Amel terazisinde güzel ahlaktan daha ağır gelen bir şey yoktur. Uyun-u Ahbar’ir-Rıza (a.s), 2/37/98 Hz. Muhammed (s.a.a)

Tevhid Merhaleleri

Bütün semavî dinler tevhid ve tek ilaha tapmak esasına dayanmaktadır ve bunlar arasındaki en bâriz ortak nokta, tek olan Allah’a inanmaktır; ama bu dinlerin bazı takipçileri, bu ortak inançtan sapmışlardır.

Aşağıda Kur’ânı Kerim ve hadislerden ilham alarak ve yine aklî deliller yardımıyla tevhid mertebelerini açıklayacağız:

28.  

Tevhidin ilk mertebesi, tehvîd-i zatîdir. Tevhid-i zatî iki kısımdır:

a) Allah Teâlâ’nın zatı tek ve eşsizdir; O’nun için eş ve benzer düşünülemez.

b) Allah Teâlâ’nın zatı basittir (yalındır); O’nda hiçbir şekilde kesret ve terkib söz konusu değildir.

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) yukarıdaki iki anlamı şöyle açıklamaktadır:

1- “O, tektir ve varlıklar arasında O’nun benzeri yoktur.”

2- “O manen tektir; ne dışarıda, ne hayalde ve ne de akılda parçalara ayrılmaz.”[1]

Tevhid hakkında Müslümanların inancını açıklayan İhlâs Suresi her iki merhaleye işaret etmektedir: Birinci kısma “Hiçbir şey O’nun dengi değildir.” ayetiyle ve ikinci kısma ise, “De ki: O Allah birdir.” ayetiyle değinmektedir.

Dolayısıyla, Hıristiyanlıktaki teslis=üçleme (Baba, Oğul, Ruhu’l-Kuds) İslâm mantığı açısından batıldır ve Kur’ânı Kerim ayetlerinde onun doğru olmadığı açıklanmıştır; nitekim kelâm kitaplarında da bu konu genişçe açıklanmıştır. Biz burada sadece şu açıklamayla yetiniyoruz:

Üç ilâhın varlığı anlamındaki teslis=üçleme için, şu iki şık söz konusudur: 1- Bu üç ilâhtan her biri, diğerinden ayrı bir varlık ve kişiliğe sahiptir; yani her biri tüm ilâhlık özelliğine sahiptir. Bu durumda birinci anlamdaki tevhid-i zatîye (O’nun eşi ve benzeri yoktur) ters düşer. 2- Üç ilâh bir şahsiyeti teşkil etmekte ve her biri onun bir bölümünü oluşturmaktadır; bu durumda da terkîbi gerektirmekte ve tevhid-i zatînin ikinci anlamına (O, basittir) ters düşmektedir.

29.  

Tevhidin ikinci merhalesi, Allah Teâlâ’nın zatî sıfatlarında tevhiddir. Biz Allah’ı tüm kemalî sıfatlara sahip bilmekteyiz. Akıl ve vahiy de bu kemal sıfatlarının Allah Teâlâ’da varlığına delâlet etmektedir. Dolayısıyla Allah Teâlâ; Alîm, Kadîr, Hayy, Semî’, Basîr vs…dir. Bu sıfatlar anlam bakımından birbirinden farklıdırlar. “Alîm” kelimesinden anladığımız şey, “Kadîr” kelimesinden anladığımızdan farklıdır. Fakat asıl bahis konusu şudur: Bu sıfatlar mana ve mefhumda birbirlerinden farklı oldukları gibi, gerçekte de birbirlerinden farklı mıdırlar; yani acaba Allah Teâlâ’nın varlığında da birbirinden ayrı mıdırlar, yoksa bir midirler?

Bu sorunun cevabında şunu söylemek gerekir: Bu sıfatların Allah Teâlâ’nın zatında ayrılıkları, O’nun zatında kesret ve terkibi gerektirdiğinden; bu sıfatlar, mana ve mefhumda birbirinden farklı ve ayrı şeyler olmalarına rağmen, kesinlikle bir ve aynı şeydirler.

Başka bir tabirle: Allah Teâlâ’nın zatı basit (yalın) olmasına rağmen, bu sıfatların tümüne sahiptir; Allah Teâlâ’nın zatının bir bölümünü ilim, diğer bölümünü kudret ve bir başka bölümünü de hayy ve diri oluşu teşkil etmez ve araştırmacıların tabiriyle: O’nun tümü ilimdir, tümü kudrettir ve tümü dirlik ve hayattır…[2]

Dolayısıyla, Allah Teâlâ’nın zatî sıfatları, kadim ve ezelî olmakla birlikte O’nun zatının aynıdır. Allah Teâlâ’nın sıfatlarının ezelî ve kadim, fakat zatıyla aynı olduğunu kabul etmeyenlerin görüşleri ise doğru değildir. Çünkü, bu görüş gerçekte Allah Teâlâ’nın sıfatlarını insana benzetmekten kaynaklanmış ve insandaki sıfatlar onun zatından ayrı olduğu için Allah Teâlâ’da da böyle olduğunu sanmışlardır.

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

Allah Teâlâ ezelden beri bizim Rabbimizdir; hiçbir malûm, mesmu’ (duyulan), mubser (görülen) ve makur (güç yetirilen) olmadan önce ilim, sem’ (duyma), basar (görme) ve kudret O’nun zatının aynıydı.

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) de, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının, O’nun zatıyla aynı oluşunu şöyle açıklamaktadır:

Tevhidde ihlâsın kemali, O’nu (zatından ayrı) sıfatlardan tenzih etmektir. Çünkü her sıfat, vasfedilenden ve her vasfedilen de sıfattan ayrı olduğuna tanıklık eder.[3]

30.  

Tevhidin üçüncü merhalesi, yaratıcılığında tevhiddir. Yani, Allah Teâlâ’dan başka yaratıcı yoktur ve varlıkların tümünü yaratan O’dur. Kur’ânı Kerim tevhidin bu merhalesini vurgulayarak şöyle buyuruyor:

“Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, tektir, kahredendir.[4]

İşte her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka tanrı yoktur.[5]

Vahiy dışında, akıl da yaratıcılıkta tevhide tanıklık etmektedir; çünkü Allah’tan başka her şey mümkün ve muhtaç bir varlıktır ve doğal olarak onun ihtiyacı Allah tarafından giderilmekte ve varlık boyutunda isteklerini O temin etmektedir.

Yaratıcılıkta tevhid, tabii ki varlık âleminde sebep sonuç ilkesini reddetmek anlamında değildir. Çünkü mümkün varlıkların birbiri üzerinde etkisi, Allah’ın iznine bağlıdır; sebebin varlığı ve varlıkların sebebiyeti -her ikisi de- O’nun iradesinin görüntülerinden sayılmaktadır. Güneş ve Ay’a sıcaklık ve parlaklık veren O’dur ve istediği zaman da onlardan bu etkiyi alır. Bu açıdan O tek ve eşsiz yaratıcıdır.

Altıncı ilkede değindiğimiz gibi, Kur’ânı Kerim de sebep sonuç düzenini onaylamıştır. Nitekim şöyle buyuruyor:

Rüzgârları gönderen, bulutları kaldıran, sonra onu göğe dilediği gibi yayan Allah’tır.[6]

Bu ayette, bulutları hareket ettirmede rüzgârın etkisi açıkça beyan edilmektedir.

Allah Teâlâ’nın yaratıcılık dairesinin tüm varlıkları kapsamına alması, kulların çirkin işlerinin Allah Teâlâ’ya nispet edilmesini gerektirmez. Çünkü her varlık, mümkün bir varlık olması hasebiyle, Allah’ın genel irade ve gücüne istinat etmeden var olamaz; ancak insan, kendi fiilinde iradeli ve muhtar[7] bir varlık olduğu için, Allah’ın takdiriyle karar verme hakkına sahiptir; itaat ve itaatsizlik bakımından fiilin gerçekleşmesi, onun iradesine ve aldığı karara bağlıdır.

Başka bir tabirle: Allah Teâlâ varlıkları yoktan var edendir ve varlık mutlak olarak O’ndandır ve O’na istinat edilir; bu açıdan hiçbir kötülük söz konusu değildir.

Nitekim şöyle buyuruyor:

O’dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı.[8]

Ancak onun akıl ve din ölçüleriyle bağdaşıp bağdaşmamasına neden olan insanın kararıdır. Konunun daha fazla açıklık kazanması için “yemek” ve “içmek” gibi insan fiillerini göz önüne alalım: Bu iki fiil varlık oldukları için Allah’a isnat edilmekte; fakat varlık onlarda “yemek” ve “içmek” şeklinde gerçekleştiği ve insan kendi organlarının iradî faaliyetiyle onu bu şekle getirdiği için de bunların faile ait olmaları gerekmektedir; çünkü kesinlikle bu iki fiil bu şekilde Allah’a isnat edilemez. Dolayısıyla, Allah var edendir; insan ise yiyen, içen, fail ve işi yapandır.

31.  

Tevhidin dördüncü merhalesi, rubûbiyet ile âlem ve insanı yönetmekte tevhiddir. Rubûbiyette tevhidin iki boyutu vardır:

1- Tekvinî yönetim;

2- Teşriî yönetim.

Teşriî yönetimden ayrı bir ilkede bahsedeceğiz. Şimdilik tekvinî yönetim çerçevesinde tevhidi ele alalım.

Tekvinî yönetim, varlık âlemini yönetmektir; yani varlık âleminin yönetimi -onu icat edip yarattığı gibi- tek ve eşsiz olan Allah Teâlâ’nın elindedir. İnsanların işlerinde bir şeyi meydana getirmekle yönetmek birbirinden ayrılabilir; örneğin birisi bir fabrikayı yapar ve diğeri ise onu yönetir. Fakat varlık âleminde, yaratanla yöneten bir kişidir ve buradaki incelik ise, âlemin yönetiminin onun yaratılışından ayrı olmayışıdır.

Peygamberler tarihi, yaracılıkta tevhid meselesinin onların ümmetleri arasında tartışılan bir konu olduğunu göstermektedir; eğer şirk vardıysa, bu genellikle âlemin yönetimi ve onun peşi sıra kulluk ve tapınma hakkında söz konusuydu. Hz. İbrahim Halil (a.s) döneminde müşrikler sadece bir tek yaratıcıya inanıyorlardı; fakat yanılarak âlemin yöneticisinin yıldızlar, ay veya güneş olduğunu sanıyorlardı; Hz. İbrahim’in (a.s) onlarla anlaşmazlığı da bu konudaydı.[9]

Nitekim Hz. İbrahim’den (a.s) sonra yaşayan Hz. Yusuf’un (a.s) döneminde de şirk; ilâh ve rubûbiyet konusunda söz konusuydu -sanki Allah âlemi yarattıktan sonra, onun yönetimini diğerlerine bırakmıştı- ve bu konu Hz. Yusuf’un (a.s), zindan arkadaşlarıyla konuşmasından apaçık anlaşılmaktadır. Onlara şöyle diyor ki:

Çeşitli tanrılar mı iyi, yoksa her şeyi (hükmü altında tutan) kahredici Allah mı?[10]

Yine Kur’ân ayetlerinden, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) dönemindeki müşriklerin, kaderlerinin bir bölümünün mabutlarının elinde olduğuna inandıkları anlaşılmaktadır. Nitekim şöyle buyuruyor:

Kendilerine destek olsunlar diye Allah’tan başka tanrılar edindiler.[11]

Yine şöyle buyuruyor:

Belki kendilerine yardım edilir diye Allah’tan başka tanrılar edindiler. (O tanrılar) kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir.[12]

Kur’ânı Kerim çeşitli ayetlerde müşrikleri, “Siz kendilerine ve tapanlara bir yarar veya zarar dokundurmaya gücü yetmeyen şeylere tapmaktasınız.” diye buyurmaktadır. Bu gibi ayetler, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) dönemindeki müşriklerin, mabutlarının yarar ve zarar verebildiğine inandıklarını[13] ve bunun da onların putlara tapmalarına neden olduğunu göstermektedir.

Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) dönemindeki müşriklerin inançlarını ortaya koyan bu ve benzeri ayetler, onların yaratıcılıkta tevhide inanmakla birlikte, Allah’ın ilahlığı konusundaki bazı hususlarda müşrik olduklarını ve bu hususlarda kendi mabutlarını etkili bildiklerini göstermektedir. Kur’-ân-ı Kerim onları putlara tapmaktan alıkoymak için bu inancı batıl bilerek, “Sizin mabutlarınızın böyle bir rolü olamaz.” buyuruyor.

Bazı ayetler ise müşrikleri, Allah Teâlâ için eş ve benzer tuttukları ve onları Allah kadar sevdikleri için kınıyor:

İnsanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutar, Allah’ı sever gibi onları severler.[14]

Allah Teâlâ’ya ortak koşmanın kınandığı diğer ayetlerde de görmekteyiz ki[15], müşrikler onların Allah Teâlâ’nın özelliklerine sahip olduklarına inanıyorlardı. Daha sonra, onların bu makamlara sahip olduklarını sandıkları için de onları severek adeta kendilerine tapınıyorlardı. Başka bir tabirle: Onları bazı açılardan Allah Teâlâ’nın eşi, benzeri ve şeriki sandıkları için onlara tapıyorlardı.

Kur’ânı Kerim kıyamet gününde müşriklerin, kendilerini ve putlarını şöyle kınayacaklarını beyan ediyor:

Vallahi biz apaçık bir sapıklık içindeymişiz! Çünkü sizi (putları) âlemlerin Rabbine eşit tutuyorduk.[16]

Evet, Allah Teâlâ’nın ilâhlık dairesi çok geniştir; bu nedenle Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) dönemindeki müşrikler rızık, diriliş, emanet ve âlemin genel yönetimi gibi önemli konularda muvahhit idiler.

Nitekim şöyle buyuruyor:

De ki: “Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulak(lar)ın ve gözlerin sahibi kimdir? (Onları yaratıp yöneten kimdir)? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Kim buyruğu(nu) yürütüyor (kâinatı yönetiyor)?” “Allah.” diyecekler. De ki: “O hâlde (O’nun azabından) korunmuyor musunuz?!”[17]

De ki: “Biliyorsanız (söyleyin) dünya ve içinde bulunanlar kimindir?” “Allah’ındır.” diyecekler. O hâlde, “Neden anmıyorsunuz?” de. “Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?” de. Bunlar, “Allah’ındır.” diyecekler. “O hâlde neden (O’nun azabından) korunmuyorsunuz?!” de.[18]

Fakat bu kişiler, daha önce değindiğimiz Meryem ve Yâsîn surelerinin ayetleri gereğince, savaşta galip gelme, yolculukta tehlikeden korunma gibi şeylerde âlemin kaderinde mabutlarının bir etkisi olduğunu sanıyor ve bundan da öte, şefaati onların hakkı bilerek onların Allah Teâlâ’nın izni olmaksızın şefaat edebileceklerini ve şefaatlerinin etkili olacağını sanıyorlardı.

Dolayısıyla, bazı kişilerin, bazı şeylerin yönetimini Allah Teâlâ’ya has bilerek muvahhit olmalarıyla; şefaat, yarar ve zarar sağlamak, izzet ve mağfiret, yönetim ve bazı işleri elinde bulundurma gibi şeyleri mabutlarına ait bilip onlarda mabutlarının etkili olacağına inanmaları arasında bir çelişki yoktur.

Evet, bazen müşrikler Allah’a ortak koşmalarına ve putperestliklerine geçerlilik kazandırmak için şöyle diyorlardı: Biz putlar aracılığıyla Allah’a yakın olmak için onlara tapıyoruz (yani yaşamımızda onları etkili bilmiyoruz). Kur’ânı Kerim onların bu izahını şöyle naklediyor:

Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.

Ancak ayetin devamında, onların bu konuda yalan söylediklerini açıklıyor:

Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez.[19]

Fakat rubûbiyet ve ilâhlıkta tevhid, insan ve dünya hakkında Allah’ın -küllî veya cüz’î- izni olmaksızın Allah’tan başkasının her türlü bağımsız yönetim düşüncesini geçersiz kılmak anlamındadır. Kur’ânı Kerim’in tevhidî mantığı, her türlü müstakil yönetim düşüncesini iptal ederek Allah’tan başkasına ibadeti batıl ve geçersiz bilmektedir.

Rubûbiyette tevhidin delili apaçık bellidir: Çünkü âlem ve insan hakkında “yaratılış düzeninin yönetimi” O’nun “yaratılışı”ndan ayrı değildir. Ve eğer âlemle insanın yaratıcısı bir kişiyse, onların yöneticisi de bir kişidir. İşte yaratıcılıkla âlemin yönetimi arasındaki bu bağlantı nedeniyle, Allah Teâlâ, Kur’ânı Kerim’de göklerin yaratılışından bahsederken, kendisini âlemin yegâne yöneticisi olarak tanıtarak şöyle buyuruyor:

Allah odur ki gökleri, görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti, sonra Arş üzerine istiva etti, güneşi ve ay’ı iradesine boyun eğdirdi. Hepsi belli bir süre için akıp gitmektedir. (Yaratma) işi(ni) O düzenler…[20]

Başka bir ayette, varlık âlemine hâkim olan düzeni, âlemin yöneticisinin bir ve tek olduğunun delili kabul ederek şöyle buyuruyor:

Eğer yerde, gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı; ikisi de (yer de, gök de) bozulup gitmişti.[21]

Yönetimde tevhid, “Allah Teâlâ’nın izniyle” görevlerini yerine getirmekte olan ve gerçekte Allah Teâlâ’nın rubûbiyetinin mazharlarının bir cilvesi olan diğer yöneticilere inanmakla çelişmez. Dolayısıyla, Kur’ânı Kerim rubûbiyette tevhidi vurgulamakla birlikte, başka yöneticilerin de varlığını açıkça vurgulayarak şöyle buyuruyor:

İşi düzenleyenlere…[22]

32.  

Tedbir ve yönetimden maksat, ister dünyada olsun, ister ahirette, ister yaratma boyutunda olsun, ister yasama, tüm alanlarda insan ve dünyayı idare etmektir. Dolayısıyla, insanoğlunun işlerini yönetmek tüm alanlarda tek olan Allah Teâlâ’ya hastır.

Şimdi rubûbiyette tevhidin ikinci kısmına (teşriî yönetime) dikkat ediniz:

Teşriî Yönetim

Allah Teâlâ, geniş yaratılış âleminde yegâne yönetici olduğu, varlık âlemini ve insanların yaşantısını elinde bulundurduğu (tekvinî yönetim) gibi; şeriat ve yasamayla ilgili her şey -hükümet, kanun koymak, itaat, şefaat ve suçların affı- de O’nun elindedir ve O’nun izni olmaksızın hiç kimse bu konularda tasarruf edemez. İşte bu nedenle hâkimiyette tevhid, yasamada tevhid, itaatte tevhid… yönetimde tevhidin dallarından sayılmaktadır.

Dolayısıyla, eğer Hz. Resulullah (s.a.a) Müslümanların yöneticisi seçilmişse, bu seçim Allah’ın izniyle gerçekleşmiştir ve işte bu nedenle O’na itaat aynen Allah’a itaat gibi gerekli sayılmıştır; hatta Allah’a itaatin özü bilinmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Kim Resul’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.[23]

Ve yine buyuruyor ki:

Biz hiçbir elçiyi, Allah’ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik.[24]

Çünkü eğer Allah’ın izni ve emri olmasaydı, Peygamber ne yönetici olurdu, ne de kendisine itaat edilirdi ve gerçekte, O’nun hükümeti ve O’na itaat ediliş Allah’ın hükümet ve itaatinin tecelligâhıdır.

Ayrıca görev tayini ilâhlık işlerinden olduğu için, hiç kimse Allah’ın emrettiği dışında bir şeye hüküm verme hakkına sahip değildir:

Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte kâfirler onlardır![25]

Yine şefaat ve günahları affetmek, Allah Teâlâ’ya has haklardandır ve hiç kimse onun izni olmaksızın şefaat edemez; nitekim şöyle buyuruyor:

O’nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?)[26]

Ve yine şöyle buyuruyor:

(Allah’ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler.[27]

Dolayısıyla, İslâm açısından, Hıristiyanlıkta olduğu gibi ilâhî makam dışında bir kişinin cenneti satabileceği veya birinden ahiret azabını uzaklaştırabileceği düşüncesiyle af ve bağışlama belgelerinin alışverişi, temel ve esası olmayan bir şeydir.

Nitekim şöyle buyuruyor:

Günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan başka kim bağışlayabilir?[28]

Muvahhit bir insan bu söylediklerimizi göz önünde bulundurarak, din ve yasamayla ilgili konularda Allah Teâlâ’yı yegâne merci ve yönetici kabul etmeli; sadece Allah Teâlâ’nın kendisi, hüküm sürmesi ve dinî vazifeleri beyan etmesi için birini seçmişse bu durumda ona itaat edilmelidir.

33.  

İbadette tevhid, bütün ilâhî dinler arasında ortak bir ilkedir ve bir anlamda peygamberlerin gönderilişinden hedef de bu ilkeyi hatırlatmaktır; nitekim şöyle buyuruyor:

Andolsun biz her millet içinde: Allah’a kulluk edin, tağut(a tapmak)tan kaçının, diye bir elçi gönderdik.[29]

Tüm Müslümanlar namazda, ibadette tevhide tanıklık ederek şöyle demekteler:

Yalnız sana kulluk ederiz.[30]

Dolayısıyla, sadece Allah’a tapmanın ve O’ndan başka her şeyden uzaklaşmanın gerektiği kesindir; hiç kimse bu genel kurala karşı değildir. Eğer tartışma konusu varsa, o da bazı şeyleri yapmanın Allah’tan başkasına ibadet olup olmadığı üzerindedir. Bu konuda kesin bir sonuca varmak için ibadet teriminin mantıklı bir şekilde tanımlanması ve tapınma adı altında yapılan amelin, saygı ve tazim için yapılan amelden ayrılması gerekir.

Şüphesiz babaya, anneye, peygamberlere ve Allah’ın velilerine tapmak haram ve şirktir; buna rağmen onlara saygı göstermek ve tazim etmek de gerekli olup tevhidin özüdür:

Rabbin, yalnız kendisine tapmanızı ve anaya, babaya iyilik etmenizi emretti.[31]

Şimdi “ibadet”i “saygı”dan ayıran etkenin ne olduğuna ve bir amelin bazı durumlarda (örneğin meleklerin Âdem’e ve Ya’kûboğulları’nın Yûsuf’a secde etmesi gibi) tevhidin özüyken, bazı durumlarda (örneğin, putların karşısında secde etmek gibi) şirk ve putperestlik olmasının nedenlerine bakalım. Aslında bu sorunun cevabı daha önce işlediğimiz yönetimde tevhid konusunda apaçık anlaşılmaktadır.

Allah’tan başkasından nehyedilen ibadet ve tapınmak; insanın, bir varlığın bağımsız olarak dünya veya insanın kaderini ya da bu ikisinin bir bölümünün yönetimini elinde bulundurduğu ve başka bir tabirle, “insan ve dünyanın maliki” ve “Rabbi” olduğu inancıyla onun karşısında huzu etmesine denir.

Ancak bir varlık karşısında, Allah’ın salih kulu, fazilet ve keramet sahibi, insan hakkında ihsan ve iyilik kaynağı olması bakımından huzu edilirse, böyle bir amel ibadet değil, saygı ve tazimdir. Meleklerin veya Yakuboğulları’nın secdesi, şirk ve Allah’tan başkasına ibadet rengini taşımıyorsa, bu huzuun onların ilah ve rabb oldukları inancından değil, Âdem ve Yusuf’un saygın bir kul olmalarından (onların Allah katında saygınlığından) kaynaklanmaktadır.

Bu kural, Müslümanların kutsal türbelerde Allah’ın yakın velilerine gösterdikleri saygı ve tazim konusunda da geçerlidir. Açıktır ki kutsal türbeleri öpmek veya Hz. Resulullah’ın (s.a.a) velâdet ve peygamberliğe seçildiği günde sevinmek, Hz. Resul-i Ekrem’e (s.a.a) karşı saygı ve sevgi göstermektir ve bu durum kesinlikle onun ilâh ve tanrı olduğu inancından kaynaklanmamaktadır. Yine Allah velileri için okunan şiir, methiye ve ağıtlar, Hz. Resulullah’ın (a.s) anılarını korumak ve din büyüklerinin mezarları üzerinde türbe yapmak da bidat ve şirk değildir. Çünkü ameller, Allah’ın velilerinin ilâh oldukları inancından değil, onları sevmekten kaynaklanmaktadır; bidat da değildir, çünkü bu ameller, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt’ini sevmenin gerekliliğini vurgulayan Kur’ânı Kerim ve hadislere dayanmaktadırlar. Bizim, velâdet ve Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) risaletle vazifelendirildiği günlerdeki tazimkâr davranışlarımız, bu saygıyı göstermenin bir cilvesidir (bu konuyu, bidatle ilgili konuda açıklayacağız).

Bunun karşısında, müşriklerin putlar karşısında secdesi reddedilmiştir; çünkü onların secdesi putların ilâh ve rab olduğu, insanların kaderlerinin bir kısmının putların elinde olduğu inancından kaynaklanmaktaydı. Müşrikler en azından izzet ve zilletin, mağfiret ve şefaatin putların elinde olduğuna inanıyorlardı.


[1]Tevhid-i Saduk, s.84, 3. bab, 3. hadis.

[2]– Sadru’l-Muteellihîn, Esfâr-u Arbaa, c.6, s.135.

[3]Nehcü’l-Belâğa, 1. hutbe. Bazıları bilgisizlikleri nedeniyle bu görüşü, “muâtale” görüşü saymışlardır. Oysa “Muâtele”, Allah Teâlâ’nın zatının cemal sıfatlarına sahip olduğunu kabul etmezler ve onların görüşleri Allah Teâlâ’nın zatının varlık kemallerine sahip olmamasını gerektirmektedir. Bu yanlış inancın, sıfatların zatla aynı oluşuyla hiçbir ilgisi yoktur. Allah Teâlâ’nın sıfatlarının O’nun zatıyla aynı oluşu görüşü Allah’ın cemal sıfatlarına sahip olduğunu kabul etmekle birlikte, Allah’ın sıfatlarının O’nun zatından ayrı olduğu görüşündeki, birden fazla kadimin oluşu gibi şüphelerden de uzaktır.

[4]– Ra’d, 16.

[5]– Mümin, 62.

[6]– Rûm, 48.

[7]– İnsanın ihtiyar ve iradesi mevzuunu adalet konusunda ele alacağız.

[8]– Secde, 7.

[9]– En’âm, 76-78.

[10]– Yûsuf, 39.

[11]– Meryem, 81.

[12]– Yâsîn, 74-75.

[13]– Yûnus, 18; Furkân, 55.

[14]– Bakara, 165.

[15]– Bakara, 21; İbrahim, 30; Sebe, 33; Zümer, 8; Fussilet, 9.

[16]– Şuarâ, 97-98.

[17]– Yûnus, 31

[18]– Müminûn, 84-87

[19]– Zümer, 3

[20]– Râ’d, 2

[21]– Enbiyâ, 22

[22]– Nâziat, 5

[23]– Nisâ, 80

[24]– Nisâ, 64

[25]– Mâide, 44

[26]– Bakara, 255

[27]– Enbiyâ, 28

[28]– Âl-i İmrân, 135

[29]– Nahl, 36

[30]– Fâtiha, 5

[31]– İsrâ, 23


Bu ürünü sepete eklediniz: