bu cümle Hz. Resulullah (s.a.a) zamanında ezan ile ikame­de okunurdu. Fakat II. Halife zamanında terk edildi. Ayrıca “Eşhedu enne Muhammeden Resulullah” ibaresinden sonra “Eşhedu enne Aliyyen Veliyyullah” derler, yani Ali’nin Allah’ın dostu olduğuna şahadet ederler.

Bu cümleyi ezan ve ikamenin bir cüzü bilmezler. Bunu okumalarının sebebi ise Hz. Peygamber’in (s.a.a) irtihalinden sonra iki zümrenin Hz. Ali b. Ebu Talib hakkındaki batıl inançlarıdır. Bir zümre Hz. Ali’yi (a.s) Allah’ın düşmanı biliyorlardı. Bundan dolayı uzun müddet camilerde ve minberlerde Ali’ye sövü­yor ve onu telin ediyorlardı. Bu zümrenin reisi Mua­viye ve onun taraftarları idi. Onlar göre, Ali’ye sövmek, namazın kabulünü mucipti. Öteki zümre ise Ali’ye (maazallah) Allah’tır diyorlar­dı. Bunlar da yollarını sapıtmış ve batıl bir inanca sahip idiler. Bu iki zümrenin ikisinin de itikatları Kur’ân’ın hükmüne ve İslâm dinine aykırıdır. Bu iki batıl akideye muka­bil doğru, dürüst ve İslâm dinine uygun bir inanış söz konusudur. O da şudur: Hz. Ali, ne Allah’tır, ne de Allah’ın düşmanıdır; Ali, Allah’ın dostu ve sevgilisidir.

Ehlibeyt İmamları’nın ve müçtehitlerimizin onayına dayanarak biz “Eş­hedu enne Aliyyen veliyullah” cümlesiyle insanlara Ali’nin ne Allah, ne de Al­lah’ın düşmanı olduğunu haykırıyoruz. Muaviye’nin halka anlattığının tersine Ali’nin (a.s) Allah’ın düşmanı değil, bilâkis dostu olduğunu ve onun için ulûhiyet makamının söz konusu olmadığını, onun ilah olduğuna inananların hak yoldan saptıklarını ilân ediyoruz.

Her halükârda yukarıda bahsi geçen ve Caferîlerin okudukları cümle, ezan ve ikame­nin bir cüzü değildir. Bunda zikrettiğimiz sebepten başka bir sebep yoktur. Her Müslüman Hz. Ali’yi Allah’ın salih kulu ve dostu, Allah’ın onu ve onun da Allah’ı sevdiğini bilmelidir. İnsan bu cüm­le ile işaret edilen iki batıl inançtan ken­dini korur ve bu inançta olmadığını ilân eder.

Eli Açık Olarak Namaz Kılmak

Namaz hakkında Caferîler ile Hanefîler arasın­daki ihtilaflardan biri de Caferîlerin namazı eli açık, Hanefîlerin ise eli bağlı olarak kılmalarıdır. Bu cüz’î, küçük bir amel ve fer’î bir ihtilaf olmakla bera­ber, kimi zaman anlaşmazlığa sebep olmuştur.

İstanbul’un bazı camilerinde ve Türkiye’nin bazı yerlerinde eli açık namaz kıldığım için bana hakaret ettiler. Ben bu hakaretten daha ziyade bazı Müslümanların cehalet ve gafletlerine üzüldüm. Zira küçücük bir farklılık, Müslümana hakareti ve din kardeşleri arasında tefrikaya mu­cip olmaktadır. Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde yüz otuz milyona yakın Caferî mezhebine mensup Müslüman yaşamaktadır; bunların hepsi namazlarını eli açık olarak kılmaktadırlar. Hatta Malikîler ile Şafiî­ler namazın eli açık kılınmasını tavsiye etmişler­dir.

Okurlarımıza bu me­seleyi etraflıca açıklayalım. Bazı ta­rih kitaplarında yer aldığına göre namazda el bağlama uygulaması, II. Halife zamanında başlamıştır. Şöyle ki: Halife’nin huzuruna getirilen İranlı esirlerden birisi el pençe divan du­rarak Halife’ye tazimde bulundu. Halife, “Bu nedir ve ne biçim duruştur?” diye sordu. Dediler ki: “Biz büyüklerimize bu şekilde tazimde bu­lunuruz.” Bu, Halife Ömer’in hoşuna gitti; bunu üzerine “Namazda da büyük Allah’a böyle tazimde bulunulmalı.” dedi. Bu olaydan sonra bazıları namazda ellerini bağladılar. Fakat birçokları bu tarzı beğenmediler.

Emevîler döneminde Emevî taraftarları ve kimi hüküme­tten korkan insanlar ellerini bağlıyorlardı. Bu konu Sahih-i Buhari’de nakledilmiştir. Buhari’de Sehl b. Sa’d’dan şöyle nakledilir: “Halka sağ elin sol kolun üzerine koyulmasını emrediyorlardı.”[7]

Hadiste bu emri halka kimin verdiği beyan edilmi­yor. Ama mesele bellidir; bu emir, zamanın hükü­meti tarafından veriliyordu. İlahî bir emir değildi.

Namazda Ellerin Açık Olmasının Doğruluğu

Eli açık olarak namaz kılmaya yönelik birçok delil bulunmaktadır. Ayrıca namazı eli bağlı olarak kılma mecburiyeti söz konusu değildir. Ulema, müçtehit ve mez­hep imamlarından bir tek kimse bile namazda el bağlamanın namazın farzı veya vacibi yahut da şar­tı olduğunu söylememiştir. Oysa İmam Malik, namaz kılarken ellerin açık veya yana sar­kık olması gerektiğini söylemiştir. Bilindiği kadarıyla İmam Malik el bağlamayı esasen müstehap ve sünnet dahi bilmemiştir. Aksi takdirde sünneti terk etmeye yönelik fetva vermezdi. Ebu Hanife ile muasır olan ve ondan sonra bir müddet daha hayatta olan büyük müçtehit Evzaî şöyle demiştir:

Kü­çüklerin namazda ellerini serbest bırakmaları daha iyidir. Ama evliya ve zahitler gibi büyük kimseler el­lerini açmak veya bağlamak hususunda muhayyerdir­ler.

Evzaî şunu da ilâve etmiştir: El bağlama huzur-i kalbe mânidir.

İmam Şafiî de şöyle demiştir:

Kalbî huzurlarını koruyamayanların namaz kı­larken ellerini serbest bırakmaları daha iyidir.

Ehlisünnet’in arif ve müçtehitlerinden İmam Şa’rani diğer ulemanın fetvalarını naklettikten sonra diyor ki:

En iyisi elleri açık, sarkık ve serbest bırak­maktır. Çünkü elleri bağlamak, Allah’a tam manasıyla teveccüh etmeye mânidir.[8]

Gerek İmam Cafer Sadık ve gerekse Hz. Resul’ün bütün Ehlibeyti şöyle buyurmuşlardır: Namazda en iyi hâl, ellerin açık kalmasıdır. Elleri bağlamak zâid bir harekettir; zâid bir hareket, namazda olmamalı ve ya­pılmamalıdır.

Buraya kadar açıklanan fetvalardan anlaşıldığı üzere bütün müçtehitler namaz­da ellerin bağlanmasına dair İslâm Peygamberi’nden nakledilen hadisleri muteber saymamışlar ve doğru addetmemişlerdir. Ayrıca el bağlamakla ilgili hadislerde tutarsızlık söz konusudur; biri eli kol üze­rine koymayı, bir başkası eli el üze­rine, üçüncüsü göbek altına, dördüncüsü göbeğin üst tarafına koymayı içeriyor.

Kaldı ki Sahih-i Buharî’de Hz. Peygamber’in namazı bölümünde bu amelden bahsedilmemiştir. Sünnet veya müstehap olsaydı beyan edilirdi.

Toprak Üzerine Secde Etmek

Caferî mezhebinde namazda secdenin yere, toprağa, yerden ve topraktan biten şeyler üzerine ya­pılması şarttır. Yiyecek ve giyecek üzerine yapılmamalıdır. Nitekim teyemmümde de toprak ve yer üzerinde yapılma­sı şarttır. Hz. Peygamber (s.a.a) zamanında camiler­de halı vb. şeyler yoktu. Hz. Peygamber ve sahabe toprak, kum ve hasır üzerine secde ediyorlar­dı. Hatta havanın çok sıcak ve kumların yakıcı ve kızgın olduğu vakit, halk sıcaktan şikâyet ettiğinde Hz. Resulullah, kumların üstüne su serpiniz, sonra üzerine secde ediniz, buyuruyordu. Kilim, parça vb. gibi şeyler üzerine secde etmelerine müsaade etmiyordu. Bu durum İslâm Peygam­beri’nin (s.a.a) ömrünün sonuna kadar devam etmiştir. Bir hadiste Resul-ü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

Beni yaratan Allah yeri ve toprağı, benim için secde yeri ve temizleyici kılmıştır.

Yani toprak secde yeri­dir ve abdest yerine geçen teyemmüm de toprak üzerine yapılır. Buradan hareketle Caferîler Hz. Peygamber’e (s.a.a) tâbi olmak suretiyle imkân dâhilinde top­rak üzerine secde ederler. Bu amaçla bazen kutsal Mekke ve Medine şehirlerinin toprakların­dan yahut başka kutsal şehirlerin topraklarından mühür de­nilen küçük parçalar yapıp namazda onun üzerine secde ederler.

Bu tutum, din işlerinde ihtiyata uygun bir iş olmanın ve secde yerinin te­mizliğine riayet etmenin yanı sıra bir tevazu nişanesi­dir de. Çünkü insanoğlu alnını Allah için toprağa koyarak topraktan yaratıldığını, toprağa dönüşeceğini ve tekrar topraktan dirileceğini ifade ediyor.

Maalesef bazı Müslüman kardeşlerimiz mührün menşeini, hikmetini bilmediklerinden yahut kasıtlı olarak Caferîlerin taşa, puta taptıklarını söylüyorlar. Maazal­lah, birisi halı üzerine secde ettiğinde halı­ya tapıyor denilebilir mi? Toprağa ve mühür üzerine secde de aynen bunun gibidir.

Oruç

Ramazan ayının orucu büyük farzlardan biri olup, Kur’ân-ı Kerim’de 2’nci surenin 183’üncü ayetinde” farz kılınmış, sonra da 187’nci ayete kadar bir­kaç ayet oruç ile Ramazan ayının ehemmiyetine dair nazil olmuş ve oruç tutmayı tekit buyurmuştur.

İslâm Peygamberi’nden orucun önemi ve onun se­vabı hakkında muteber hadisler rivayet edil­miştir. Peygamber’in Ehlibeyti, bilhassa İmam Cafer Sadık (a.s) ve İmam Muhammed Bakır (a.s), Ramazan ayında oruç tutmayı tavsiye ve tekit etmişlerdir.

İmam Cafer Sadık (a.s), Hz. Resul’den (s.a.a) naklettiği hadiste şu ciheti beyan etmiştir:

Her şeyin zekâtı var­dır. Bedenin zekâtı da oruç tutmaktır.

İmam Cafer Sadık’tan (a.s) rivayet edilen başka bir hadiste de şöyle denilmektedir:

Oruç, cehennem ateşine kar­şı bir kalkandır.

İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur:

Herkes Ramazan ayında gündüzleri oruç tu­tup geceleri ibadet eder, kendi gözünü, kulağını, di­lini, korursa annesinden doğ­muş kimse gibidir.

Peygamber Ehlibeyti’nden bunun gibi pek çok hadis nakledilmiştir. Ehlibeyt İmamları Ramazan ayının orucuna çok ehemmiyet verirlerdi. Gece ve gündüz dualar okunmasını emretmişlerdir. Herhangi bir kimse mazereti olmadan ramazan ayında oruç tutmaz ve yerse, keffaret ver­melidir; yani altmış fakiri doyurmalı veya iki ay oruç tutmalı ve yediği günü de kaza etmelidir.

Yolculukta Oruç Tutulmaz

Caferî mezhebinde seferde (seyahatte) oruç tut­mak, seyahat şartlarının tahakkukundan sonra caiz değildir, günahtır. Kur’ân-ı Kerim’in ikinci suresinin 184’üncü ayetinde şöyle buyrulmuştur:

Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa diğer günlerde kaza eder.[9]

185’inci ayette mevzu tekrarlanıp şöyle buyurulmuştur:

Kim o anda (ramazanda) hasta veya yolcu olursa başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah’ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.[10]

Kur’ân-ı Kerim’de bulunan bu tekit ile yolculukta oruç tutulma­malıdır. Hz. Peygamber’den (s.a.a) “Seyahatte oruç iyi de­ğildir.” sözü nakledilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.a) kendisi bile bir yolculukta hal­kın huzurunda orucunu yedi ve başkalarının da iftar etmelerini emretti. Bu hususta, oruçla ilgili ayrıntılı kitaplara bakılabilir.

Orucun Şartları

Ramazan ayında oruç tutmanın şartları ve adabı vardır. Bunlardan biri niyettir. İmsak vaktinin başlangıcından gü­neşin batışına kadar, oruç tutmaya ni­yet eder ve güneş battığında iftar eder. Bu müddet zarfında oruçlu kimse şu aşağıdaki dokuz şeyi yapmamalıdır:

l- Her çeşit ve her ne şekil ve surette olursa ol­sun yemek ve içmek.

2- Cinsel ilişki.

3- İs­timna (mastürbasyon).

4- Kasten kusmak.

5- Allah’a ve Peygamber’e yalan isnat etmek.

6- Sıvı madde ile tenkiye yapmak.

7- Başın tamamını suya sokmak.

8- Cünüp, hayız ve nifas hâllerinde sabahlamak. İnsan gece cünüp olursa imsakten önce gusül etmelidir. Gusül etmeden sabahlarsa oruç batıldır.

9- Boğaza yoğun ve katı toz kaçırmak.

Bu sayılanlardan bazıları orucu bozduğu gibi kefaret de gerektirir. Ayrıntılı fıkıh ve ilmihâl kitaplarına bakılabilir.

Müstehap Oruçlar

Yılın bütün günlerinde oruç tutmak müstehaptır. Ama bazı günleri oruç tutmak için özellikle tavsiye edilmiştir ki, onların bazısı şunlardan ibarettir:

1- Kamerî aylarından ayın her ilk perşembe, son perşembe ve onuncu günden sonraki ilk çarşamba günleri olmak üzere üç gün oruç tutmak.

2- Her kamerî ayın on üç, on dört ve on beşinci günlerinde oruç tutmak.

3- Recep ve Şaban aylarının tamamında, özellikle Recep ayının 13, 14 ve 15’inci günleri oruç tutmak.

4- Nevruz Bayramı günü.

5- Hz. Peygamber’in biset (Ehlisünnet’e göre miraç) günü olan 27 Recep.

6- Be­rat günü olan 15 Şaban.

7- Emîrü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib’in hilafet ve velâyet günü olan Zil­hicce ayının 18’inci günü.

8- Muharrem ayının ilk on günü.

İslâm Peygamberi, Ramazan ayının orucu farz olmadan evvel, Muharrem ayının ilk on gününü oruç tutardı. Fakat Ramazan ayı orucu farz olduktan sonra o on güne fazla önem vermiyordu.

Bazı Ehlibeyt muhipleri yalnız Muharrem ayının on ikinci gününe kadar oruç tu­tarlar. Hz. İmam Hüseyin’in şahadeti ve susuzluğu dolayısıyla lezzetli yemekler yemekten ve soğuk su içmekten sakınırlar. Elbette ki böyle bir hareket Hz. Peygamber hanedanına tam bağlı­lık bakımından müstehaptır. Ama farz değildir. Çünkü farz olan oruç ancak ve yalnız Ramazan ayında tutulan oruçtur.

Âşura gününe gelince, Ümeyyeoğulları İmam Hüseyin’i (a.s) şehit ettikten sonra şükür kabilinden oruç tuttukları için Caferî mezhebince âşura günü oruç tutmak iyi değildir.

Şunu da hatırlatalım ki, bazı günlerde oruç tutmak haram ve bazı günlerde ise mekruhtur. Bu konuda geniş fıkıh kitaplarına bakılabilir.

Zekât

İslâm’ın büyük farzlarından biri zekâttır; varlıklı kimseler zekâtlarını yoksullara ve sair şer’î masraflara verirler. Fakat seyitlere, yani Hz. Peygamber sülâlesinden olanlara zekât ve sadaka vermek caiz de­ğildir. Onlar için humus denilen başka bir hak tanın­mıştır ki, aşağıda zikredilecektir.

Caferî mezhebinde şu dokuz şeyden zekât veril­mesi farzdır:

1- Buğday.

2- Arpa.

3- Hurma.

4- Kuru üzüm.

5- Deve.

6- Sığır.

7- Koyun.

8- Altın.

9- Gümüş.

Bunlardan her birinin muayyen bir nisabı vardır. O nisaba, yani gerekli miktara sahip olan kimse, farz şartların tahakkukundan sonra zekât ver­melidir. Caferî fıkıh kitaplarında keyfiyet beyan edil­miştir. Caferî mezhebinde zekâta çok ehemmiyet ve­rilmiş, zekâtını vermeyen şiddetle kınan­mıştır. İmam Cafer Sadık (a.s) der ki:

Zekâtını vermeyen, mümin değildir ve onda hayır yoktur.

Yani böyle hayır iş görmeyen bir adamdan başka hayır bekleme; zira kendisine hayrı yoktur.

Hz. İmam Ali (a.s) de şöyle buyurmuştur:

Halk zekât vermezse yeryüzünden be­reket kalkar, yoksul ve zenginin her ikisinin durumu kötü olur.

Fitre zekâtı da farzdır. Fitre zekâtı kişi başına yaklaşık üç kilogram buğday, arpa, hurma, kuru üzüm, pirinç veya mısır gibi yiyecek maddelerinden müstahak olan birine verilmelidir. Bunlardan birinin kıymetini para olarak ödemek de yeterlidir.

Humus

Caferî mezhebinde bir kimse; ticaret, kazanç ve işinden geçimini sağlayıp maddi ve manevi ihtiyaç­larını teminden sonra maddi geliri olur­sa onun l/5’ini humus olarak vermelidir.

Ayrıca harp ganimetlerinden eline bir şey geçer, bir maden istihraç eder veya deni­zin altına dalıp eşya çıkarır yahut bir hazine veya define bulursa, onların l/5’ini İslâm hâkimine vermelidir.

Humus denilen bu l/5’lerin yarısı Hz. Peygamber sülâlesinden olan fakir seyitlere ve­rilir, öteki yarısı da dinî masraflara, içtimai işlere ve toplumun hayrına tahsis edilir.

 

Humusun taallûk ve istihkak şartları fıkıh kitaplarında beyan edilmiştir. İsteyen o kitaplara bakabilir.

Hac Ve kısımları

Hac, İslâm’da önemsenen büyük, içtimai, siyasi ve dinî iba­detlerden biridir. Malî ve bedenî kudreti ve emniyeti olan herkesin ha­yatında bir defa Kâbe’yi ziyaret etmesi ve belli günlerde hac amelini yerine getirmesi farz kılınmıştır.

Haccın kısımları vardır. En üstünü temettü hac­cıdır; bu tür hacda önce umre amelleri yapılır, ihram­dan çıkılır, Zilhicce ayının sekizinci günü tekrar ihrama girilir, Arafat’a gidilir. Kurban gecesi Meş’arü’l-Ha­ram’a dönülür. Kurban bayramı günü Mina’da, Mina amelleri yerine getirilir; kurban kesilir. Daha sonra Mekke’ye gidilir, tavaf, sa’y, safa ve öteki vazifeler eda edilir ve böylece hac tamamlanır.

Bu tür hac, Mekke dışında yaşayan ve yanlarında kurban getirmeyenler içindir geçerlidir. Nitekim bu haccın keyfiyeti Bakara Suresi’nin 196’ncı ayetinde açıklanmıştır. Mekke dışından hacca giden bütün Caferîler te­mettü haccını yerine getirirler. İmam Cafer Sadık şöy­le buyurmuştur:

Bir kimsenin Ebu Kubeys Dağı ka­dar altını olup, onu Allah yolunda fakirlere verse, onun sevabı hac sevabıyla bir olmaz.

Caferîler haccı önemserler. Her sene İran, Pakistan, Hindistan, Irak ve sair ülkelerden binlerce Caferî mez­hebine mensup Müslüman Mekke’ye gider.

Cihad

İslâm dininin ve İslâm ülkelerinin düşmanları ile mücadele etmek Müslümanın büyük dinî vazifelerinden biridir. Emîrü’l-Müminin Ali b. Ebu Talip şöyle bu­yurmuştur.

Cihad, cennet kapılarından biridir.

Hz. İmam Hüseyin der ki:

Hayat, akide ve cihattan iba­rettir.

Kur’ân-ı Kerim’de cihad edenler için oldukça yüksek makamlardan bahsedilmiştir. Caferî mezhe­binde cihad, dinin füruundan ve büyük farzlardan sa­yılmış, namaz, oruç, hac ve zekât sırasında yer almıştır.

Tevella ve teberra

Caferî mezhebinde çok önem verilen mevzular­dan birisi de tevella ve teberra meselesidir. Her Müslümanın vazifesi; İslâm dinini sevenlerle, Müslümanlarla, Hz. Peygamber muhipleri ile dost olmak, onların düşmanları ile de düşman olmaktır. Dostluğa “tevella” ve düşman­ bilmeye de “teberra” denir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.[11]

Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin.[12]

Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin.[13]

Bu ayetlere istinaden Caferîler Allah’a veya Resulüne düşman olan hiç kimseyi sevmezler. İmam Hasan, İmam Hüseyin gibi Peygamber evlâdını zehirleyen ve öldüren kişilerin hepsini Allah’ın ve Resu­lü’nün düşmanları bilirler.

Yine Ali b. Ebu Talib’e senelerce küfreden ve ona lânet edenleri Resulullah’ın (s.a.a) düşmanı bi­lirler. Hz. Peygamber’den (s.a.a) nakledilen muteber bir ha­diste şöyle yer alır:

Ey Ali, kim sana söverse bana küfretmiş demektir. Kim bana söverse Allah’a küfretmiş demektir. Allah’a sebbeden ise cehennemliktir.

Caferî mezhebiyle diğer mezhepler arasındaki önemli farklardan birisi tevella ve teberra meselesidir. Ehlisünnet, Meveddet ayeti[14] gereği Ehlibeyt’i sevmeyi ve onlara muhabbet göstermeyi lâzım bilirler; İmam Hasan ile İmam Hüseyin’i ve Peygamber sülâlesinden olan öte­ki imamları, bilhassa Hz. Ali’yi severler; ama ne yazık ki, Ali’yi öldüren yahut onunla uzun müd­det harp eden veya Hz. İmam Hasan ile İmam Hüseyin’i öldürenleri de severler, hem de onlar hakkında “radiyallah anh” der; ashab-ı kirama olduğu gibi onlara hazret kelimesi ile hitap ederler. Caferîler bunu yapmazlar. Zira Hz. Peygamber (s.a.a) hayatta olsaydı, bizim onun torunları İmam Hasan ve İmam Hüseyin’­in katillerine yahut Ali b. Ebu Talib’e minberde lânet edenlere saygı gösterip onlara “Hazret” dememizden incinmez ve huzursuzluk duymaz mıydı? Hz. Peygamber (s.a.a) bu tutumumuzdan rahatsız olmaz mıydı? O sağ olsaydı İmam Hasan’ın katiliyle İmam Hüseyin’in katili olan Yezid’i telin etmez miydi? Bu olanlardan üzüntü hissetmez miydi?

Şüphesiz Emevîler ile Abbasîlerin, Ehlibeyt’i öldüren, zehirleyen ve zindanlara atan kimselerin hareketleri Hz. Resulullah’ı üzer ve incitirdi. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de[15] Hz. Peygamber’e (s.a.a) eziyet edeni lânetlemiştir.

Caferîlerin inandıkları “teberra”nın manası budur. Bu ne düşmanlıktır, ne de taassup kaynaklıdır.

Caferî Mezhebinde Haramlar

Kur’ân’ı Kerim’in veya Resulü Ekrem’in, haram olduğunu bildirdiği her şeyi Caferîler haram bilir ve bu ahkâmın kıyamete kadar devam edeceğine inanırlar. Hiçbir kimse helali haram ve haramı helâl yapamaz. İlahî hüküm, zaman aşımı ile eskimez, yıpranıp bozulmaz.

Haramlar çoktur, en mü­himleri şunlardır:

Adam öldürmek, zina etmek, şa­rap ve her nevi içkiyi içmek, cinsel sapıklık, kumar, hırsızlık, adam çekiştirmek, fitnecilik, halka her çe­şit eziyette bulunmak, münafıklık, suizanda bulun­mak, farzları terk etmek, babaya ve anneye hürmetsizlikte bulunmak, Müslüman kimseye ihanet ve hıyanette bulunmak.

Bunların hepsi Kur’ân’da ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) hadislerinde beyan edilmiştir.


[1]– Müddessir (74), 43.

[2]– el-Tâc, c. 1, s. 295, 297.

[3]– İsra (17), 78.

[4]– et-Tâc, c. 1, s. 297.

[5]– Tarihu’l-Hülâfa, sayfa 53.

[6]– Muvatta, s. 136.

[7]– Sahih-i Buhari, c. 1, s. 188.

[8]– Mizan-ı Şa’rani.

[9]– Bakara/184.

[10]– Bakara/185.

[11]– Fetih (48), 29.

[12]– Mümtehine (60), 1.

[13]– Mücadele (58), 22.

[14]– Şura (42), 23. “De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.”

[15]– Ahzab (33), 57. “Allah ve Resulünü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.”


Bu ürünü sepete eklediniz: