Her kim rızkının ertelendiğini görürse çok tekbir getirmelidir. Kimin de hüznü ve gamı çok olursa, çok bağışlanma dilemelidir. Kenz’ul-Ummal, 9325 Hz. Muhammed (s.a.a)

Şia ve Ehl-i Sünnet’e Göre Allah’ın Görülüp Görülemeyeceği

Şia ve Ehl-i Sünnet’e Göre Allah’ın Görülüp Görülemeyeceği

Soru

Allah’ı görme hakkında Şia’nın ve Ehl-i Sünnet’in görüşleri nedir?

Kısa Cevap

Ehl-i Sünnet’in birçok âlimi, Allah’ın bu dünyada görülmese de kıyamette görüleceğine inanır. Bazıları bu hususta şöyle demiştir: Bu Ehl-i Sünnet ve hadis âlimlerinin inancıdır.[1] Bazıları da Hz. Musa’nın (a.s) ve İsrailoğulları’nın Allah’ı görme hadisesi hakkında şöyle demiştir: Bu olay Allah’ı görmenin imkânsız olduğunu göstermez, sadece Hz. Musa’nın (a.s) Allah’ı görme gücüne sahip olmadığını gösterir.[2] Allah’ın görülebileceğine inananlar, iddialarını ispat etmek için bazı Kur’an âyetlerinin ve hadislerin zahirine istinat etmişlerdir. Örneğin Hz. Peygamber’in (s.a.a) şu hadisine atıfta bulunurlar:

“On dördüncü gecede ayı gördüğünüz gibi Allah’ı göreceksiniz.”

On dördüncü gecede ayı gören kimse onun ay olduğuna dair hiçbir şüphe duymaz. Aynı şekilde müminler de Allah azze ve celleyi diğer dünyada görecek ve onun Allah azze ve celle olduğuna dair hiç şüphe duymayacaklardır. Bizim inancımıza göre bu meselede dünya veya ahirette bulunma arasında hiçbir fark yoktur. Madde üstü bir varlığı olan Allah, kıyamette maddi bir varlığa mı dönüşecektir? Sonsuz varlık, sonlu bir varlık haline mi gelecektir? Şia, yüce Allah’ı görmek ile kastedilenin gözle gerçekleşen duyusal bir hadise olmadığına, iman hakikati vesilesiyle gerçekleşen kalbî bir görüş olduğuna inanmaktadır.

Ayrıntılı Cevap

Konunun Tarihçesi

Hz. Musa’nın (a.s) Allah’ı görme isteğiyle ilgili geçmişte Eşaire ve Mutezile âlimleri arasında İslam âlimlerinin zihnini meşgul eden tartışmalar yaşanmıştır. İslam’ın ilk yıllarından, İmam Rıza (a.s) dönemine dek süren sert tartışmalar yaşanmıştır. Özellikle İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sâdık (a.s) dönemlerinde bu husustaki tartışma ve çekişmeler zirveye ulaşmıştır. Mutezile bunu mutlak bir şekilde inkâr etmiş, lâkin Eşaire meseleyi ahiret bağlamında ispat, dünya bağlamında ise inkâr etmiştir.[3] Bir gurup da Allah’ın hem ahirette, hem de dünyada görüleceğini dile getirmiştir.[4] İlginç olan her üç grubun da aynı âyete (A’raf Sûresi, 147) dayanmasıdır. Bu tartışmalar Âl-i Eyüp eliyle Mutezile fırkasının yok edilmesine dek sürmüştür.

Allah’ı Görmeye İnananların Delilleri

Bu gurup kendi iddialarını ispatlamak için bazı âyet ve hadislerin zahirine dayanmıştır. Aşağıda bunlardan bazılarına işaret ediyoruz:

Ehl-i Sünnet müfessirlerinden biri bu hususta şöyle demektedir: Hz. Musa’nın (a.s) Allah’ı görememesinin sebebi, yüce Allah’ın kendisini görmeye dair müminlere verdiği vaadin dünyada değil, ahirette gerçekleşecek olmasıdır. Hz. Musa’nın (a.s) isteği, gerçekte vaktinden önce yapılan bir istekti. Bundan dolayı bu isteğine kavuşamadı. Müminlerin Allah’ı göreceği kesindir, lâkin bu, ahiret diyarında gerçekleşecektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“On dördüncü gecede ayı gördüğünüz gibi Allah’ı göreceksiniz.”

Ayı on dördüncü gecede gören kimse, onun ay olduğuna kesin bir bilgiyle inanır. Aynı şekilde müminler de Allah azze ve celleyi ahiret diyarında görecek ve gördüklerinin Allah azze ve celle olduğu hususunda hiçbir şüphe duymayacaklardır. Hz. Musa (a.s) Allah’ı dünyada görmek istedi ve bu esnada Hz. Muhammed (s.a.a) henüz atalarının sulbünde yer alıyordu. Bu yüzden Hz. Musa (a.s) Allah’ı görmekten mahrum kaldı. Yüce Allah ona “Hayır” dedi, “Ben kulum Muhammed (s.a.a) beni görmeyinceye dek hiç kimsenin beni görmemesine karar verdim ve benim ile görüşmek cennette gerçekleşecektir.” [5]

“O gün birtakım yüzler aydındır. Rablerine bakarlar.”[6]

Yani insan gözüyle Allah’ı görecektir. Nitekim Buharî, sahihinde şöyle bir hadis nakletmiştir: “Çok yakında gözlerinizle Allah’ı göreceksiniz.”[7] Ahirette Allah’ın müminler tarafından görüleceği, sahih hadis kitaplarında mütevatir yollardan bize ulaşmıştır ve bu hadisler hiçbir şekilde görmezlikten gelinemez ve reddedilemez. Çünkü Ebu Said ve Ebu Hureyre sahih olan hadislerinde şöyle nakletmektedir: “Allah Resulü’ne (s.a.a) biz kıyamet gününde Allah’ı görecek miyiz diye sorulur ve Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurur:

“Bulutların arkasında olmadıkları zaman güneş ve ayı görmede bir zorluk çekiyor musunuz?” Soranlar hayır deyince Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bu şekilde Allah’ı göreceksiniz.”[8]

İki sahih kitapta Cerir’den nakledildiği üzere Hz. Peygamber (s.a.a) on dördüncü gecenin ayına bakmış ve şöyle buyurmuştur:

“Sizler bu ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz!” [9]

Allah müminlere gülümser bir halde tecelli edecektir.[10] Elbette bu gurup “Len terani” (beni göremeyeceksin)[11] âyetinden gafil değildi. Onlar şöyle diyorlardı: Len terani (beni göremeyeceksin) âyetinin manası, görmenin sonsuza dek imkânsız oluşu değildir, âyetin manası şudur: Ey Musa (a.s) hiç kimse beni görüp diri kalamaz. Bunun üzerine Musa (a.s) seni görmeyip yaşamaktansa, seni görüp ölmem benim için daha iyidir[12] diye buyurmuştur.

Âyetin Açıklaması

Âyeti açıklamadan önce şu noktaya dikkat etmek gerekli gözükmektedir: “İla” kelimesi “yönüne doğru”[13] ve “nimet”[14] manasında harf ve isim şekliyle kullanılmıştır. Âyet-i kerime ve nakledilen hadislerde görme için “ila” kelimesi kullanılmıştır. Bu yüzden Ehl-i Sünnet’e mensup bir gurup bunu tevil etmiş, âyet ve hadisteki “ila” kelimesini isim olarak ve “ala”[15] kelimesinin tekil olarak nimet manasında değerlendirmiştir. Aynı şekilde Suri Mansur’dan, o da Mücahit’ten şöyle nakletmiştir:

“O gün birtakım yüzler aydındır. Rablerine bakarlar.”[16]

Bu ayetin manası rabbinin sevabını beklemektir.[17] Bu görüş bazı Şiî kaynaklarında da nakledilmiştir. Uyun-i Ahbaru’r-Rıza kitabında İmam Rıza’dan (a.s) tevhit bilgileriyle ilgili nakledilenler arasında, İbrahim b. ebi Mahmut’a ulaşan bir senetle şöyle aktarıldığı geçmektedir: İmam Ali b. Musa’r-Rıza (a.s) “O gün birtakım yüzler aydındır. Rablerine bakarlar.”[18] âyetinin manası hakkında şöyle buyurmuştur:

“O gün çehreler nurani olacak ve rablerinin sevabını bekleyecektir.”[19]

Allah’ın Görülebileceği Düşüncesinin Eleştirisi

Bizim inancımıza göre bu görüşün yanlış olduğu çok açıktır. Zira dünyada veya ahirette bulunmak (bedensel dirilişe inanma esasınca) hiçbir farklılık oluşturmaz. Madde üstü bir varlığı olan Allah maddi bir varlığa mı dönüşecektir ve sonsuz bir makamdan sonlu bir makama mı inecektir? Bundan dolayı yüce Allah’ı görmekten kasıt, göz ile gerçekleşen duyusal görme değildir, bilakis bundan kasıt iman hakikati vesilesiyle kalben görmedir. Nitekim aklî kanıtlar da bunu göstermektedir.

Mutahhar Ehl-i Beyt’ten ulaşan haberler de bu anlamı doğrulamaktadır.[20] Başka bir ifadeyle aklî deliller, Allah’ın asla göz ile görülmeyeceğine tanıklık eder. Zira göz sadece cisimleri veya daha doğru bir ifadeyle onların bazı niteliklerini görür ve cisim olmayan ve cisim niteliği taşımayan bir şey ise asla göz ile görülmez. Başka bir tabirle göz ile görülebilen bir şey kesinlikle mekân, boyut ve madde özelliklerini taşımalıdır. Oysa yüce Allah bütün bunlardan daha üstündür. O, sonsuz bir varlıktır. Bu nedenden ötürü maddî dünyadan daha üstündür. Zira madde dünyasındaki her şey sınırlıdır.

Birçok Kur’an âyetinde ve bu cümleden olmak üzere İsrailoğulları’yla ilgili olan ve Allah’ı görme isteğinden söz eden âyetler net biçimde Allah’ı görmenin imkânsız oluşunu bildirmektedir.[21] Bu âyet, hiçbir şekilde Allah’ın görülemeyeceğini açık bir şekilde ifade eden âyetlerdendir. Zira “len” kelimesi meşhur ediplerin görüşü esasınca, sonsuza dek reddetme anlamındadır. Bundan dolayı “len terani” cümlesinin mefhumu şudur: Ne bu âlemde ve ne de başka bir âlemde beni görmeyeceksin. Bir kimse “len” kelimesinin sonsuza dek reddetme manasında oluşu hakkında bir şüphe duysa bile, âyetin mutlak oluşu ve görmenin hiçbir kayıt ve şart belirtmeksizin reddedilişi, hiçbir zaman ve hiçbir koşul altında Allah’ın görülemeyeceğine delil teşkil eder.[22]

–—


[1]     Reşit Rıza, Muhammed, Tefsiri’l-Kur’ani’l-Hakim (Tefisir-i El-Minar), c. 7, s. 653, Daru’l-Marife, Beyrut, Lübnan, 2. baskı.

[2]     Seyyid bin Kutub bin İbrahim Şazelî, Fi Zilali’l-Kur’an, c. 3, s. 1369, Daru’ş-Şuruk, Beyrut baskısı, Kahire, h.k. 1412, 17. baskı.

[3]     Kurtûbî, Muhammed bin Ahmet, el-Camiu’l-Ahkami’l-Kur’an, c. 7, s. 54 ve 279 ve c. 19, s. 8-107, İntişârât-ı Nâsır Hüsrev, Tahran, h.ş. 1364, 1. baskı; Râzî, Ebu Abdullah Fahru’d-Din Muhammed bin Ömer, Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), c. 13, s. 5-124, Daru’l-İhyau’t-Turasu’l-Arabi, Beyrut baskısı, h.k. 1420, 3. baskı.

[4]     Fahru’d-Din bin Muhammed Ebu Abdullah Râzî, Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l-Gayb), c. 13, s. 127.

[5]     Taberî, Ebu Cafer Muhammed bin Cerîr, Camiu’l-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, Müterciman, tahkik: Habib Yagmayi, c. 2, s. 536 ve 537, İntişârât-ı Tûs, Tahran, h.ş. 1356, 2. baskı.

[6]     Kıyamet, 22 ve 23. âyet.

[7]     Buharî, Ebu Abdullah, Muhammed bin İsmail, Sahih-i Buharî, c. 22, s. 445.

[8]     Deruze, Muhammed İzzet, et-Tefsiru’l-Hadis, c. 2, s. 199, Daru’l-İhyau’l-Kutubi’l-Arabiyye, Kahire, h.k. 1383; Merakî, Ahmet bin Mustafa, Tefsiru’l-Meraki, c. 29, s. 153, Daru’l-İhyau’t-Turasu’l- Arabi, Beyrut; Tantavî, Seyyid Muhammed, et-Tefsiru’l-Vâsît li’l-Kur’ani’l-Kerim, c. 15, s. 205; İbn Kesir Dimeşkî, İsmail bin Ömer, Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim, c. 8, s. 287, Daru’l-Kutubu’l-İlmiye, Menşurat Muhammed Ali Beyzun, Beyrut, 1. baskı, h.k. 1419.

[9]     et-Tefsiru’l-Munir fi’l-Akideti ve’ş-Şeriat, c. 29, s. 267; Zuheylî, Tefsiru’l-Vasît, c. 3, s. 2783; Mealimu’t-Tenzil fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 3, s. 280.

[10]    Müslim, Sahih-i Müslim, Bab-u İman, Hadis 316.

[11]    Â’raf, 143. âyet.

[12]    İbn Ebi Hatem Abdu’r-Rahman bin Muhammed, Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim, c. 5, s. 1559, Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim, Tahkik Es’ad Muhammed Et-Tiyb, Naşir Mektebet-u Nizar Mustafa El-Baz, Arabistan, h.k. 1419, 3. Baskı.

[13]    Böyle bir durumda bağımsız bir manası olmayacaktır, sadece kelimeler arasında bir bağ olarak kullanılacaktır.

[14]    Böyle bir durumda çoğulu “آلاء” olur. Bu, Kur’an’da otuz dört defa kullanılmış ve otuz bir defa “فَبِأَيِّ آلاءِ رَبِّكُما تُكَذِّبان” (Rabbinizin hangi nimetlerini inkar ediyorsunuz?!) şeklinde zikredilmiştir.

[15]    “Yöneliş” manasındaki “ila” harfi değildir.

[16]    Kıyamet, 22 ve 23. âyet.

[17]    İbn Kesir Dimeşkî, Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim, c. 8, s. 287 ve 288, Daru’l-Kutubi’l-İlmiye, Beyrut, h.k. 1419.

[18]    Kıyamet, 22 ve 23. âyet.

[19]    Saduk, Uyun-i Ahbaru’r-Rıza (a.s), c. 1, s. 114, İntişârât-ı Cihan, h.k. 1378.

[20]    Tabatabâî, Seyyid Muhammed Hüseyin, el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, Musevî, Muhammed Bâkır, s. 20, s. 178, Defter-i İntişârât-ı İslami, Kum, h.ş. 1374, 5. baskı.

[21]    Mekarim Şirazî, Nâsır, Tefsir-i Numûne, c. 5, s. 381, Daru’l-Kutubi’l-İslamiye, Tahran, h.ş. 1374, 1. baskı.

[22]    a.g.e, c. 6, s. 360.