Ehlibeyt’imin misali, Nuh kavmi arasında Nuh’un gemisine benzer. O gemiye binen kurtuldu, ondan geriye kalan helak oldu.Mu’cemu’s Sağir (Taberani), c.1, s.361-362, Hz. Muhammed (s.a.a)

Hz. Ali’nin (a.s) İmametinin Gadir-i Hum’da İblağ Edilmesi

Hz. Ali’nin (a.s) İmametinin Gadir-i Hum’da İblağ Edilmesi

Soru

Hz. Peygamber (s.a.a), niçin Emiru’l-Müminin’in (a.s) velayet ve hilafet meselesini Veda Haccından dönerken Gadir-i Hum denen yerde, o zor şartlar altında ilan buyurmuştur?

Kısa Cevap

Şam tarafından gelen Rum tehdidi İslam ülkesinin kuzey sınırlarını tehdit edip Rumların gücü herkesi dehşete düşürdüğünde, Allah Resulü (s.a.a) bütün İslam şehirlerinden ağır bir orduyu kuzey sınırlarına göndermek için hazırladı. Belirlenen zaman gelip çattığında Peygamber (s.a.a) ordunun hareket etmesi için emir verdi. Ancak bu sefer geçmişin aksine Ali’yi (a.s) yanında götürmeyip Medine’de kendi yerine temsilci olarak bıraktı.

Münafıklar da bu fırsattan faydalanmanın yollarını arıyorlardı. Onlar, “Allah Resulü (s.a.a) damadı ve amcası oğlunun canını korumayı Rumlarla cihaddan daha üstün tuttu. Bu, belki de O’nun -Ali’nin- (a.s) kendi isteğiyle oldu” dedikodusunu yaymışlardı. Ali (a.s) bu dedikoduyu duyunca hemen Peygamber’in (s.a.a) yanına gitti ve muktedasından ısrarla O’nun hizmetinde olmak için izin buyurmasını istedi.

Ama Allah Resulü (s.a.a) görünüşte Hz. Ali’ye (a.s) itminan vermek, gerçekte ise Müslümanlara ve ordugahta olanlara önemli bir meseleyi bildirmek amacıyla Hz. Ali’ye şöyle buyurdu:

“Bana olan menziletinin Harun’un Musa’ya olan menzileti olmasına razı olmaz mısın? Ama benden sonra peygamber yoktur.”

Bu olay geçti ve Hayru’l-Beşer’in son kez hacca gitme zamanı geldi. Allah’tan ilham alarak herkese bu yolculuğu bildirmek, muhacir, ensar, etraf kabileler ve bütün şehirlerde, gücü yeten herkesin O yüce insana eşlik etmeleri için haber yolladı. Haberin herkese ulaşması için destur verdi. Her yere özel ulaklar gönderildi. Şehirde, vahada, çöllerde yaşayanlar Peygamber’le (s.a.a) beraber bu yolculuğa çıkmaları için davet olundular.

Allah Resulü (s.a.a) Hac kervanının öncülüğünde, kervandakiler de ardından şehirden çıktılar. Gitmeye imkânı veya tefviki olmayanlar göz yaşlarıyla kervanı uğurluyorlardı. Yolda insanlar guruplar halinde Hac kervanına katılıyorlardı.

Hac amellerini yerine getirdikten sonra dönüşte aniden Peygamber’in (s.a..a) hali değişti. Ne zaman vahiy gelse böyle bir değişiklik hep meydana gelirdi. Vahyin emini, Allah’ın kesin emrini Resule iblağ etti:

“Ey Peygamber, bildir sana Rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ifa etmezsen onun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah, seni insanlardan korur.”

Peygamber (s.a.a) durdu. Durduğu yer kervandakilerin son ortak noktasıydı. Oradan sonra herkes kendi diyarına doğru gidecekti.

Peygamber’in (s.a.a) ümmetinin içinde pusuya yatmış öyle kimseler var ki ellerine fırsat geçse ümmetin kaderini istedikleri şekilde değiştireceklerdi. Allah’ın ve Resulünün istekleri onlara göre alıcısı olmayan bir eşya gibiydi. Öyleyse yeni yola düşmüş olan ümmet kervanına bir Emir gerekliydi. Ayrıca zaman ve mekan da bu hedef için en uygun bir zaman ve mekandı.

Kervanın ilerleyişi münadiler tarafından durduruldu. Öndekiler döndüler, dağınık olanlar toplandılar, yayalar oturdular, binekleri olanlar bineklerinden indiler. Herkes verilecek emirlere hazırdı. Çok önemli bir işten dolayı Peygamber’in (s.a.a) kendilerini toparladığına emindiler.

Minber, Allah Resulü’nün nur cemalini herkesin görebileceği bir yere kurulmuştu. Resulullah (s.a.a) minbere çıktı ve yüksek manalı bir hutbe beyan ettiler. Bu esnada yanına oturttuğu Hz. Ali’yi minbere çıkarttı ve Onun elini kaldırarak şöyle buyurdu:

“Ben kimin mevlasıysam, benden sonra Ali de onun mevlasıdır.”

Sonra Ona dua etti ve ümmetini mevlasına vefa etmek için davette bulundu. O gün Mevlanın çadırında bambaşka bir hava vardı. Resulullah (s.a.a) ilahi emanetin ağır yükünü kendi omuzlarından kaldırmanın ve ümmetinin halifesine olan vefasından dolayı mutluydu.

Ayrıntılı Cevap

Şam tarafından gelen Rum tehdidi İslam ülkesinin kuzey sınırları için tehlike arzedip Rumların gücü herkesi dehşete düşürdüğünde, Allah Resulü (s.a.a) kuzey sınırlarına göndermek amacıyla bütün İslam şehirlerinden asker toplayarak güçlü bir ordu hazırladı.

Rum, İslam’ın üstün gücünün ortaya çıkışından önce kendi zamanının iki büyük gücünden biriydi ve İran İmparatorluğuna rakipti. Bu yüzden onlarla cihad etmek zor, onlara galip gelmek imkânsız gibiydi. Bu durum Allah Resulü’nün (s.a.a) daha öncekilere oranla sayısı oldukça yüksek bir ordu hazırlamasına neden oldu. Önceden hedefin Tebük kalesinin bulunduğu bölge olduğunu buyurmuştu. Çünkü Rum ordusunun o bölgede konuşlandığı haberi gelmişti kendisine. Belirlenen zaman gelip çattığında Peygamber (s.a.a) Medine’de kendi yerine bir temsilci seçti ve ordunun hareket etmesi için emir verdi. Ancak önceki seferlerin aksine bu kez en yakın yardımcısını, akrabasını ve savaş meydanlarının kahramanını Medine’de bırakıyor, ailesinin ve muhacirlerin korumasını Ona havale ediyordu.

Ali (a.s) gibi bir yiğidin olmaması mücahidlere ağır geliyordu. Münafıklar ise bunu fırsat bilip bunu suistimal etme peşindeydiler. Onlar, Peygamber’in (s.a.a) Medine’deki uzun süreli yokluğundan yararlanıp kendilerine göre bir plan yapacaklardı. Ama Ali’nin (a.s) şehirde kalması onlara engel olmaktaydı. Bu yüzden “Allah Resulü (s.a.a) damadı ve amcası oğlunun canını korumayı Rumlarla cihaddan daha üstün tuttu. Bu, belki de Onun -Ali’nin (a.s)- kendi isteğiyle oldu” dedikodusunu yaymışlardı. Ali (a.s) bu dedikoduyu duyunca kendisini hemen şehrin dışında hareket etmeye hazırlanan orduya ulaştırdı ve muktedasından ısrarla hizmetinde olmak için izin buyurmasını istedi. Ama Allah Resulü (s.a.a) ilk görüşünde ısrarlıydı. Görünüşte Hz. Ali’ye (a.s) itminan vermek, gerçekte ise Müslümanlara ve ordugahta olanlara önemli bir meseleyi bildirmek amacıyla Hz. Ali’ye şöyle buyurdu:

“Bana olan menziletinin Harun’un Musa’ya olan menzileti olmasına razı olmaz mısın? Ama benden sonra peygamber yoktur.” [1]

Söz kesin ve açıktı. İnsanın kafası ne kadar az çalışsa da bu sözün ne manaya geldiğini, yalnızca Ali’ye (a.s) teselli vermek ve hoşnut etmek için söylenmediğini anlardı. Bu söz gerçekte Resulullah’ın (s.a.a) Onun (a.s) halifeliğini ilan etmesinden başka bir şey değildi.

Velhasıl ordu Tebük’e doğru yola koyuldu. Uzunca bir yol katettikten sonra herhangi bir çatışma olmadan Medine’ye geri döndü. Ama herkes Peygamber’in (s.a.a) sözünü defalarca aklından geçirdi ve kendi aralarında tekrarladılar. İyiler onu hatırlarken mutlu oluyor, kötüler ise planlarının suya düştüğünü görüyorlardı.

Bu olay geçti ve Hayru’l-Beşer’in son Hac vazifesini yerine getirme zamanı geldi. Allah’tan ilham alarak herkese bu seferini bildirmek, böylece gücü olan herkesin -muhacir, ensar, etraf kabileleri ve bütün şehirlerde olanların- O yüce insanla beraber olmalarını istedi. Haberin herkese ulaşması için ferman verdi.

Münadiler Medine’nin sokaklarında haberi herkesin duyacağı şekilde yüksek bir sesle ilan ediyorlardı. Haberi duyanlar harekete geçiyor onu başkalarına ulaştırıyorlardı. Şehrin dışında hurmalıklarda olanlar veya koyun, deve güdenler şehire döndüklerinde haber kendilerine veriliyordu.

Özel ulaklar uzak noktalara gönderilmiş, diğer şehirlerdekiler, vahadakiler, çöllerde olanlar Peygamber’le (s.a.a) beraber bu sefere katılmaları için davet edilmişlerdi. Her tarafa şu mesaj ulaştırılıyordu: “Gücü yeten herkes tavafta, sa’yda, Safa ve Merve’de, vukufta, cemere taşlamasında Peygamber’le beraber olmak için hazırlığını yapsın.”

Necd çöllerinden Betha’ya, Medine’nin etrafındaki taifelerden Şam ve Irak sınırına kadar olan bütün kabilelerden imkânı olanlar harekete geçtiler. Atı ve devesi olanlar kendilerine göre, yaya olanlar da ona göre hazırlıklarını yapıp yola koyuldular.

Medine’nin etrafında olanlar ona bağlanan yollardan sel gibi Resulullah’la (s.a.a) hemsefer olmak için şehre geliyorlardı. Medine’ye gelemeyenler de mümkün olan ilk noktadan O’nunla (s.a.a) beraber olmak için O’nun (s.a.a) yolunun üzerinde duruyorlardı. Medine bambaşka bir hale gelmişti.

Allah Resulü (s.a.a) önde, kervanda olanlar ardında şehirden hareket ettiler. İmkânı olmayanlar da göz yaşlarıyla uğurluyorlardı kervanı.

Yolda insanlar guruplar halinde Hac kervanına katılıyordu.

Allah Resulü (s.a.a) Zu’l-Huleyfe’de (Mescid-i Şecere) ihram bağladı ve Lebbeyk diyerek Mekke’ye girdi. Kervandakiler de Peygamber’e (s.a.a) uyarak O’nun (s.a.a) yaptığını yaptılar. Ama bu yolculukta Peygamber’in (s.a.a) en sadık dostu ve yardımcısı yanında yoktu. Herkes ve belki de herkesten çok Peygamber (s.a.a) O’nun yerinin boşluğunu kalbinde hissediyordu. Her an emirlere hazır olan, bütün seferlerde bulunan ve her türlü tehlikeye göğüs geren kimse Resulullah’ın (s.a.a) emriyle Yemen’e gitmişti.

O, atıyla yıldırım gibi Yemen’den Mekke’ye dönüyordu. Sanki içine bir ateş düşmüştü. Büyük bir endişe kalp atışlarını bir kaç katına çıkarmıştı. O, Hac kervanı hareket etmeden önce bir grubun başında Yemen’e giden Ali’den (a.s) başkası değildi. Dönmeye karar aldığında Resulullah’ın (s.a.a) Hacca gideceğini duydu. Resulullah’ın (s.a.a) hizmetinde olmak için başında bulunduğu grubun komutanlığını kendi yardımcısına devrederek vakit kaybetmeden Mekke’ye doğru yola koyuldu. Sonunda ihrama girdi ve kendisini muradına yetiştirdi. Allah Resulü (s.a.a) O’nu görünce çok sevindi ve kucakladı.

Resulullah’ın (s.a.a) aşıkları O’nunla (s.a.a) beraber Mina’ya gittiler. Orada Güneş doğuncaya kadar Allah’ı zikrettiler, celal ve ceberutunu övdüler ve kalplerindeki pasları temizlemeye koyuldular. Sonra rehberlerinin ardından develerine binip Arafat’a doğru yola çıktılar. İnsanlar Arafat çölünde uçsuz bucaksız bir derya gibi sakinleşmiş ve Resulün hitabesini dinlemeye hazır olmuşlardır. Böyle bir toplantı belki de daha sonra yapılacak büyük toplantıya ve önemli bir konuşmaya hazırlıktı.

Arafat’tan sonra Meş’ar’da vukuf, cemerenin taşlanması, kurban ve taksiri[2] Resulün öğrettiği şekilde şevkle yerine getiriyorlardı ve kendisi de yerine getiriyordu. Kervan Peygamber’le (s.a.a) birlikte artık Mekke’den ayrılıyordu. Büyük Müslüman topluluk, Allah’a itaat etmenin ve Peygamber’le (s.a.a) beraber olmanın verdiği sevinçle oradan ayrıldılar. Mekkeliler de kaç gündür, çeşitli bölgelerden gelen Müslümanların gidişini özlemle izliyorlardı. Bineği olanlar önde, olmayanlar -ki sayıları oldukça çoktu- onların arkasından gidiyorlardı. Allah Resulü (s.a.a), bu kükreyen dalgalı selin önünde yüzü Medine’ye doğru dönmüş parlayan bir güneş gibiydi. Resulullah (s.a.a) yıllarca zorluk, işkence, muhasara, sürgün çekmiş, savaşlar, çatışmalardan sonra şimdi kalbi Hakk’ın rızasının verdiği sevinçle doluydu. Bir zamanlar gizlice, geceleyin ve garibane bir şekilde ayrılmıştı Mekke’den. Oysa şimdi ilahi yardımlar O’nu öyle bir makama ulaştırmıştı ki, sinsice vesvese verenlerden içi rahat olmasa da Hicaz ehli Onun (s.a.a) risaletine inanmış ve en üstünleri Onunla beraber Hac amellerini yerine getirmişlerdi.

Güneş yakıcı kamçısını çöle vuruyordu. Kumlar kavruluyordu. Bütün çölde gökyüzünden başka bir gölgelik yoktu. Kervan yavaş yavaş ilerlerken Rabiğ denen yere vardı. Peygamber’in (s.a.a) hali birden değişti. Çehresi bambaşka bir hal almıştı. Ne zaman vahiy gelse hep böyle olurdu. Vahyin emini Allah’ın kesin mesajını iblağ etti:

“Ey Peygamber, bildir sana Rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ifa etmezsen onun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah, seni insanlardan korur.”[3]

Peygamber (s.a.a) durdu. Durduğu yer kervandakilerin birlikte olacakları son noktaydı. O noktadan sonra herkes kendi yoluna gidecek ve yurtlarına döneceklerdi. Bazıları büyük kervandan ayrılmış, kendi yollarını tutmuşlardı. Bazıları arkadaşlarıyla veda halindeydiler. Bazıları da kervandan geri kalmış ve henüz durak yerine varmamışlardı.

Allah Resulü (s.a.a) hem mesajın, hem de mesajı iletme zamanının önemini anlamıştı. Ümmeti, vefatından sonra çektiği zahmetleri korumalıydı. Her yönden kifayet edecek bir Emir, ümmet kervanının başına getirilmezse Mekke’nin zorlu günleri, Taif seferinin acısı, Medineli ensarın meşakkati, muhacirlerin hicret sıkıntıları, Bedir, Uhud, Ahzap, Hayber, ve Huneyn şehidlerinin kanının heder olacağını biliyordu. Hepsinden önemlisi risaleti kâmil olmayacaktı. Peygamber (s.a.a), ümmetinin içinde fırsatçıların pusuya yattığını biliyordu. Onların eline fırsat geçse ümmetin kaderini istedikleri şekilde değiştireceklerdi. Allah ve Resulünün isteği onların yanında alıcısı olmayan maldan başka bir şey değildi. Öyleyse yeni yola çıkmış bu ümmet kervanına bir Emir gerekliydi. Ayrıca zaman ve mekan da bu hedef için çok uygundu.

Kervanın ilerleyişi münadiler tarafından durduruldu. Öndekiler döndüler, dağınık olanlar toplandılar, yayalar oturdular, binekleri olanlar bineklerinden indiler. Herkes verilecek emirlere hazırdı. Çok önemli bir işten dolayı Peygamber’in (s.a.a) kendilerini topladığına emindiler.

Öğlen ezanının gönülleri okşayan sedası her tarafı kaplıyordu. Binlerce hacı uzun saflarda ve birbirine yapışık halde dosta doğru yönelerek kulluk ve itaat tekbirini getirdiler; Peygamberlerinin (s.a.a) arkasında ubudiyyet secdesine kapandılar. Ondan sonra Resulün hayat veren sözlerini dinlemeye hazırlandılar.

Güneşin altındaki insan dalgaları mümkün olan her vesileyle güneşin yakıcılığını azaltmak için başlarının üstüne bir gölgelik yaparken develerin eşyalarından yapılmış minbere gözlerini dikmişlerdi.

Minber, Allah Resulü’nün nur cemalini herkesin görebileceği bir yere kurulmuştu. Resulullah (s.a.a) minbere çıktı. Önündeki insan seline büyük bir sessizlik hakimdi. Kimileri ayağa kalmış ve Allah Resulünün (s.a.a) nurlu sözlerini alıp başkalarına ulaştırmaya yardımcı oluyorlardı. Resulullah (s.a.a) kısa bir suskunluktan sonra en yakın dostlarından birini minbere çağırdı. Onu herkes tanıyordu; O, Peygambere (s.a.a) ilk iman getiren ve Onun (s.a.a) ilk savunucusu idi. Peygamber (s.a.a) Medine’ye hicret ettiğinde yatağında yatarak canını ortaya koyması ve Bedir’de kılıç sallamaları herkesin aklındaydı. Aynı şekilde Uhud’da “Ali’den başka bir yiğit ve Zülfikar’dan başka bir kılıç yoktur” nidası, Ahzap’ta Amr bin Abdeved’i öldürmesi ve Hayber Kalesinin kapısını yerinden sökmesi unutulacak türden değildi. Hepsinden önemlisi Peygamber (s.a.a) O’nu kendisine göre Harun’un Musa’ya olan konumuna koymuş ve herkes bunu halifelik olarak algılamıştı.

Resulullah (s.a.a) yüksek manalı bir hutbe beyan ettiler.[4] Bu esnada yanına oturttuğu Hz. Ali’yi minbere çıkardı ve Onun elini kaldırarak şöyle buyurdu:

“Ben kimin mevlasıysam, benden sonra Ali de onun mevlasıdır.”

Sonra Ona dua etti ve ümmeti mevlasına vefa etmeye çağırdı. O gün Mevlanın çadırında bambaşka bir hava vardı. Müslümanlar tebrik etmek ve vefadarlıklarını bildirmek için gurup gurup Onun çadırına geliyorlardı. Resulullah (s.a.a) ilahi emanetin ağır yükünün kendi omuzlarından kalkmasından ve ümmetinin halifesine olan vefasından dolayı mutluydu.[5]

–—


[1]      Bihar, c. 21, s. 207.

[2]      Saçı ve tırnakları kısaltmak.

[3]      Maide, 67.

[4]      Muhammed Bâkır Ensarî, Esrar-ı Gadir, Mevlud-u Kabe yayınları (Şeyh Tabersî, el-İhticac, c. 1, s. 55-67’den naklen, Beyrut.)

[5]      Gencname-i İmam Ali, Gadir ve Velayet bölümünden alıntı yapılmıştır.