“Her kim abdestli uyursa gece namazı kılan oruçlu kimse gibi olur.” Kenz’ul Ummal, 25999 Resulullah (s.a.a)

Resûlullah’ın Peygamberliğinin Özellikleri

Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) davetinin birtakım özellikleri vardır; bunların en önemlileri dört tanedir. Biz üç ilkede bunlara değineceğiz:

77.  

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) dini ve daveti evrenseldir; belli bir kavim veya bölgeye has değildir; nitekim Kur’ân şöyle buyuruyor:

Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.[1]

Yine buyuruyor ki:

(Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet için gönderdik.[2]

İşte bu nedenle o hazretin davetlerinde “insanlar” kelimesini kullanarak, “Ey insanlar! Elçi size, Rabbinizden gerçeği getirdi. Kendi yararınıza olarak (ona) inanın.”[3] buyurmaktadır.

O hazret davetine başladığı zaman, doğal olarak ilk önce, kendisinden önce bir uyarıcı gelmeyen kavmini uyardı:

Hayır, o, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi, doğru yola gelsinler diye uyarman için Rabbinden (sana indirilen) gerçektir.[4]

Fakat bu, o hazretin risalet alanının belli bir grubu aydınlatmayla sınırlı olduğu anlamına gelmez. Nitekim bazen Kur’ânı Kerim belli bir grubu davet ederken, aynı zamanda hemen peşinden onu, davetinin ulaşabileceği kimseler için de hüccet sayarak şöyle buyuruyor:

Bu Kur’ân bana vahyolundu ki, O’nunla sizin ve (O’nun) ulaştığı herkesi uyarayım.[5]

Peygamberler, davetleri ister evrensel olsun ister bölgesel, getirdikleri dine öncelikle kendi kavimlerini davet etmelidirler; nitekim Kur’ânı Kerim şöyle buyuruyor:

Biz, her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasın.[6]

Fakat dediğimiz gibi, bir peygamberin kendi kavminin diliyle gönderilmesi, kesinlikle davetinin o kavimle sınırlı olduğu anlamına gelmez.

78.   

Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) peygamberliği son peygamberliktir; nitekim onun dini de son din ve kitabı da semavî kitapların sonuncusudur. Yani O’ndan sonra başka bir peygamber gelmeyecek ve onun dini kıyamete kadar ebedî kalacaktır. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) son peygamber oluşundan şu iki konu anlaşılmaktadır:

1- İslâm dini, kendinden önceki dinleri feshetmiş ve onun gelişiyle geçmiş dinler resmiyetlerini kaybetmişlerdir.

2- Gelecekte başka semavî bir din gelmeyecektir ve yeni bir semavî din iddiası artık kabul edilmeyecektir.

Hatemiyet konusu, hiç kimseye şüphe bırakmayacak bir şekilde, Kur’ânı Kerim ve hadislerde apaçık söz konusu edilmiştir. Bu konudaki belgelerden bazılarına işaret ediyoruz:

Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değil, fakat Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir.[7]

“Hatem” yüzük anlamındadır. İslâm dininin geldiği dönemde, yüzüklerin kaşı mühür olarak kullanılıyordu; mektubun bittiğini bildirmek için onunla mektupları mühürlerlerdi. Bu noktayı göz önünde bulundurursak, yukarıdaki ayetin anlamı şudur: İslâm peygamberinin gelişiyle, peygamberlik belgesine bitiş mührü vurularak peygamberlik dosyası kapandı.

Ayrıca “risalet”, vahiy kanalıyla elde edilen mesajları ulaştırmak ve iblağ etmek anlamında olduğundan, doğal olarak nübüvvetsiz ilahî risalet de olmayacaktır ve sonuçta peygamberliğin bitişi risaletin de bitişidir.[8]

Bu konuda çeşitli hadisler arasından, “Menzilet” hadisine değinmemiz yeterli olacaktır: Hz. Resuli Ekrem (s.a.a), Tebuk Savaşı’nda Ali’yi (a.s) Medine’de kendi yerine bırakınca O’na şöyle buyurdu:

Ya Ali! Sen bana, Harun’un Musa’ya olduğu menzilede olmak istemez misin? Ancak benden sonra peygamber yoktur.[9]

Mütevatir “Menzilet” hadisi dışında, hatemiyetle ilgili hadisler de icmâlî tevâtür şeklinde nakledilmiştir.[10]

79.  

İslâm dininin ebediyetinin sırrı iki şeyde saklıdır:

a) İslâm dini, insanoğlunun ilâhî hidayetlerle tabiî ve fıtrî ihtiyacını temin etmek için daha mükemmel ve iyisi düşünülmeyecek en mükemmel programı sunmuştur.

b) Ameli hükümler alanında da insanoğlunun her türlü ihtiyaçlarını temin edebilecek bir takım kapsamlı ve sabit ilkeler sunmuştur. Bunun en açık tanığı, İslâm (ve özellikle Şia) ulemasının on dört asır boyunca İslâm toplumlarının amelî ahkâm alanında tüm ihtiyaçlarını karşılayabilmiş ve bu güne kadar İslâm fıkhının cevap vermekten aciz kaldığı bir durumla karşılaşılmamış olmasıdır. Bu hedefin gerçekleşmesinde faydalı ve etkili olan şeyler şunlardır:

1- Aklın Hüccet Oluşu: Aklın hakemlik yetkisi olduğu durumlarda itibarı ve hüccet oluşundaki yeterliliği, hayat boyunca insanoğlunun vazifelerini ispatlamanın yollarından biridir.

2- Önemli Bir Konuyla Çeliştiğinde Daha Önemli Olanı Gözetmek: İslâm hükümlerine göre, eşyalarda birtakım gerçek ölçülerin, zatî (veya arizî) maslahat ve mefsedelerden kaynaklandığını; bunların bazılarını akıl elde edebilirken, diğer bazılarını da şeriatın beyan ettiğini bilmekteyiz. Bu ölçülerin tanındığı durumlarda, doğal olarak fakih, bunların birbirleriyle çelişmeleri halinde, daha önemli olanı daha az önemli olana tercih ederek sorunu halledebilir.

3- İçtihad Kapısının Açık Oluşu: İçtihat kapısının İslâm ümmetine açık oluşu -ki bu konu Şia’nın imtiyaz ve iftiharlarındadır- İslâm dininin hatemiyetini garanti eden etkenlerdendir; çünkü diri ve sürekli içtihat sayesinde, sürekli yeni mesele ve olayların hükmü İslâm dininin genel kurallarından çıkarılıp istinbat edilmektedir.

4- Sanevî Hükümler: İslâm dininde, ilk etapta uyulması gereken ahkâm-ı evveliye dışında, birçok sorunları halledebilecek birtakım sanevî hükümler vardır. Örneğin, bir hükmü bir konuya tatbik etmek sıkıntı ve zorluğa neden olur veya kişilerin zarar ve ziyan görmesini gerektirirse, sıkıntı veya zararı nefyeden genel kurallar (fıkıhta açıklanan şartlarla) çıkmazları halletme ve sıkıntıları gidermede şeriata yardımcı olurlar. Kur’ânı Kerim şöyle buyuruyor:

O (Allah) dinde size bir güçlük yüklemedi.[11]

Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) de şöyle buyurmaktadır:

(Dinde) zarar vermek ve zarar görmek yoktur.

İşte bu iki kurala ve benzerlerine sahip olan bir mektebin izleyicileri, hiçbir zaman yaşamlarında çıkmazla karşılaşmazlar.

Hatemiyet konusuyla ilgili kelam kitaplarında geniş şekilde bahsedilmiştir; dileyenler bu kitaplara müracaat edebilirler.

80.  

İslâm dininin özelliklerinden biri, mefhum ve hükümlerinin kolay bir şekilde anlaşılır ve mutedil oluşudur; bu özelliği, İslâm dininin dünyanın çeşitli kavim ve milletleri arasında nüfuz edip yayılmasında en önemli etkenlerden biri sayabiliriz. İslâm, Allah’a tapma konusunda, her türlü belirsizlik ve karışıklıktan uzak olan halis ve apaçık bir tevhidi söz konusu etmektedir. Kur’ânı Kerim’de geçen İhlâs Suresi tek başına bu iddiamızı doğrulayabilir; nitekim bu kutsal kitap, insanın konumu konusunda da takva ilkesine dayanmaktadır ki bizzat bu da tüm yüce ahlâkî özellikleri kapsamaktadır.

Amelî hükümler alanında da İslâm dini her türlü zorluk ve sıkıntıyı reddetmekte ve Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) kendisini kolay ve rahat dinin getiricisi olarak tanıtmaktadır:

Ben kolay bir dinle geldim.

İnsaflı ve garezsiz araştırmacılar, hatta Müslüman olmayan bilginler bile, İslâm dininin hızla yayılmasında en önemli etkenin, bu dinin hükümlerinin açık ve kapsamlı oluşu bilmişlerdir.

Örneğin, meşhur Fransız bilgin, Doktor Gustave Le Bon diyor ki:

İslâm’ın ilerlemesinin sırrı, onun kolay oluşunda saklıdır. İslâm, diğer dinlerde örnekleri oldukça fazla olan, sağlıklı aklın kabullenmekten sakındığı konulardan uzaktır. Ne kadar düşünürseniz düşünün, İslâm’ın temel ilkelerinden daha kolayını bulamazsınız. İslâm diyor ki: Allah birdir; tüm insanlar Allah karşısında eşittirler; insan birkaç dinî vecibeyi yerine getirmekle cennet ve saadete ulaşır ve onlardan yüz çevirmekle de cehenneme düşer. İslâm hükümlerinin bu açıklık ve kolaylığı, bu dinin dünyada yayılmasında büyük yardımı dokunmuştur. Bundan daha önemlisi, İslâm’ın kalplere işlediği o sağlam imandır; hiçbir şüphenin gideremediği muazzam bir imandır bu.

İslâm, bilimsel keşifler için her dinden daha münasip ve daha yumuşak olduğu gibi, insanları affetmeye teşvik etmede de nefisleri temizlemeyi ve ahlakî değerleri üstlenebilecek en büyük dindir.[12]

81.  

Önceki peygamberlerin sunduğu semavî kitaplar, maalesef onlardan sonra, tedricen bencil kişilerin garezli eylemleri sonucu tahrif edilmiştir. Bu konuyu, Kur’ânı Kerim dışında tarihî şahitler de teyit etmektedir. Nitekim bu kitapların kendileri incelenip içeriklerine dikkat edildiğinde de bu konu açık bir şekilde anlaşılmaktadır; çünkü bu kitaplarda, kesinlikle ilahî vahiy tarafından onaylanmayacak birtakım konular yer almıştır. Günümüz İncil’inin, daha fazla Hz. İsa’nın hayatını ele almasını bırakın, Hz. İsa’nın nasıl haça gerildiği bile İncil’de açıklanmıştır. Fakat önceki semavî kitapların apaçık bir şekilde tahrife uğramasına rağmen, Kur’ân her türlü eksiltme ve artırmadan masun kalmıştır. Hz. Resuli Ekrem (s.a.a), kendinden geriye Kur’ânı Kerim’in yüz on dört kâmil suresini hatıra bırakarak dünyaya sunmuş ve vahiy kâtipleri -özellikle ilk günden beri onu yazan Hz. Ali (a.s)- onu kaleme almışlardır. Kur’ânı Kerim’in nüzulünden 15 asır geçmesine rağmen, ayet ve surelerinden ne bir harf eksilmiş, ne de bir harf eklenmiştir. Şimdi Kur’ânı Kerim’in tahrif olmadığıyla ilgili bazı delillere değinelim:

1- Kur’ânı Kerim nasıl tahrif olabilir? Oysa Allah Teâlâ onun korunacağını garanti ederek buyuruyor ki:

O zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik biz ve onun koruyucusu da elbete biziz![13][14]

2- Allah Teâlâ, Kur’ânı Kerim’e bâtılın bulaşmasını reddederek buyuruyor ki:

Ne önünden, ne de arkasından onu boşa çıkaracak bir söz gelmez. (O) hüküm ve hikmet sahibi çok övülen (Allah)tan indirilmiştir.[15]

Allah Teâlâ’nın, Kur’ânı Kerim’e bulaşamayacağını belirttiği bâtıl, Kur’ân’ın gevşek düşürülmesine neden olan her türlü bâtıldır. Kur’ânı Kerim’in kelime ve ayetlerinin artırılması veya eksiltilmesi onun gevşek düşürülmesine neden olduğundan, kesinlikle bu kutsal kitapta artırma veya eksiltme olmamıştır.

3- Tarih, Müslümanların Kur’ân’ı öğrenmeye ve ezberlemeye özel bir ilgi duyduklarını göstermektedir. Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) döneminde Araplar arasında, bir kez duymakla uzun bir hutbeyi ezberleyen güçlü hafızlar vardı. O hâlde, bu kadar kârii, hafızı olan ve ilgi duyulan bir kitabın tahrif olduğu nasıl söylenebilir?!

4- Şüphesiz Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) bazı konularda halifelerle görüş farklılığı vardı ve muhalefetini de farklı yerlerde mantıklı bir şekilde ortaya koyuyordu. Örnek olarak o hazretin, Şıkşıkiyye hutbesini ve meşhur şiirlerini gösterebiliriz. Buna rağmen o hazretin hayatı boyunca, Kur’ân-ı Kerim’in tahrif oluşundan bir kelime bile bahsetmediğini görüyoruz; (Allah korusun) eğer böyle bir şey olsaydı, o hazret kesinlikle bu konuda sessiz kalmazdı. Aksine o hazret, sürekli insanları Kur’ân hakkında düşünmeye davet ederek şöyle buyuruyordu:

Kur’ân’ı izleyen bir kimse yoksul değildir ve Kur’ân’a uymayan kimse de zengin değildir; o hâlde Kur’ân tohumunu ekenlerden ve ona uyanlardan olun.[16]

Değindiğimiz bu ve benzeri delilleri dikkate alan İmâmiyye Şiası’nın büyük uleması, Ehlibeyt imamlarını (a.s) izleyerek, eskiden beri Kur’ânı Kerim’in tahriften korunduğunu vurgulamışlardır. Örnek olarak aşağıdaki kişilere işaret edebiliriz:

1- Fazl b. Şazan (öl. 260 hk. Ehlibeyt imamları (a.s) döneminde yaşamıştır) el-İzâh adlı eserinde, s. 217’de.

2- Şeyh Saduk (öl. 381 hk.) el-İtikadât kitabında, s. 93’te.

3- Şeyh Mufîd (öl. 413 hk.) Mecmûâtu’l-Mesâil‘de basılmış olan Ecvibetu’l-Mesâili’s-Serviyye kitabında, s. 266’da.

4- Seyyid Murtaza (öl. 436 hk.) Ecvibetü’l-Mesâili’t-Trab-lisiyyât kitabında; Şeyh Tabersî, onun bu konudaki sözünü Mecmau’l-Beyân tefsirinin önsözünde kaydetmiştir.

5- Şeyhu’t-Tâife diye meşhur olan Şeyh Tûsî (öl. 460 hk.) et-Tibyân kitabında, c. 1, s. 3.

6- Şeyh Tabersî (öl. 548 hk.) Mecmau’l-Beyân adlı tefsirinin önsözünde, Kur’ân’ın tarif olmadığını, tasrih ve tekit etmiştir.

7- Seyyid b. Tâvûs (öl. 664 hk.) Sa’du’s-Suûd adlı kitabında, s.144’de diyor ki: “İmâmiyye Şiası’nın görüşü, Kur’ân’ın tahrif olmadığıdır.”

8- Allâme Hıllî (öl. 726) Ecvibetu’l-Mesâili’l-Mehnâviyye kitabında, s.121’de diyor ki:

Gerçek şu ki, Kur’ânı Kerim’de hiçbir çeşit artırma ve eksiltme olmamıştır ve ben Kur’ân’ın tahrif edildiği sözünden Allah’a sığınırım; çükü bu konu Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) mütevatir mucizesinde şüphe etmeye neden olur.

Burada, Kur’ânı Kerim’in tahrif edildiğini reddeden Şia ulemasının isimlerine değinmeye son vererek bu görüşün çeşitli asırlarda sürekli İmamiye Şiasının büyük ulemasının inancı olduğunu bir kez daha vurguluyoruz. Nitekim asrımızda da Şia’nın tüm taklit mercileri bu görüşü savunmaktadırlar.

82.  

Hadis ve tefsir kitaplarında, bazılarının Kur’ân’ın tahrif edilmesinin delili olarak kabul ettikleri bir takım rivayetler nakledilmiştir; ancak dikkat edilmesi gerekir ki:

Birincisi; bu rivayetlerin çoğu gerekli itibara ve güvene sahip olmayan kişiler veya kitaplardan nakledilmiştir; rical ulemasının, rivayetlerini zayıf saydıkları ve inancını fasit bildikleri Ahmed b. Muhammed Seyyarî’nin (öl. 352) Kıraat kitabı[17] veya rical ulemasının, hakkında, “hayatının sonunda guluv yolunu tutmuştur” dedikleri Ali b. Ahmed-i Kufî’nin kitabı gibi.[18]

İkincisi; Kur’ânı Kerim’in tahrif edildiğine delil olarak gösterilen bu rivayetlerin bir bölümünün tefsir yönü vardır. Başka bir ibaretle, ayetin külli mefhumu onun bir örneğiyle tatbik edilmiş ve bir grup da bu tatbik ve tefsirin Kur’ânı Kerim’in bir bölümü olduğunu ve Kur’ân’dan silindiğini sanmışlardır. Örneğin, Fâtiha Suresi’nde “sırate’l-mustakim” ayeti, rivayetlerde “Hz. Resulullah ve Ehlibeyt’inin yolu” olarak tefsir edilmiştir ve açıktır ki böyle bir tefsir, külliyi onun en üstün ferdine tatbik etmektir.[19]

İmam Humeyni (r.a), Kur’ânı Kerim’in tahrif oluşuna hemledilen rivayetleri üç gruba ayırmıştır:

a) Zayıf rivayetler; bu rivayetlerle istidlal edilemez;

b) Uydurma rivayetler; uydurma olduklarının belirtileri apaçık belli olan rivayetlerdir.

c) Sahih rivayetler; bu rivayetlerin anlamına dikkat edildiğinde Kur’ân ayetlerinin tahrif olmasından maksadın onların sözcüklerinin değil, anlamlarının tahrif olduğu anlaşılmaktadır.[20]

Üçüncüsü; bir mektebin izleyicilerinin gerçek inançlarını öğrenmek isteyenler, yazarın daha fazla konuları bir araya toplamak amacıyla yazdığı ve araştırmasını diğerlerine bıraktığı hadis kitaplarına değil, onların itikadî ve ilmî kitaplarına müracaat etmelidirler. Yine bir mektebin izleyicilerinden az bir grubun görüşlerine müracaat etmek, o mektebin kesin itikadını tanımak için yeterli değildir ve esasen bir mektebin ulemasının büyük çoğunluğu karşısında bir veya iki kişinin görüşüne istinat etmek, o mektep hakkında hüküm vermek için doğru bir ölçü değildir.

Tahrif konusunun sonunda, birkaç noktayı hatırlatmayı gerekli görüyoruz:

1- İslâm mezheplerinin birbirlerini Kur’ân’ın tahrif edilmesiyle suçlaması, özellikle asrımızda, ancak İslâm düşmanlarının lehinedir.

2- Eğer Şia ulemasından bazıları Kur’ânı Kerim’in tahrif edildiği konusunda bir kitap yazmışlarsa, Şia’nın büyük çoğunluğunun görüşü olarak değil, onların kişisel görüşleri olarak kabul edilmelidir. Dolayısıyla mezkûr kitabın yayınlanmasından sonra, Şia uleması tarafından ona birçok reddiyeler yazıldığını görmekteyiz. Nitekim hicrî kamerî 1345 yılında Mısır ulemasından biri, Kur’ân’ın tahrif edildiğini ispatlamak için, Ehlisünnet kitaplarında geçen rivayetlere istinaden Kur’ân ayetlerinin tilavetinin nesh edildiği veya unutturulduğu hakkında “Furkan” isminde bir kitap yazdı. Kitap el-Ezher uleması tarafından reddedilerek müsadere edildi.

3- Tüm dünya Müslümanlarının semavî kitabı, ilki “Fâtiha” ve sonu ise “Nâs”la biten 114 sureden oluşan Kur’ânı Kerim’dir. Bu kitapta Allah Teâlâ’nın buyruklarına “Kur’ân” denilmiş ve “Mecîd”, “Kerim” ve “Hakîm”[21] sıfatlarıyla tanıtılmıştır. Müslümanlar bazen ona “Mushaf” da derler; “Mushaf” Arapça’da bir araya toplanan yazılmış sayfalara denir. Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra Kur’ânı Kerim’in surelerinin tümü bir araya toplanınca sahabeden bazıları tarafından, ona “Mushaf” denilmesi önerildiği rivayet edilmiştir.[22] Dolayısıyla mushaf, ister Kur’ân olsun ister olmasın, yazılmış ve bir kitap hâlinde toplanmış sayfalar mecmuasına denir. Kur’ânı Kerim ise amel defterini “Suhuf” olarak adlandırarak buyuruyor ki:

(Amel) defter(i) açılıp yayıldığı zaman.[23]

Nitekim diğer semavî kitapları da “Suhuf” olarak adlandırarak şöyle buyurmuştur:

İbrahim ve Musa’nın suhufu (sahifeleri).[24]

Suhuf sözcüğü her ne kadar Hz. Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra Kur’ânı Kerim’in isimlerinden biri sayılsa da, bu ayetler sahife veya suhuf sözcüğünün daha geniş bir anlamı olduğunu göstermektedir.

İşte bu nedenle Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) aziz kızı Hz. Fâtıma-ı Zehrâ’dan (s.a) geriye kalan yazılara da “Mushaf” denilmesi şaşırtıcı değildir. Bu mushafın gerçeğini İmam Cafer Sadık (a.s) açıklayarak şöyle buyuruyor:

Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra Fâtıma (s.a) yetmiş beş gün yaşadı ve onu büyük bir üzüntü kapladı; Cebrail (Allah’ın emriyle) inerek Resulullah ve O’nun mevkisinden bahsedip Fâtıma’ya teselli verdi ve O’na, gelecekte vuku bulacak olayları anlattı. Müminlerin Emiri Ali (a.s) Cebrail’in söylediklerini (Fâtıma’nın -s.a- imlasıyla) yazdı; Fâtıma Mushafı işte budur.[25]

Ebû Cafer, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakleder:

Fâtıma Mushafı’nda Kur’ân’dan bir şey yoktur; bu kitap babasının ölümünden sonra ona telkin edilen bir şeydir.[26]

Bu rivayette, onun Kur’ân olduğunu sanmayın buyuruyor. Elinizdeki kitabın, fıkıh ve hadis bölümünde, İslâm ümmetinde, peygamber ve elçi olmadıkları hâlde meleklerle konuşan büyük evliyalar olduğuna; onlara “muhaddes” denildiğine ve Resulullah’ın (s.a.a) değerli şeceresinin de “muhaddes” olarak adlandırıldığına değineceğiz.


[1]– Sebe’, 28

[2]– Enbiyâ, 107

[3]– Nisâ, 170

[4]– Secde, 3

[5]– En’âm, 19

[6]– İbrâhîm, 4

[7]– Ahzâb, 40

[8]– Hatemiyete tanıklık eden ayetler, yukarıdaki ayetle sınırlı değildir; bu konuda, Kur’ânı Kerim’de Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) son peygamber olduğuna tanıklık eden altı nass daha vardır. Bkz. Mefâhimu’l-Kur’ân, c.3, s.130-139.

[9]Sahîh-i Buhârî, c.3, s.58; Sahîh-i Müslim, c.2, s.323; Emalî-i Sa-duk, s.28 ve 47 ve 81; Bihâru’l-Envâr, c.37, s.254-289, 53. bab; Sahîh-i Buhârî, c.3, s.54, Gazvetu’t-Tebuk babı; Sahîh-i Müslim, c.4/1871, 1375 basımı; Sünen-i Tirmizî, c.2, s.301; Sîre-i İbn Hişâm, c.4, s.162; Müsned-i Ahmed, c.1, s.174.

[10]– Bu konuda bkz. Mefâhimu’l-Kur’ân, c.3, s.141-167.

[11]– Hac, 78

[12]La Civilisation des Arabes, (Temeddün-i İslâm ve Arab, Fransız Doktor Gustave Le Bon, s.141-143.)

[13]– Hicr, 9.

[14]– Hac, 78

[15]– Fussilet, 42

[16]Nehcü’l-Belâğa, 171. hutbe.

[17]– Rical-i Necaşî, 1 / 211, sıra no: 192.

[18]– Rical-i Necaşî, 1 / 96, sıra no: 689.

[19]– Mecma-ul Beyan, (Tabersî) c.1, s.28.

[20]– Tehzib-ul Usul, c.2, s.96.

[21]“Kâf, Kur’ânı Mecîd’e andolsun.” (Kâf, 1); “O, elbette Kur’ânı Kerim’dir, saklı bir kitaptır.” (Vâkıa, 77); “Yâsîn, Kur’ânı Hakîm’e an-dolsun.” (Yâsîn, 1)

[22]el-İtkan, c.11, s.85.

[23]– Tekvîr, 10

[24]– A’lâ, 19

[25]Usûl-ü Kâfi, c.1, s.241.

[26]Besâiru’d-Derecât, s.195.


Bu ürünü sepete eklediniz: