Şüphesiz kul günah işleyince gece namazından mahrum kalır. Kötü işin insan üzerindeki etkisinin hızı, bıçağın ete girişindeki hızından daha süratlidir. el-Kafi, 2/272/16 İmam Cafer-i Sadık (a.s)

Usul ve Fürû-u Dinin Kaynağı

Usul ve Fürû-u Dinin Kaynağı

Soru

Dinin usul ve fürû’u Ehlibeyt İmamlarının (a.s) hadislerinden mi alınmıştır? Eğer böyle ise lütfen kaynak gösteriniz. Değilse ne zaman ve kim tarafından böyle bir ayırım yapılmıştır?

Kısa Cevap

Dinin usul ve fürû’unun şu andaki şekli Ehlibeyt İmamlarının (a.s) hadislerinden alınmamıştır. Âlimler, dinî öğretileri bu şekilde bölümlere ayırmışlardır. Bu iki asılın geçmişi hicri birinci yüzyılın ikinci yarısına dayanmaktadır. Ama bu ismi (usul-u din) kimin verdiği tam olarak belli değildir. Böyle ilmî konular genellikle âlimlerin sözleri ve düşüncelerinin neticesinde şekillenmekte ve din âlimlerinin kapsamlı ilmî hareketlerinin sonucu olarak doğmaktadır. Dolayısıyla belli bir kişinin olduğunu söylemek doğru olmaz.

Ayrıntılı Cevap

Bir şeyin aslı, bir binanın üzerine kurulduğu kök ve temel demektir. Buna göre usul-u din, din binasının üzerine kurulduğu temellerdir.[1]

Usul-u din terimi, akaid ilminde kullanılan özel manasıyla[2] bütün dinlerin temellerini oluşturan akideler demektir.

Bütün tevhid dinlerinin temeli genel olarak üç ortak inanca dayanmaktadır:

1. Bir olan Allah’a inanmak.

2. Ahirette herkesin sonsuz yaşamı olduğuna, bu dünyada yaptıklarının karşılığını alacağına (mead) inanmak.

3. Allah tarafından insanları nihaî kemale, dünya ve ahiret saadetine götürecek peygamberlerin gönderildiğine inanmak.[3]

Ancak bu terimler ve usul sözcüğünün böyle temel inançlarda kullanılması terimlere dayalıdır.[4] Bu konuda herhangi bir âyet ve rivayet yoktur. Sadece İslam âlimleri bazı meseleleri önemlerinden dolayı usul-u dinden saymışlardır.

Şia âlimleri, bütün tevhid dinlerinin ortak olduğu bu üç esasın yanına “İmamet” ve “Adalet” esaslarını da eklemişlerdir. Her ne kadar imamet, nübüvvetten sonra gelse de Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra Müslümanların arasında çıkan ihtilaflardan dolayı Şia, bu önemli akidesini ortaya koymak için imameti ve ona olan inancı kendi asıllarının içinde saymıştır. Zira aklî ve naklî deliller ve Peygamberimizin (s.a.a) tavsiyeleri üzerine, nübüvvet imametle devam etmezse din eksik olacak ve insanlar sapacaklardır.[5]

Öte yandan İslam toplumunda bahsedilen en eski meselelerden biri “Cebir ve İhtiyar” meselesidir.[6]

Bu konu 1. yüzyılda Müslümanların arasında geniş ve etkili bir şekilde yaygındı. Cebir ve ihtiyar meselesi kendisiyle beraber adalet meselesini de ortaya çıkardı. Zira ihtiyar ile adalet, cebir ile adaletsizlik arasında doğrudan bir ilişki vardır. Yani ihtiyarın, görev, mükâfat ve ceza adilce olursa bir manası olur. İnsan özgür olmazsa, ilahi irade veya doğal sebepler karşısında eli bağlı ve mecbur kalırsa artık görev, mükafat ve ceza manasını kaybeder. Bu mesele İslam dünyasında çok önemli ve etkili insani ve şahsi bir mesele olmasının yanı sıra işin içine siyaset de karıştığı için bu sebepten dolayı ölen ve hapse düşenler olmuştur. Emeviler cinayet işlemek için cebir (kaza-kader) meselesini bir bahane olarak ellerinde tutuyorlardı. Özgürlük taraftarlarını, dini bir akideye muhalefet ettikleri bahanesiyle öldürüyor veya hapse atıyorlardı. O zamanlar şu cümle çok meşhurdu: “Cebir ve teşbih Emevî (Benî Ümeyye’ye aittir), adalet ve tevhid de Alevî’dir (Ali’ye ve Şialarına aittir).”[7]

Emevîler döneminde, Ma’bed Cuhenî ve Gaylan Dimeşkî irade ve ihtiyar inancına sahip oldukları için Haccac tarafından öldürülmüşlerdi. Abbasîlerin döneminde özellikle Me’mun ve Mu’tasım adaletin taraftarlığını yaptılarsa da Mütevekkil’in başa geçmesiyle işler tersine döndü ve Eşaire’nin görüşü (cebir taraftarları) İslam dünyasına (Şia’nın dışında) hâkim olmaya başladı ve günümüze kadar devam etti. Bu meselenin önem ve etkisinden dolayı Şia, usul-u dinin bir aslı olarak hep göz önüne alınsın diye adaleti, tevhidin ardından usul-u dinden saydı.

Fürû-u dine gelince, bu terim İslam’ın amelî ahkâmına denmektedir. Usul-u dinin rütbesi, yakinle beraber olan ilim bâbından olduğu için, amel babından olan fürû-u dinden önce gelmektedir. Yani ilim ve itikat olmadıkça amelin manası olmaz. Bu nedenle İslam’ın amelî ahkâmına fürû-u din denmektedir. Fürû-u din, usulün üzerine kuruludur. Merhum Feyz-i Kaşanî’nin dediği gibi, usul-u din ağaçtır, füru-u din ise onun meyvesidir. O şöyle buyuruyor: “Bu ikisinin (ilim ve amel) en değerlisi ilimdir. İlim ağaç, ibadet ise onun meyvesi gibidir.”[8]

–—


[1]     Ahmed er-Rahmani el-Hemedanî, İmam Ali (a.s), s. 586, Neşr-i Münir, Tahran.

[2]     Muhammed Taki Misbah Yezdî, Amuzeş-i Akaid, s. 14, Neşr-i Beyne’l-Milel.

[3]     Muhammed Bâkır Meclisî, Biharu’l-Envar, c. 65, Neşr-i Müessesetu’l-Vefa, Beyrut.

[4]     Amuzeş-i Akaid, s. 14.

[5]     Mütevatir bir hadis olan Sekaleyn Hadisi’nde, Kur’an ve İtret’in Peygamber’den (s.a.a) sonra insanları hidayet edeceği belirtilmiştir.

[6]     Murtaza Mutahharî, Adl-i İlahi, s. 17, Neşr-i Sadra.

[7]     Murtaza Mutahharî, İnsan ve Serneveşt, s. 64, Neşr-i Sadra.

[8]     Molla Muhsin Feyz-i Kaşanî, İlmu’l-Yakin fi Usulu’d-Din, c. 1, s. 4-5, İntişarat-ı Bidar.