Hüseyin bendendir ve ben de Hüseyin’den. Allah Hüseyin’i seveni sever. Hüseyin torunlardan bir torundur. el-Bihar, 43/261/1 Hz. Muhammed (s.a.a)

Kur’an’ın Diğer Din Mensuplarına Yaklaşımı

Kur’an’ın Diğer Din Mensuplarına Yaklaşımı

Soru

Kur’an’ın diğer din mensuplarına karşı barışçıl yaklaşım konusundaki görüşü nedir?

Kısa Cevap

“Dinlerarası barış ve huzura dayalı yaşam“ olgusu, İslam’ın temel inançlarından biridir ve Kur’an-ı Kerim’in bir çok âyetinde çeşitli şekillerde buna açıkça vurgu yapılmıştır. Kur’an, bazı dinlerde görülen ve inanç farklılıklarından kaynaklanan din savaşlarını -Haçlı seferleri gibi- anlamsız bulmaktadır. Kin gütmek ve başka dinlerin mensuplarına karşı düşmanlık beslemek yasaktır. Başkalarına karşı ihanet dolu bir yöntem kullanmak dinî bir yöntem değildir.

Kur’an-ı Kerim’in barış içinde beraberce yaşamak için bir takım önerileri var ki onlardan bazıları şunlardır:

1- İnanç ve düşünce özgürlüğü.

2- Ortak noktalara yönelmek.

3- Irkçılığı reddetmek.

4- Barışa dayalı diyalog kurmak.

5- Barış önerilerine açık olmak.

6- Azınlıkların haklarına saygılı olmak.

7- Peygamberleri ve semavî kitapları resmiyette tanımak.

8- Küresel barış.

9- Diğer dinlerin üstünlük taslamalarına izin vermemek.

10- Uluslararası konularda işbirliği yapmak.

Ayrıntılı Cevap

Dinlerarası barış ve huzura dayalı yaşam olgusu, İslam’ın temel inançlarından biridir ve Kur’an-ı Kerim’in bir çok âyetinde çeşitli şekillerde buna açıkca vurgu yapılmıştır. Oysa 1400 sene evvel dinlerarası barış ve huzura dayalı yaşam denen şey insanlık için tamamen yabancı bir şeydi.

Kur’an, bazı dinlerde görülen ve inanç farklılıklarından kaynaklanan din savaşlarını anlamsız bulmaktadır. Kin gütmek ve diğer dinlerin mensuplarına karşı düşmanlık beslemek yasaktır. Başkalarına karşı ihanet dolu bir yöntem kullanmak dinî bir yöntem değildir.

Kur’an, bazı Yahudi ve Hıristiyanların birbirleriyle alay edip tekfir ettiklerini, birbirlerinin haklarını ayaklar altına aldıklarını, her zaman savaşı körüklediklerini belirterek şöyle buyuruyor:

“Yahudiler, Hıristiyanlara, hiçbir şeye dayanmıyorlar, dediler. Hıristiyanlar da, Yahudiler hiçbir şeye dayanmıyorlar dediler. Halbuki hepsi de kitap okurlar. Bilgisi olmayanlar da tıpkı onların dediklerini dedi. Allah, aykırılığa düştükleri şey yüzünden, kıyamet gününde aralarını bulur, gerçek hükmü verir elbet.”[1]

Kur’an-ı Kerim’in barışçıl bir ortamda yaşamak için öngördüğü bir takım önerilerin önemlileri şunlardır:

1- İnanç ve Düşünce Özgürlüğü

Kur’an’ın bazı âyetlerinde düşünce özgürlüğü ilkesine verilen önem görülmektedir. Yani esasen kalbî inançlar ve vicdanî meselelerde ikrah ve icbarın yeri yoktur:

“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır.”[2]

“Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi de inanırdı. Artık inansınlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?”[3]

İnanmayanlar iman getirsinler ya da getirmesinler Peygamber (s.a.a) tebliğ etmekle görevliydi:

“Ve de ki: Kur’an Rabbinizden hak ve gerçek olarak inmiştir, artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.”[4]

“Allah dileseydi şirk koşmazlardı ve biz, seni onların üstüne bir bekçi dikmedik, onları korumaya, işlerini görüp kendilerini gözetmeye memur da değilsin.”[5]

Allah’a ve İslam’ın temellerine iman etmek hiçbir zaman zorlamayla olmaz, aksine onun düşünce ve ruha nüfuz etme yolu mantık ve delildir. Önemli olan insanların anlayabilmesi, kendi iradeleriyle kabul etmeleri için ilahi gerçekleri ve emirleri anlatmaktır.

Özgürlüğün bir başka boyutu düşünce özgürlüğüdür. Kur’an-ı Kerim çeşitli âyetlerde insanı varlık âlemi üzerinde akletmeye ve derinlemesine düşünmeye davet etmiş ve ondan aklını kullanarak fayda ve zararına olan şeyleri tanımasını, kemale doğru ilerlemek ve her türlü esaret, kötülük ve sapkınlıktan kurtulmak için adım atmasını istemiştir:

“Yakında delillerimizi, âlemde de göstereceğiz, kendi varlıklarında da, böylece sonucu, onlarca da apaçık anlaşılacaktır ki o, gerçektir şüphesiz; Rabbinin, her şeye tanık olması, yetmez mi sana?”[6]

“Ve yeryüzünde deliller var iyiden iyiye inanmış olanlara. Ve kendi özünüzde de, hala mı görmezsiniz?”[7]

2- Ortak Noktalarda Birleşmek

İslam dini, başlangıcından itibaren davetini, barış içinde yaşama ilkesi üzerine kurarak insanlara sunmuştur. İslam, kitap ehline şöyle hitap ediyor:

“De ki: Ey kitap ehli, gelin aramızda eşit olan tek söze: Ancak Allah’a kulluk edelim, ona hiçbir şeyi eş ve ortak etmeyelim, Allah’ı bırakıp da bazılarımız, bazılarımızı Tanrı tanımayalım. Gene de yüz döndürürlerse deyin ki tanık olun, özümüzü Tanrıya teslim edenleriz biz.”[8]

Bu âyet, kitap ehlini vahdete davet eden önemli âyetlerdendir. Bu âyetin getirdiği delil, diğer âyetlerin delillerinden farklıdır. Önceki âyetlerde direkt olarak İslam’a davet vardır ama bu âyette “İslam ile Ehl-i Kitap” arasındaki ortak noktalara dikkat çekilmiştir.

Kur’an Müslümanlara, bütün mukaddes hedefleriniz için sizinle işbirliği yapmazlarsa yerinizde oturmayın, en azından ortak noktalarınızda onları kendinize çekin ve onu mukaddes hedeflerinizi ilerletmek için ilke edinin, diyor.[9]

3- Irkçılığı Reddetmek

Kur’an-ı Kerim, her türlü ırkçılığı reddetmiş, bütün insanların aynı anne ve babanın evlatları olduğunu belirterek ırk, dil ve renk üstünlüğünün olmadığını söylemiştir:

“Ey insanlar, şüphe yok ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve tanışın diye sizi aşiretler ve kabileler haline getirdik; şüphe yok ki Allah katında sevabı en çok ve derecesi en yüce olanınız, en fazla çekineninizdir; şüphe yok ki Allah, her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.”[10]

İnsanların eşit olduğunu kabullenmek barış içinde yaşamanın kurallarındandır. Irkçılık, kendini üstün görmek, başka milletleri ve dinleri aşağılamak insanlığa bir çok sorunlar çıkarmıştır. Birinci ve ikinci dünya savaşları bunun en belirgin örneklerindendir.

Renk, ırk ve milliyet farklılıkları, başkalarından üstün olunduğunu göstermez. Kur’an’a göre dil ve renk farklılıkları ilahi âyet ve nişanelerden olup,insanların birbirlerini tanımaları için birer vesiledirler; bütün insanlar aynı şekil, renk ve boyda olsalardı yaşam zorlaşır ve karışıklıklar çıkardı.

Kur’an’a göre takvanın dışında insanların birbirlerine karşı herhangi bir üstünlükleri yoktur. Bütün insanlar, Beşer Ailesi ve Ümmet-i Vahiddirler:

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah müjdeci ve korkutucu olarak peygamberler gönderdi. İnsanların ayrılığa düştükleri şeylerde, aralarında dosdoğru hükmetmek üzere onlara kitap da indirdi…”[11]

Bir çok âyet Ey Adem Oğulları[12], Ey İnsanlar[13] şeklinde bütün insanlara hitap etmektedir. Bu hitaplar, insanlık denen şeyin, insanların içinde ortak bir manası olduğunun işaretidir. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayanların insanlık yönünden hiçbir farkları yoktur. Beşer, tarih boyunca dil, renk, ırk vs. bakımlardan farklı olmuştur. Herkes bir anne babanın (Âdem ve Havva’nın) çocuklarıdır; bu farklılıklar insanın insanlığına zarar vermez.[14]

4- Barışa Dayalı Diyalog Kurmak

Kur’an-ı Kerim Müslümanlardan, kitap ehliyle “en güzel tarzda mücadele etme” ve “barışcıl yollarla diyalog kurma” ve “ortak paydalarda birleşme”yi istemektedir.”

Ve kitap ehliyle, ancak en güzel bir tarzda mücadele edin; yalnız içlerinden zulmedenler müstesna ve deyin ki: bize indirilene de, size indirilene de inandık ve mabudumuz ve mabudunuz birdir ve biz, ona teslim olmuşuz.”[15]

Daha önceki âyetler inatçı ve cahil putperestlere karşı nasıl bir tutum takınılacağı hakkında olup onların durumuna göre konuşurken, bu âyet kitap ehliyle mücadele ve yumuşak bir tarzda konuşma hakkındadır. Zira onlar peygamberlerin ve semavî kitapların bir kısım düsturlarını duyduklarından en azından ilahi âyetleri daha fazla dinleme kapasiteleri vardı.

Kur’an Müslümanları, kafirlere ve putperestlere küfretmekten sakındırıyor, çünkü onlar da karşılığında aynı yola başvuruyorlardı:

“Allah’tan başka çağırıp dua ettikleri şeylere sövmeyin ki sonra bilgisizlikle onlar da Allah’a söverler. İşte biz, böylece her topluluğa, yaptıklarını süsleyip güzel gösterdik, sonra da dönüp varacakları yer, Rablerinin tapısıdır ve o da, ne yaptıklarını bildirir onlara.”[16]

İslam’ın düsturları mantık, delil ve barışçıl yöntemler üzerine kurulduğu için putperestlikten şiddetle rahatsız olan bazı müminler müşriklerin putlarına küfür edenlere, tekitle küfür etmemelerini tavsiye ediyor. İslam edep, iffet ve konuşmada nezakete uymayı hatta en hurafe ve en kötü dinlere karşı bile gerekli görüyor. Zira her milletin, kendi inanç ve amellerine karşı taassupları vardır. Küfür etmek ve kötü davranmak onların inançlarına daha da bağlanmalarına neden olacaktır.

5- Barış Önerilerine Açık Olmak

“Ancak sizinle onların arasında ahitleşme olan bir kavme sığınanlar, yahut sizinle veya kendi kavimleriyle savaşmaya yürekleri dayanmayıp size gelenler, bu hükümden dışarıdır.”[17]

Arap kabilelerinin içinde Benî Damere ve Eşca adlı iki kabile vardı. Benî Damere, Müslümanlarla saldırmazlık antlaşması yapmış, Eşca kabilesi ise Benî Damere’nin müttefiki idi.

Bir süre sonra Müslümanlar, Eşca kabilesinin Mesud bin Rüceyle’nin komutanlığında yedi yüz kişilik bir gurupla Medine’nin yakınlarına geldiklerini gördüler. Resul-ü Ekrem (s.a.a) geliş hedeflerini öğrenmek için onların yanına bir elçi gönderdi. Onlar elçiye “Muhammed’le barış antlaşması yapmaya geldik” dediler. Resul-ü Ekrem (s.a.a) de bu niyette olduklarını görünce onlara hediye olarak bolca hurma gönderdi. Sonra onlarla görüşmeye geçti. Onlar dediler ki: “Bizim sayımız az olduğu için ne sizin düşmanlarınızla savaşmaya gücümüz var, ne de sizinle savaşma isteğimiz. Bu yüzden sizinle barış antlaşması yapmaya geldik.” İşte yukarıdaki âyet bu esnada nazil oldu ve Müslümanlara gereken direktifleri verdi.[18]

6- Azınlıkların Haklarına Saygılı Olmak

Hiçbir din İslam kadar azınlıkların özgürlüklerini temin edememiş, onların şeref ve millî haklarını koruyamamıştır. İslam, tam bir toplumsal adaleti yalnızca Müslümanlar için değil hangi dil, din, ırk ve renkte olursa olsun herkes için sağlamaktadır. Bu, insanlık âleminin büyük özelliklerinden birisidir ki, İslam’ın dışında hiçbir din ve kanun bu hedefi gerçekleştiremez.

Dinî azınlıklar, “Zımmî anlaşması” yaparak ve uyrukluk alarak İslam ülkesinde özgürce yaşayabilir, Müslümanlar gibi toplumsal haklardan, iç ve dış emniyetten faydalanabilirler.

Kur’an-ı Kerim, İslam’ın diğer milletlerin ve dinlerin haklarına riayet etme konusundaki genel siyasetini şöyle açıklıyor:

“Allah, din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi, ülkenizden çıkarmayanlara iyilik etmenizi, onlara karşı insafla, adaletle muamelede bulunmanızı nehyetmez; şüphe yok ki Allah, adaletle muamele edenleri sever.”[19]

Demek ki İslam, dinî azınlıkların ve İslam’ı kabul etmeyenlerin, İslam’a ve Müslümanlara zarar vermedikçe, aleyhlerine bir şey yapmadıkça İslam toplumunda yaşamalarına ve insanî haklara sahip olmalarına izin vermektedir.

Bir başka âyette şöyle buyuruluyor:

“Allah, ancak din uğrunda sizinle savaşanlara ve sizi ülkenizden çıkaranlara ve çıkmanız için onlara yardımda bulunanlara dost olmanızı nehy etmektedir ve kimler, onları severse onlardır gerçekten de zalimlerin ta kendileri.”[20]

Bu iki âyeti dikkate aldığımızda İslam’ın dinî azınlıklara ve İslam’ı kabul etmeyenlere karşı genel siyasetinin şu şekilde olduğunu görmekteyiz: Azınlıklar Müslümanların haklarına tecavüz etmedikleri, İslam’ın ve Müslümanların aleyhine olmadıkları sürece İslam ülkesinde tamamen özgürdürler. Müslümanların da vazifesi onlara karşı adaletle ve iyilikle davranmaktır. Ama İslam’ın ve Müslümanların aleyhine başka ülkelerle işbirliği yaparlarsa Müslümanlar onların faaliyetlerine engel olur ve onları kendilerine dost olarak görmezler.

İslam’da dinî azınlıkların özgürlük ve saygınlığının sınırı şudur: Zımmîlerden biri kendi dinlerinde caiz olan ama İslam’da haram olan bir şeyi yaparsa -örneğin içki içerse- açıktan içmediği sürece ona kimse karışamaz. Ama açıktan yaparsa korunma kanununa aykırı davrandığı için tembih edilir. Eğer kendi dininde haram olan bir şeyi -zina, livata vb. gibi- yaparsa hukukî yönden Müslümanlarla hiçbir farkı olmaz. Bu yüzden hakim ona had uygulayabilir. Ama kendi din mensuplarına teslim edilip kendi kanunlarına göre cezalandırılabilirler de.[21]

İslam fıkhına göre zımmîlerden iki kişi, aralarındaki davayı Müslüman hakime götürseler, hakim isterse İslam’ın hükümlerine göre hüküm verir, isterse onların davasına bakmaz. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

“Sana gelirlerse aralarında hüküm ver, yahut da yüz çevir onlardan.”[22]

Ancak bu, Peygamber’in (s.a.a) şahsî isteklerine göre bu iki yoldan birini seçeceği anlamına gelmez. Bundan amaç durum ve şartların göz önüne alınmasıdır. Eğer uygun görürse hüküm verir, görmezse de vermez.[23] Bu arada uygun olan şeylerden biri karşılıklı ilişkilere ve kitap ehlinin Müslümanlarla olan hallerine riayet etmektir. Bu âyetten Müslümanlarla kitap ehlinin ilişkilerinin, onların hüküm vermesi için Peygamber’in (s.a.a) yanına gelebilecek kadar ileri olduğu anlaşılmaktadır. Her zaman ve herkese karşı adaletli olmak bir değerdir. Hakim veya İslam devleti aracı olarak seçilmişse adalete uyulmalı ve bölgesel ayrımcılık, gurupsal taassuplar, şahsî istekler ve tehditler hüküm vermede etkili olmamalıdırlar.

7- Peygamberleri ve Semavî Kitapları Resmiyette Tanımak

Gerçekte bütün semavî kitapların temel konularının arasında fark yoktur ve bir hedefi (insanın eğitim ve tekamülünü) gütmektedirler. Yalnızca ayrıntılı konularda tedricî tekamül kanunu gereği farklıdırlar, her yeni din daha üst bir metebededir ve daha kapsamlıdır. Kur’an-ı Kerim, geçmiş paygamberlere ve semavî kitaplara saygı ve hürmet göstermenin yanı sıra, onları teyit de etmektedir:

“Ve sana da, önceki kitabı gerçekleyen ve ona, emin bir tanık olan kitabı, gerçek olarak indirdik. Artık aralarında, Allah’ın indirdiğine göre hüküm ver.”[24]

Yaklaşık yirmi âyet sonra da Tevrat ve İncil tasdik edilmiştir.[25] Her Peygamberin kendinden önceki peygamberi ve her semavî kitabın kendinden önceki semavî kitabı teyit ve tasdik etmeleri ilahi sünnettendir. Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s) ve Tevrat’ın sonraki peygamber ve semavî kitap tarafından yani Hz. İsa (a.s) ve İncil tarafından onaylanması hakkında şöyle buyuruyor:

“Onların izinden de, ellerinde bulunan Tevrat’ı gerçeklemek üzere Meryemoğlu İsa’yı gönderdik ve ona, içinde doğru yola sevk eden hükümler ve nur bulunan ve ellerindeki Tevrat’ı gerçekleyen, çekinenleri doğru yola sevk eden sakınanlara öğüt olan İncil’i verdik.”[26]

8- Küresel Barış

İslam, daha başlangıcında barışın temellerini atmış ve bu yolla küresel barışın ve beraberce yaşamanın ortamını hazırlamıştır. Unutmamak gerekir ki, barış İslam’ın ruhudur. İslam kelimesi selamet ve huzur manasına gelen Silm kökündendir. Kur’an, herkesin ‚sulh ve selamete’ girmesini istemiştir:

“Ey inananlar, hepiniz birden sulha, selamete girin…”[27]

Silm, sulhtan daha yüce ve daha devamlıdır, zira selamet ve emniyet manasında olup, geçici ve görünüşteki bir barış değildir.

Allah, Peygamberine, eğer düşmanların sana barış yoluyla gelirlerse sen de bu fırsattan faydalan ve onlarla muvafık ol, diye buyurmaktadır:

“Fakat barışa yanaşırlarsa sen de yanaş…”[28]

İslam insanlar arasındaki barışa o kadar çok önem veriyor ki, imanlılar barışçıl bir şekilde davranırlarsa belki düşmanlarıyla aralarında dostluk bağı kurulabileceğini belirtiyor:

“Umulur ki Allah, sizinle, düşmanlık ettiklerinizin arasına yakında bir sevgi de verir ve Allah’ın gücü yeter ve Allah, suçları örter, rahimdir.” [29]

Gayrı müslimler iki gruba ayrılmaktadır: Bir gurup, Müslümanların karşısına dikilip onlara savaş açan, evlerinden yurtlarından çıkaran, kısacası İslam ve Müslümanlarla düşmanlığı söz ve amelde açığa vuran kimselerdir. Müslümanlar bu gurupla olan ilişkilerini dostluk ve sevgi bağı üzerine kurmamalıdırlar. Bunun en açık örneği Mekke müşrikleri, özellikle Kureyş’in elebaşları idi. Bazıları açıkça düşmanlık ederken, bazıları da onlara yardımcı oluyorlardı.

Bir diğer gurup ise şirk ve küfürlerine rağmen Müslümanlarla herhangi bir işleri olmayanlardı. Ne düşmanlık besler, ne savaşır, ne de evlerinden, yurtlarından ederlerdi; hatta onlardan bazıları Müslümanlarla barış antlaşması yapmıştı. Bu gruba vefa etmek ve onlara karşı adaleti icra etmek gerekir. Hazaî kabilesi Müslümanlarla barış yapan gruba örnek teşkil etmektedir.[30]

Kısacası dış politikada barış ve bir arada yaşamadan yana olmak en akılcı ve en ilerici bir politika olup, İslam da bu politikayı seçmiş ve zaruri yerlerde savunma için gücün artırılmasını istemiştir.

İslam, barış içinde yaşamaya öylesine önem vermektedir ki küçük toplumlarda ve ailevî geçimsizliklerde de barış ve anlaşmayı emretmiştir:

“Sulh hayırdır.”

9- Diğer Dinlerin Üstünlük Taslamalarına İzin Vermemek

Kur’an’ın bazı âyetleri diğer dinlerin aşırı ve mutaassıp inançlarıyla mücadele etmeyle ilgilidir. Yanlış inançlar başka din mensuplarına karşı birçok kin ve düşmanlığın kaynağıdır. Semavî kitabımız Müslümanları diğer din mensuplarıyla barış ve huzur içinde yaşamaya çağırdıktan sonra onların vehimlerini ve batıl düşüncelerini de reddetmektedir.

Yahudiler ve Hıristiyanlar kendilerinin Allah’ın seçkin ümmetleri ve yalnızca kendilerinin ilahi makamla zevalsız bir irtibat içinde olduklarına inanıyorlardı. Cennet onlara mahsustu, onlardan başka hiçbir dinin mensubu cennete layık değildi. Her ne şekilde olursa olsun herkesten daha üstün ve daha yüce olup her türlü saygı ve tazime layık olanlar, yalnızca Yahudi ve Hıristiyanlardı. Herkes onlara saygı göstermeli ve tazim etmeliydi:[31]

“Yahudiler ve Nasraniler, biz Allah’ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz dediler. De ki: Öyleyse neden günahlarınızdan dolayı size azap ediyor? Hayır, siz, ancak onun yarattığı insanlardansınız; O, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder ve Allah’ındır göklerin, yeryüzünün ve ikisinin arasında bulunanların saltanatı ve her iş, ona aittir.”[32]

Bir başka âyette şöyle buyuruyor:

“Cennete Yahudi yahut Nasrani olmayan kesin olarak giremez dediler, kendi kuruntuları bu. De ki: Doğrucuysanız hadi, delillerinizi getirin bakalım. Evet, kim, özü halis olarak yüzünü tertemiz bir surette Allah’a çevirir, ona teslim olursa ecri Rabbinin katındadır. Onlara ne korku vardır, ne de mahzun olurlar.”[33]

Dolayısıyla cennet kimsenin tekelinde değildir.

Kur’an-ı Kerim bu şekilde bu iki ümmetin gururlu düşünceleri, batıl, tehlikeli ve şiddete dayalı taassuplarıyla mücadele etmekte, boş ve mantıksız olduklarını delillerle ortaya koymaktadır.

Böylesi batıl ve tehlikeli fikirler bir topluma hakim olsa, farklı dinlerle bir arada barış içinde yaşamayacaklardır. Batıl taassupları, kendini üstün görmeyi ve ırkçılığı yoketmek çeşitli din, millet ve mezheplerin barış içinde yaşamalarının ortamını hazırlayacaktır.

Kur’an-ı Kerim’e göre hiç bir ümmet seçilmiş değildir ve kimsenin Allah’la kardeşlik bağı yoktur. Üstünlük ve yücelik, hakikatin karşısında eğilen ve hiçbir batıl taassubun kendisini engellemediği kimseye mahsustur.

10- Uluslararası Konularda İşbirliği Yapmak

Toplumsal yaşamın gereklerinden biri yardımlaşma ve işbirliğidir. Toplumsal yaşam ve uluslararası düzen siyasî, ekonomik, toplumsal ve kültürel gibi çeşitli alanlarda işbirliği ve yardımlaşma olmadan mümkün olmaz. Dünyanın gitgide artan sorunlarının çözümü için ortaklık ve yardımlaşmadan başka çare yoktur.

Kur’an-ı Kerim, akla dayalı bir kural olan yardımlaşma ve işbirliğini teyit ve tavsiye etmiş, yönünü ‚iyilik ve takva’ diye ayarlamış, günah ve zulümde işbirliği yapmayı reddetmiştir:

“İyilik etmek ve kötülükten sakınmak hususunda birbirinize yardım edin, suç işlemek ve düşmanlık etmek için yardımlaşmayın…”[34]

Küresel ölçülerde adalet, eşitlik, barış, emniyet ve kalkınma ‚iyilik’in örneklerindendir. Sultayla, sömürüyle, ırkçılıkla mücadele etmek ve bütün dünyada her türlü saldırının önüne geçmek, takva için ve milletlerin Allah’ın iradesine yakın olması için çaba harcamak ve bu yolda fesat, bozgunculuk ve zulüme neden olacak işbirliği ve yardımlaşmadan kaçınmak gerekmektedir.[35]

Temel ortak ilkelere ne kadar çok önem verilirse uluslararası karşılıklı anlayışlar da o kadar çok artacak ve sonuçta küresel emniyet ve barış sağlanacaktır. Kur’an-ı Kerim “De ki: Ey kitap ehli, gelin…” gibi hitaplarla ortak noktaları almayı, takva ve iyilikte yardımlaşmayı tavsiye etmenin yanı sıra Müslümanlara onlarla ekonomik vs. alanlarda işbirliğine, şarap ve domuz etinin dışında onların yemeklerinden yemelerine izin vermektedir.

Ehl-i kitap ile ekonomik ilişkilerde bulunulması, onların yemeklerinden yenilmesine izin verilmesi vb. gibi şeyler barış içinde beraberce yaşamak ve yardımlaşmanın ortamını sağlayan sebeplerden olacaktır. İslam’a göre yardımlaşma, dinî bir görevden önce insanî bir gerekliliktir. Allah’ın yarattığı topraktan ve ondaki servetlerden faydalanmak işbirliği ve yardımlaşma olmadan sağlanamaz.

Sonuç şu ki, bu âyette yardımlaşma ve işbirliğinden açıkça söz edilmemişse de Ehl-i Kitap ile yardımlaşma ve işbirliğinin bir mısdakını beyan etmiştir. O da şarap, domuz eti vb. şeylerin dışında Ehl-i Kitabın yemeklerinden yiyebilmektir. Ehl-i Kitabın yemeğini vb. yiyebilmek, gerçekte onlarla yardımlaşmanın ve barış içinde yaşamanın nedenlerinden biridir.

–—


[1]     Bakara, 256.

[2]     Yunus, 99.

[3]     Kehf, 29.

[4]     En’am, 107.

[5]     Fussilet, 53.

[6]     Zariyat, 20-21.

[7]     Âl-i İmran, 64.

[8]     Nâsır Mekarim Şirazî, Tefsir-i Numûne, c. 2, s. 450.

[9]     Hucurat, 13.

[10]    Bakara, 213.

[11]    ‘Âdem oğulları’ hitabı Â’raf Sûresinin 26, 27, 35, 171. âyetleri ve İsra Sûresinin 70.

âyeti gibi âyetlerde gelmiştir.

[12]    İnfitar/6, İnşikak/6 ve bunlardan başka yaklaşık altmış âyette de gelmiştir.

[13]    Ankebut, 46.

[14]    Ankebut, 46.

[15]    Ankebut, 46.

[16]    En’am, 108.

[17]    Nisa, 90.

[18]    Nâsır Mekarim Şirazî, Tefsir-i Numûne, c. 4, s. 54.

[19]    Mümtehine, 8.

[20]    Mümtehine, 9.

[21]    Cafer Subhanî, Mebaniyi Hükümet-i İslam (Davud İlhamî’nin tercümesi), s. 526.

[22]    Maide, 42.

[23]    Tefsir-i Numûne, c. 4, s. 386.

[24]    Maide, 48.

[25]    Bu konudaki bazı âyetler şunladır: “Tevrat’ın gerçekliğini söylemekte…” (Âl-i İmran/50); “Ey kendilerine kitap verilenler…sizdeki kitabı da gerçeklemek üzere indirdiğimiz kitaba inanın.” (Nisa/47); “…içinde doğru yola sevk eden hükümler ve nur bulunan ve ellerindeki Tevrat’ı gerçekleyen…” (Maide/46); “…şüphe yok ki ben, size, elimdeki Tevrat’ı gerçekleyen…” (Saf/6); “…Allah tarafından, onların inandığı kitabı tasdik eden bir kitap geldi…” (Bakara/89); “Allah tarafından onlarda bulunan kitabın doğruluğunu bildiren bir peygamber geldi mi kitap ehlinin bir kısmı…” (Bakara/101).

[26]    Maide, 46.

[27]    Bakara, 208.

[28]    Enfal, 61.

[29]    Mümtehine, 7.

[30]    Tefsir-i Numûne, c. 22, s. 31-32.

[31]    Muhammed Müçtehid Şebusterî, Hemzist-i Mezhebî, (Mekteb-i İslam Dergisi, 7. Yıl, sayı: 3, s. 37)

[32]    Maide, 81.

[33]    Bakara, 111-112.

[34]    Maide, 2.

[35]    Abbas Amid Zencanî, Fıkh-ı Siyasi, c. 3, s. 441-461.