İnsanların en kötüsü, kendisini onların en iyisi gören kimsedir. (Ğurerü’l-Hikem, Hadis: 5701) İmam Ali (a.s)

Evsaf-Ul Eşrâf

Evsaf-Ul Eşrâf

 

Hace Nasruddin Muhammed Tusi

 

Allame Hace Nasiruddin Tusi, Şia’nın en büyük kelamcılarından ve İslam aleminin en tanınmış matematikçilerinde sayılır; onun kelamdaki “Tecrid-ul İtikad” adlı kitabı İslam aleminde ve özellikle Şia camiasında itikatta ders kitabı olarak okutulan önemli bir eserdir. Bu kitaba birçok şerh yazılmıştır. Şia uleması arasında en önemli şerh, Allame Hilli’ye aittir ve Ehl-i Sünnet ulemasından da Kuşci’nin şerhi meşhurdur. Matematik ve astronamiyle ilgili eserleriyle Avrupa’da asırlar boyunca ün yapan bu büyük zatın matematikle ilgili bazı eserleri söylendiğine göre İngiltere’deki bazı üniversitelerde şimdi bile matematik dalında lisans üstü öğrencilerine okutulmaktadır. Ehl-i Beyt mektebinin iftiharı sayılan bu büyük şahsiyetin Ehl-i Beyt mektebinin akaidinin delillerini mükemmel bir şekilde ortaya koymayı hakkıyla başarmıştır; . Merhum Hace Nasiruddin, Bağdat’a yaptığı seferde hastalanınca Bağdat’ın yakınındaki Kazimeyn şehrinde bulunan Ehl-i Beyt imamlarının 7. ve 9.’su olan İmam Musa Kazım ve İmam Muhammed Taki’nin mezarlarının ayak ucunda defnedilmesini ve kabrinin üzerine “ve onların köpekleri ön ayaklarını kapının önüne uzatmış yatmada”[1] ayetinin yazılmasını vasiyet etti.

“Evsaf-ul Eşraf” risalesi onun irfanî uslupla yazmış olduğu küçük hacimli ama engin içerikli bir eseridir. Bu eserin tercümesini  inşaallah iki bölümde sizlere sunacağız:

 

ÖNSÖZ

Hamd ve sena Allah'a mahsustur; hiç bir akıl O’nun hakikatını kavrayamaz, hiç bir fikir ve ilim onun marifetinin künhüne eremez. O’nun için söylenen her söz ve vasfında beyan edilen her cümle eğer sübuti (olumlu, müsbet) ise teşbihten arındırılamıyor ve eğer selbi ise Allah hakkında bir bilgi edinilemeyeceğini ifade eden "tatil"den koparılamıyor. Bu yüzden temizlerin önderi, velilerin imamı ve nebilerin hatemi Muhammed Mustafa (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben seni (hakkıyla) övemem, Sen kendini övdüğün gibisin. Ve Sen söyleyenlerin sözünden çok daha yücesin."[2]

Hakk'ın hakkaniyeti hürmetine binlerce selam Resulullah'ın (s.a.a) mukaddes ruhuna ve onun soyundan gelenlere, özellikle masum Ehl-i Beyt imamlarına ve seçkin ashabına olsun.

Güzel ahlak ile beğenilmiş siyasetleri, filozofların tarikiyle beyan eden "Ahlak-i Nasıri" kitabını yazdıktan sonra evliyanın seyri ve görüş sahiplerinin metodunu tarikat salikleri ile hakikat taliplerinin adeti üzere ussal ve duysal kanunlar ile teorik ve pratik incelikler ile dolu aynı zamanda da bu fen ve yolun özü ve özeti sayılacak şekilde biraz açıklamada bulunmak isitiyordum. Ama sayısız meşguliyet ve faydasız engeller beni bu önemli işimden alıkoyuyordu. Dolayısıyla, içimde olanları kuvveden fiile geçiremedim. Sonunda Muhammed b. Sahib-us Said-i Cuveyni'nin teşvikiyle fırsat elverdiği ve durumumun müsade ettiği kadarıyla bu konuda bir şeyler yazmaya koyuldum. Allah-u Teala şüphesiz ki latif ve kullarına icabet edendir.

Şüphesiz ki, kendisi ve fiilleri hakkında tefekkür eden bir insan başkalarına muhtaç olduğunu görür. Öte yandan başkasına muhtaç olan da eksiktir. Kendini eksik gören kimsede ise kemali taleb etmek konusunda bir şevk ve istek vücuda gelir. Dolayısıyla da kemali taleb yolunda bir harekete ihtiyaç duyar. Tarikat ve irfan ehli buna seyr-u süluk derler. Her kim bu harekete rağbet ederse onda şu altı şeyin olması şarttır:

1- Hareketin hidayeti, yönlendirilmesi ve oluşmasında varlığı gerekli olan şeyler ki bu zahiri hareketlerde azık konumundadır.

2- İnsanı hareket ve süluktan alıkoyan engellerin kaldırılması.

3- İnsanı mebde (hareket noktası)'den maksada (varşı noktasına) ulaştıran bir hareket ki bu, seyr-u süluk ile salikin seyr-u süluktakı halleridir.

4- Mebde'den maksada ulaşım hareketinde salik için geçerli olan haller.

5- Süluktan sonra vüsul ehli için ortaya çıkan haller.

6- Hareketin sonu, sonsuzluğu ve seyr-u sülukün kesilmesi ki burada "tevhid'de fena" olarak adlandırılmaktadır.

Hareketin sonu dışında bütün bu manalardan her birinin de çeşitli yönleri vardır. Ama hareketin sonunda taaddüt (çokluk) ve çeşitlilik yoktur. Biz bu altı manayı altı ayrı bölümde ele alacağız. Fazlalık kabul etmeyen son bölüm dışında diğer bölümlerin her birisi de altı fasıldan oluşmaktadır.

Bilmek gerekir ki, harekette son nokta hariç her noktanın bir öncesi ve bir sonrası olduğu gibi, bu altı halden de sonuncusu dışında hepsinin bir öncesi ve bir sonrası vardır. Bu hallerden her biri eski yoksunluk ile sonradan erişmenin yakınlık arasında vasıtalardır. Şöyle ki, önceki yoksunluk halinde o hal taleb edilir, kavuşulduğunda ise kendinden kaçılır. O halde her halin husulü, oluşumu kendisinden önceki herşeye kıyasla kemaldir. Kendisinden sonrasına teveccüh etmek istenildiğinde de o halde durup kalmak noksanlıktır. Nitekim Resulullah (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: "İki günü eşit olan ziyandadır."

Bu yüzden "İyilerin iyilikleri, Allah’a yakınlaşmışların (mukarreblerin) kötülükleridir." demişlerdir.

Bu özet yazımızda bu mana açıklık kazanacaktır.

 

1. Bölüm

Hareketin Başlangıcı ve Oluşumunda Gerekli Olan Haller:

Bu da altı şeyden oluşmaktadır, ki biz bunlardan herbirini bir ayrı fasılda ele almaya çalışacağız.

1- İman

2- Sebat

3- Niyyet

4- Sıdk (doğruluk)

5- İnabet (yönelip dönmek)

6- İhlas

1. FASIL

İMAN

"İman edenler ve imanlarına zulüm katmayanlar işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete de ermişlerdir."[3]

İman lügatte tasdik manasınadır. Yani inanmak demektir. Araştırmacı ve muhakkiklerin nezdinde ise özel bir tasdik manasınadır. Yani, insanın kesin bir şekilde bildiği ve Peygamber’in (s.a.a) buyurduğu şeyleri tastik etmesi demektir. Peygamber'i tanımak kadir, alim, hayy, müdrik, sem'i, basir, mürid ve mütekellim olan Allah'ı tanımaktan ayrı değildir. Allah-u Teala Peygamber’i göndermiş, Kur'an-ı Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve alihi)'ya indirmiş ve farz, sünnet, helal ve haramın hükümlerini tüm ümmetin icma edeceği bir şekilde beyan etmiştir.

O halde iman bütün bunlardan ibarettir. Bu kadarıyla iman eksilme ve çoğalma kabul etmez. Zira, bundan azı iman değildir, bundan fazlası ise imanın kemalidir. İnanmanın nişanesi ise bilinecek, söylenecek ve yapılacak şeyleri bilmek, söylemek, yapmak ve sakınılması gerekenlerden sakınmaktır. Bunlar ise salih amel babından sayıldığı için eksilme ve artış kaydedebilir ve de mezkur tasdikin bir lazımesi ve gereğidir.

Bu yüzden her yerde iman ile salih amel yanyana zikredilmiştir. "İman edenler ve sahlih amellerde bulunanlar"[4]

Bilmek gerekir ki imanın bir takım mertebeleri vardır. En alt derecesi ise dil ile imandır.

"Ey iman edenler Allah'a Resulüne ve Resulüne indirdiği kitaba iman edin."[5]  ayeti de bu mertebeyi ifade etmektedir. Yine:

"Bedeviler dedi ki: "İman ettik."

De ki: "Siz iman etmediniz.; ancak "İslam (müslüman veya teslim) olduk" deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir."[6]

Bundan bir üst mertebesi ise taklid üzere olan imandır. Bu ise tasdik edilmesi gereken şeyleri kesin bir şekilde tasdik etmektir. Elbette ki bunun zeval ve yok olması mümkündür. Kesin bir tasdik hasıl olduğunda şüphesiz ki bu tasdik salih ameli gerektirir.

"Mümin olanlar ancak o kimselerdir ki onlar Allah'a ve Resulü'ne iman ettiler. Sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar sadık olanların tâ kendileridir."[7]

Bunun bir üst mertebesi ise gaybe imandır. "Onlar gaybe iman ederler"[8]

Bu da batında imanî bir sübut gerektirir. Adeta bir perdenin gerisinde olduğundan daima gayb ile birliktelik içindedir.

Bundan daha kamil mertebesi ise şu ayette ifade edilen kimselerin iman mertebesidir:

"Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, O'nun ayetleri onlara okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.[9] “İşte gerçek müminler bunlardır.”[10]

Bu ise kamil iman mertebesidir.

Bu imanla muttasıl (birleşik) olan bir de yakinî iman vardır ki açıklaması bundan sonra gelecektir. Seyr-u sülukta olması gereken en düşük iman mertebesi taklid üzere olan iman ile gaybe imandır. Çünkü dil ile iman tek başına imanın hakikati değildir. "Onların çoğu Allah'a iman etmezler ancak şirk katıp-durmaktadırlar."[11] ayeti de buna işaret etmektedir. Mutlak kamil'e yani bir yaratıcının varlığına kesin bir şekilde inanç hasıl olduğu taktirde nefsin de sükunuyla seyr-u süluk mümkün olur ve de çok kolay ve en az bir gayretle gerçekleşir.

2. FASIL

SEBAT

Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:

"Allah, iman edenleri dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar."[12]

Sebat öyle bir haldir ki, iman ile birlikte olmadıkça kemal talebinin şartı olan nefsani itminan asla hasıl olmaz. Çünkü inancında tezelzül içinde olan kimse kemali asla taleb edemez. İmanın sebatı ise bir kemalin ve kemal sahibinin varlığına yakinle inanmaktır. Bu yakin olmadıkça da kemali taleb etmek asla mümkün olmaz.

Kemali taleb azmi ve azimde sebat olmadıkça da seyr-u süluk mümkün olmaz. Sebatsız azim sahibi ise "Şeytanların ayartarak yerde şaşkınca bıraktıkları"[13] kimseler durumuna gelir. Aslında şaşkın insanların azmi de yoktur. Belli bir yönü kastetmedikçe ve belli bir hedefe varmaya azmi olmadıkça da seyr-u süluk hasıl olmaz. Eğer bir hareket edecek olursa da hiç bir faydası olmayan ısdırab ve tereddüde dayalı yavaş bir hareket olur.

Sebatın nedeni, batının inandığının hakikatine karşı basiretli olması, isabet lezzetini tatması ve yok olmayacak bir şekilde bu halinin, batın için meleke haline gelmesidir. Bu sebeple, sebat ehlinin salih ameller işlemesi daimi ve zaruri sayılmıştır.

3. FASIL

NİYYET

"De ki şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir."[14]

Niyyet, kasdetmek manasınadır. Kasd ise amel ve ilim arasında bir vasıtadır. Çünkü bir işin yapılabileceğini bilmedikçe sebat içinde o işi yapmayı kastedemez. Bir işi kasdetmedikçe de o işi yapmaz. Seyr-u sülukun mebdesi kasıttır. Seyr-u sülukta belirli bir maksadı kasdetmek gerekir. Maksad ise mutlak kamilden kemal elde edilmesidir. Dolayısıyla niyet mutlak kamil'e yaklaşmayı taleb etmek olmalıdır.

Böyle olduğu takdirde ise tek başına düşünülen niyet, tek başına olan amelden daha iyidir. "Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır." Çünkü, niyet can ve ruh, amel ise beden mesabesindedir."

"Ameller niyetler üzeredir." Yani bedenin hayatı can iledir.

"Her insana niyet ettiği şey ulaşır." "Allah ve Resulüne hicret edenin hicreti, Allah ve Resul’ünedir ve dünyaya ulaşmak veya evlenmek için dünya ve kadına doğru hicret edenin hicreti de hicret ettiği şeye yöneliktir."[15]

Herhangi bir hayır amel, yakınlık (kurbet) talebiyle birlikte olan bir niyetle olursa şüphesiz ki kemalin husulünü gerektirir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"Onların gizlice konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak, sadaka vermeyi, iyilikte bulunmayı ve insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki başka. Kim Allah'ın rızasını isteyerek böyle yaparsa, artık ona büyük bir mükafat vereceğiz."[16]

4. FASIL

SIDK

"Ey iman edenler Allah'tan sakının ve doğrularla birlikte olun."[17]

“Sıdk” lügatte doğru konuşmak, va'detmek ve va'dini doğru bir şekilde yerine getirmektir. Ama burada sıdktan maksadımız söz, niyet, azim ahde vefa ve kendisi için ortaya çıkan tüm hallerde doğru ve sadakatli olmaktır.

“Sıddık” ise bütün bu durumlarda doğruluğu meleke edinen insandır. Bütün bu hususlarda bunun aksi, ne aynısıyla ve ne de belirtisiyle onda görülmemiş olmalıdır.

Alimlerin de dediği gibi böyle olan birisinin rüyası hep doğru çıkar ve sadık rüyalardır.

"Müminlerden öyle erkekler vardır ki üzerinde Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler"[18] ayeti de bu kimseler hakkında nazil olmuştur. Sıddıkları peygamber ve şehitlerle bir arada zikredilmiştir.

"… Onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular, şehitler ve salihlerle beraberdir."[19]

Hz. İbrahim ve İdris gibi peygamberleri de sıddık olarak tavsif etmişlerdir. "Gerçekten o, doğruyu söyleyen bir peygamberdi."[20]

Diğerleri için de "Onlar için yüce bir doğruluk dili verdik."[21]

Maksada en yakın yol, “doğru yol”dur. “Doğru yol”da seyr-u süluk eden kimse Allah'ın izniyle maksada ulaşmaya en ümitli olan kimsedir.

5. FASIL

İNABET

"Rabbinize yönelip dönün ve O'na teslim olun."[22]

İnabet Allah'a yönelip dönmek ve O'na teveccüh etmektir. İnabet üç çeşittir:

1- İçte inabet: Daima Allah'a teveccüh etmek, fikir ve azimlerde O'na yakın olmayı istemektir:

"Ve içten (Allah'a) yönelmiş bir kalb ile gelen içindir."[23]

2- Sözde inabet: Her zaman Allah'ı, nimetlerini ve Allah'a yakın olan kimseleri anmaktır.

"İçten (Allah'a) yönelip-dönenden başkası hatırlatmayı kabul etmez; anmaz”[24]

3- Zahiri amellerde inabet: İbadet ve itaatleri Allah'a yakın olmak niyetiyle yerine getirmektir. Örneğin, farz ve nafile namazları eda etmek, din büyüklerinin tutumlarını bilmek ve onlar gibi davranmak, sadaka vermek, Allah'ın kullarına hayır nedenlerini temin etmek ve onlardan zarar sebeplerini defetmekle iyilikte bulunmak, alış-verişte doğru olmak, kendisi ve ailesi hakkında diğerlerine karşı insafa riayet etmek, şer’î hükümler bağlı kalmak ve bütün bunları Allah'a yakınlaşmak ve O’nun rızasını taleb etmek niyetiyle yapmaktır. Nitekim Allah-u Teala da şöyle buyurmaktadır:

"Cennet de muttakiler için uzakta olmaksızın (o gün) yakınlaştırılmıştır. Bu size vaadolunandır; (gönülden Allah'a) yönelip-dönen, (İslam'ın hükümlerini) koruyan, görmediği halde Rahman'a karşı içi titreyerek korku duyan ve içten Allah'a yönelmiş bir kalb ile gelen içindir. Ona esenlik ve barış (selam)la girin. Bu ebedilik günüdür. Orda diledikleri her şey onlarındır; katımızda daha fazlası da var."[25]

6. FASIL

İHLAS

Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Oysa onlar … sadece Allah'a kulluk etmekten başkasıyla emrolunmadılar.”[26]

İhlas, özelleştirmek ve bir şeyi ona karışan diğer şeylerden ayıklamak, temizlemek anlamındadır. Ve burada ise ihlas, söyledği söz ve yaptığı her işin Allah’a yakınlaşmak için olması ve hiçbir dünyevî maksadı ona karıştırmaması anlamındadır: “Bilin ki, özden kulluk yalnız Allah’a olur”[27]

İhlasın karşıtı ise başka bir maksatın ona karışmasıdır; mal ve makamperestlik, isminin iyi anılmasını istemek, ahiret sevabına kavuşmayı arzulamak veya cehennem ateşinden kurtulmak gibi ki bütün bunlar bir nevi şirktir.

 Ve şirk ise iki kısımdır: 1- Aşikar, 2- Gizli. Aşikar şirk, putperestliktir, diğer şirkler ise gizli şirktir.

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ümmetinde gizli şirk karanlık gecede, siyah bir taşın üzerindeki karıncanın ayak izinden (sesinden) daha gizlidir.”[28]

Kemal talibine, şirk seyr-u sülukta en yıkıcı engeldir: “Artık rabbiyle buluşmayı uman iyi işlerde bulunsun ve rabbinin kulluğunda hiç bir kimseyi eş tutmasın”[29]

Gizli şirk engeli giderildiğinde de seyr-u süluk ve vusul kolay bir şekilde gerçekleşir: “Her kim kırk gün kendini Allah’a halis ederse hikmet kaynakları kalbinden diline dökülüverir.”[30]

2. Bölüm

Seyr-u Sülukun Engellerini Giderme

Bu da altı fasıldan ibarettir:

1- Tövbe.

2- Zühd.

3- Fakirlik.

4- Riyazet.

5- Muhasebe ve Murakebet.

6- Takva.

1. fasıl

Tövbe

Allah Teala şöyle buyuruyor: “Ey inananlar; hepiniz Allah’a tövbe edin de kurtulun.”[31]

Tövbenin manası günahtan dönmektir. İlkönce günahın ne olduğunu bilmek gerekir ki ondan dönmek mümkün olsun. Hakeza bilmek gerekir ki kulların amelleri beş kısımdır:

1- Yapılması gerekli olup, terkedilmesi doğru olmayanlar (farzlar).

2- Yapılmaması gerekli olup, yapılması doğru olmayanlar (haramlar).

3- Yapılması yapılmamasından iyi olanlar (müstehablar).

4- Yapılmaması yapılmasından iyi olanlar (mekruhlar).

5- Yapılması ve yapılmaması eşit olanlar (mübahlar).

Günah: Birinci kısımdan olan işleri yapmamak ve ikinci kısımdan olan işleri yapmaktır. Bütün bu günahlardan tövbe etmek tüm akıl sahipleri için farzdır. Burada fiillerden maksadımız sadece zahiri organlarımızın fiilleri değildir, her akıllı insanın irade ve kudretine tabi’ olan tüm fikir, söz ve fiilerdir.

Ama üçüncü kısımdan olan (müstehab) bir fiili yapmamayı ve dördüncü kısımdan olan (mekruh) bir fiili yapmayı terketmek daha iyi ve evladır. Masumların evlayı terketmesi iyi görülmemiştir ve onlar evlayı terkettikleri için tevbe ederler. Seyr-u süluk ehli olanlar ise Allah'tan gayrisine teveccüh etmeyi günah bilirler. Bundan tevbe etmek gerekir. O halde tevbe üç kısımdır:

1- Normal kulların tövbesi.

2- Masumların tövbesi.

3- Seyr-u süluk ehlinin tövbesi.

Ümmetin asilerinin tövbesi birinci kısımdandır. Adem (a.s) ve diğer nebilerin tövbesi ise ikinci kısımdandır. Resulullah'ın "Bazen kalbim tutulur ve ben günde yetmiş defa Allah'dan bağışlanma dilerim."[32] diye buyurduğu tövbe (bağışlanma dilemek) ise üçüncü kısımdandır. Ama normal insanların tövbesinin iki şartı vardır:

1- Amellerin çeşit ve kısımlarını bilmesi gerekir. Yani hangi amellerin insanı kemale ulaştırdığını bilmelidir. Kemal ise insanlara göre farklıdır. Bazılarının kemali azaptan kurtulmak, bazılarının sevaba ermek, bazılarının Allah'ın rızasını elde etmek, bazlarının ise Allah'ın kurbetine (yakınlığına) erişmektir.

Hakeza hangi amellerin insanı noksan bıraktığını da bilmelidir. Noksanlık da kemal karşıtı olduğu için farklıdır: Ya cezayı gerektirmekte, ya sevaptan mahrumiyete sebeb olmakta, ya Allah'ın gazabına neden olmakta, ya da O'ndan uzak düşürmektedir ki lanet de bundan ibarettir.

2- Allah'ın rızası kemalinin elde edilmesinin faydası ile Allah'ın gazabının noksanlığının husulünün zararlarını bilmek gerekir.

O halde bu iki şarta sahib olan her akıl sahibinin tevbe etmesi gerekir. Elbette ya günah işlememiş olmalı ya da günahını tövbe ile telafi etmiş olmalıdır.

Tövbe üç şeyi kapsamına alır:

1- Geçmiş zaman ile ilgili;

2- Şimdiki zaman ile ilgili;

3- Gelecek zaman ile ilgili;

Geçmiş zaman ile ilgili olan şey de iki kısımdır:

1- Geçmişte işlediği günahından pişmanlık duymak ve büyük bir üzüntüye kapılmak.

Bu kısım da sonraki kısmı gerektirir. Bu sebeble "pişmanlık tövbedir." demişlerdir.

2- Geçmiş zamanda işlediği günahı telafi etmek. Bu da üç kişiye oranla yapılmalıdır. Birincisi emrine isyan ettiği Allah'a, ikincisi Allah'ın gazabına düçar kıldığı kendi nefsine, üçüncüsü ise söz veya ameliyle zarar verdiği kimseye.

Zarar verdiği kimseye hakkını vermediği müddetçe günahını telafi etmiş olmaz.

Hak sahibine hakkını vermek ise söz makamında ya özür dilemekle olur, ya da hak sahibinin vereceği karşılığa teslim olmakla. Velhasıl, onun razı etmeye çalışmaktadır. Fiil makamında ise hakkını veya hakkınn bedelini hak sahibine veya hak sahibinin yerinde olana vermelidir ve o günah için tayin olunan cezaya da teslim olmalıdır. Eğer hak sahibi maktul ise yani öldürülmüş ise onun velilerinin rızasını elde etmek şarttır. Eğer velisinin rızasını elde etmek imkansız ise de tövbenin diğer şartları hasıl olduğu taktirde, Allah'ın ahirette onun adına hak sahibini razı edeceğini ve geniş rahmetine nail kılacağını ümit etmelidir. Ama canının hakkını ise hak sahibinin tayin ettiği dünyevi cezasına veya farz olan dini cezaya tahammül ile telafi etmesi gerekir.

Ama Allah'a karşı da yalvarıp yakarmalı, tövbe etmeli, ibadet etmeli, ve riyazet çekmelidir. Bunlar hak sahibinin rızasını elde etmek ve kendi nefsinin hakkını eda ettikten sonra olursa Allah'ın geniş rahmetine nail olması ümid edilir. Tövbenin şimdiki zamanla ilgili kapsamına aldığı iki şeyden biri, işlemek üzere olduğu günahı sırf Allah'ın yakınlığına ermek için terketmesi, diğeri ise hakkına tecavüz ettiği kimseyi kendisinden emin kılmak ve ona verdiği zararı telafi etmesidir.

Tövbenin gelecek zamanla ilgili şamil olduğu iki şeyden birisi işlediği günaha dönmemeyi kesin bir şekilde azmetmektir. Öyle ki onu öldürseler de, yaksalar da o günahın benzerini ne isteyerek ve ne de zorla yapmaya razı olmamalıdır. Diğeri ise o hususta sebat göstermeye azmetmektir. Azmeden kimse kendine güvenmiyorsa adak, keffaret ve günaha dönmeyi engelleyen benzeri şeylerle azmini sabit kılmalıdır. Tereddüt ettiği ve niyetinde günaha dönme ihtimali olduğu müddetçe de o sebat asla hasıl olmaz.

Bu işlerle Allah'a yakınlaşmaya niyet etmeli ve sadece O'nun emrine itaat kasdıyla hareket etmelidir ki "Günahtan tövbe eden, hiç günah işlememiş kimse gibidir." zümresine girebilsin.

Bütün bunlar normal insanların günahlardan tövbe etmesi için gerekli şartlardır. Bu zümre hakkında Allah-u Teala şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler, Allah'a kesin bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki Allah sizin kötülüklerinizi örter."[33]

Ve yine şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kabahat işleyenler sonra da hemencecik tevbe edenler içindir…"[34]

Evla olan şeyi terketmek sebebiyle masumların yaptıkları tövbenin şartları da buradan anlaşılmaktadır. Bu hususta da şöyle buyurmuştur:

“Andolsun Allah, Peygamber’in, muhacirlerin ve ensarın üzerine tevbe ihsan etti ki onlar ona güçlük saatinde tab'i oldular.”[35]

Seyr-u süluk ehlinin özel tövbesi ise iki şeydendir. Birincisi salikin metlup  (Allah)'dan gayrisine iltifatından tövbe etmesidir. Bu yüzden Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Sağ ve sol saptırıcıdır." İkincisi ise, terakki etmesi gereken mertebeye dönmek veya onda kalmaya razı olacak bir şekilde ona ilgi duymak veya o mertebede kalmaktan tövbe etmesidir. Zira bütün bunlar onun için günah sayılmaktadır. Bu yüzden "İyilerin iyiliği Allah’a mukarreb olan kullardan günah sayılır." denilmiştir. Bu günahtan tövbe etmeli, günahlarda ısrar etmeyi terketmeli, Allah'tan bağışlanma dilemeli, geçmiş kusurları sebebiyle pişman olmalı ve Allah-u Teala'nın dergahına yalvarıp yakarmalıdır.

Her kim tövbe eder ve Allah'a halis kalırsa "Şüphesiz Allah, tevbe edenleri ve temizlenenleri sever."[36]

2. FASIL

ZÜHD

Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"Onlardan bazı gruplara kendilerini onunla denemek için yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme"[37]

Zühd, rağbet etmemek demektir. Zahid ise yiyecek, içecek, giyecek, mesken, dünyevi lezzetler, mal, makam adının anılmasına, sultanlara yakınlaşmaya, emir sahibi olmaya ve ölümle ayrılacağı diğer dünyevi şeylere rağbet etmeyen kimsedir. Elbette bu ilgisizlik, acizlik, cehalet ve belli bir garaz veya karşılık sebebiyle değil, Allah’ın rızası için olursa zühd sayılır.

Ama gerçek zahid cehennem azabından kurtuluşa ve cennet sevabına da tamahı olmayan kimsedir. Nefsin zikredilen şeylerden yüz çevirmesi, fayda ve etkilerini bildikten sonra onun için meleke haline gelmiş olmalı, herhangi bir tamah, ümid ve dünya veya ahiret garazlarından bir garazla karışık olmamalıdır.

Bu sıfatların nefs için meleke olması, nefsi zor riyazetler ile isteklerinden alıkoymakla ve zor işleri yapmaya mecbur etmekle olur. Böyle olacak olursa nefsani garazları terketmek onda meleke haline gelip kökleşebilir.

Nakledildiğine göre zahitlerden birisi tam otuz yıl kelle-paça ve palude[38] sattı ama bir defa olsun tadına bakmadı. Ona bu riyazetinin sebebini sorduklarında şöyle dedi: Nefsim bu iki yiyeceği istediğinde riyazet çektim ki artık hiç bir lezzete rağbet etmesin…

Hakikat yolunu katetmede zühdün faydası, saliklerin bir şeylerle meşgul olmadan hedefine varabilmesi için her türlü meşguliyet ve oyalanmanın uzak olmasıdır.

3. FASIL

fAKİRLİK

"…Güçsüz zayıflara hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur."[39]

Fakir, malı olmayan veya olsa da kendine yetmeyen kimseye denir. Burada ise eline mal geçse de mal ve dünyevi şeylere özen göstermeyendir. Elbette bu ilgisizliği cehalet, acizlik, tiksinme, gaflet, başka lezzetler elde etmek, makam adının anılmasını sevmek, cehennem azabından korkmak veya ahiret sevabına ulaşmak maksadıyla değildir. Aksine, hakikat yoluna yönelmenin gereği olan dünyaya az ilgi duymaktan ve ilahi yöne dikkatli şekilde kendini adamaktan dolayı olmalıdır. Tâ ki Allah'tan gayrisi ona hicab (engel, perde) olmasın. Hakikatte bu fakirlik zühdün bir bölümüdür.

Nitekim Resulullah (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar sizlere cennetin padişahlarını tanıtayım mı?” Orada olanlar: "Evet" deyince Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Zayıf, mustaz'af, soluk yüzlü, iki yıpranmış elbisesi olan ve kendisine itina edilmeyen kimselerdir. Bunlar, Allah'a ant verirse Allah onların dediğini yerine getirir.”[40]

Resulullah’a "Eğer istiyorsan sana Mekke dolusu altın verelim." diye buyrulunca da şöyle dedi: “Hayır; ben birgün aç kalıp senden istemeyi ve bir gün de doyup sana şükretmeyi istiyorum.”

4. FASIL

RİYAZET

Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:

"Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsini de heva (istek ve tutkular) dan sakındırırsa artık hiç şüphesiz cennet, (onun için)bir barınma yeridir."[41]

Riyazet (lügat açısından), atları istenilmeyen hareketleri yapmaktan alıkoymak ve sahibinin istediği şekilde hareket etmesini melekesi haline getirmektir.

Burada riyazetten maksadımız ise hayvansal nefsi, şehevet ve gazap kuvveleri ile bu iki kuvveye bağlı şeylere itaatten alıkoymaktır. Ve yine nefs-i natıkayı (düşünen nefsi) hayvanî kuvvelere, ahlakî ve amelî pisliklere teslim olmaktan uzak tutmaktır. Örneğin mal toplama düşkünlüğü makam hırsı ve bunların gerektirdiği hile, hokkabazlık, gıybet, bağnazlık, gazab, düşmanlık, kin, hased, fesad vb. kötü sıfatlardan temizlemektir. Riyazet insanî nefsinin mümkün olan kemaline ulaştıracak itaat ve amelleri meleke haline getirmesidir.

Şehevi kuvveye tabi olan nefse, behimi (hayvansal) nefis derler. Gazabi kuvveye tabi olan nefse, sebui (yırtıcı) nefis derler. Kötü ahlakı meleke edinen nefse ise şeytanî nefis derler. Kur'an'da bunların tümüne, kötülükleri sabit hale gelince nefs-i emmare, yani kötülüğü emreden nefis denilmektedir.

Ama eğer ahlakî kötülükler sabit hale gelmez, bazen kötülüğe, bazen de hayra meylederse, hayra meyledince şerden pişman olur ve kendini kınarsa bu nefse de nefs-i levvame derler.

Akla tabi’ olan ve hayrı taleb etmeyi meleke haline getiren nefse ise nefs-i mutmainne derler.

Riyazetten maksad üç şeydir:

1- Hakka ulaşmaya engel olan zahirî ve batınî meşguliyetleri ortadan kaldırmak.

2- Kemale yönelmeye sebeb olacak bir şekilde hayvanî nefsin amelî (kılgın) akla itaat etmesi.

3- İnsanın kendine mümkün olan kemale ulaşması için Hakk Teala'nın feyzini kabule hazırlayan şeyleri meleke haline getirmesi.

5. FASIL

MUHASEBE VE MÜRAKABE

Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"İçinizde olan açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onunla sorguya (muhasebeye) çeker."[42]

Muhasebe, hesaplaşmak ve kontrol etmek demektir. Burada muhasebeden maksad insanın itaat ve günahlarından hangisinin daha çok olduğunu hesaplamasıdır. Eğer itaati fazla ise o zaman da itaatin günahlardan çokluğunun, Allah'ın kendisine ikram ettiği nimetlere karşı oranın ne olduğuna bakmalıdır. Evvela vücuduna dikkat etmelidir. Organlarının yaratılışında o kadar hikmetler vardır ki anatomi bilginleri bu konuda akıllarının aldığı kadarıyla birçok kitap yazmışlardır. Halbuki anladıkları şeyler deryadan bir damla mesabesindedir. Allah-u Teala ondaki nebatî ve hayvanî kuvvelerde sayısız faydalar yaratmıştır. İlim ve makulatı (anlakalırları) bizatihî, mahsusatı ise bigayrihî idare eden nefiste sayısızca incelikler yaratmıştır. Yaratılışının evvelinde rızkını takdir etmiş ve terbiye ve yücelmesi için gerekli tüm sebebleri vücuda getirmiştir.

O halde itaatinin çokluğunu Allah'ın sayılamayacak kadar çok olan nimetleriyle ölçecek olursa her haliyle acizliğini anlar. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:

"Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz."[43]

Ama eğer itaat ve günahları eşit olursa bilmelidir ki, bu nimetler karşısında hiç bir kullukta bulunmamıştır. Böylece kendi acizliğini açık bir şekilde anlar.

Ama eğer günahları itaatinden daha çok ise eyvahlar olsun ona, eyvahlar!

O halde, kemal talibi nefsini böyle muhasebe edecek olursa sadece itaati artar ve kendini baştan başa itaat ehli kılmadığı için de suçlu bulur. Bu yüzden şöyle buyrulmuştur:

"Hesaba çekilmeden önce kendi nefsinizi hesaba çekin."[44]

Ama eğer nefsini muhasebe etmez ve günahlara dalarsa "Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz."[45] anında onu hesaba çekerler. Böylece elim bir azaba ve büyük bir hüsrana uğrar. O gün hiç kimse adına bir şey ödenmez, hiç kimseden bir şefaat kabul edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz ve yardım görülmez. Allah bizleri o günden korusun.

 Mürakabe ise, iyiliklerini batıl edecek hiç bir şey yapmaması için daima zahir ve batınını korumasıdır. Yani, açık vaya gizli bir günah işlememesi ve ister çok, ister az hak yolunu katetmekte kendisine hiç bir şey engel olmaması için bütün hallerini gözönünde bulundurmalıdır. Daima "Allah kalbinizden geçeni bilmektedir. Artık ondan kaçının."[46] gerçeğini gözönünde bulundurmalıdır. Tâ ki, Allah'a vusul makamına ersin. Allah kullarından dilediğini başarıya erdirir. Şüphesiz ki Allah Latif ve Habir'dir.

6. FASIL

TAKVA

Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: "Hiç şüphesiz Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız takvaca en ileri olanınızdır."[47]

Takva, Allah'ın gazbından veya O'ndan uzak düşmekten korkarak günahlardan sakınmaktır. Nitekim iyileşmek isteyen hastayı da kendisine zararlı olan şeyleri yemekten ve hastalığını artıran teşebbüslerde bulunmaktan alıkoymak gerekir ki iyileşmesi mümkün olsun.

Bunun gibi kemal talibi olan nakıs insanlar da kemale aykırı olan veya kemalin kazanılmasına engel olan veya kemali taleb yolunda saliki seyr-u süluk etmekten alıkoyan şeylerden sakındırmak gerekir ki vusul için gerekli veya seyr-u sülukta yardımcı olan şeyler etkili ve faydalı olsun.

"Kim Allah’tan korkarsa (takvalı olursa) onun için kurtuluş yolu açar ve onu hesaba katmadığı bir yönden de rızıklandırır…"[48]

Takva üç şeyin bir arada bulunmasıdır:

1- Korku.

2- Günahlardan kaçmak.

3- Allah'a yakınlaşmayı taleb etmek.

Bunların her birisi de bu özet risalede yeri gelince detaylıca beyan edilecektir. Kur’an ve hadislerde bir çok yerde takva zikredilmiş ve muttakiler övülmüştür. Hedeflerin hedefi ise Allah-u Teala'nın muhabbetidir:

"Hayır; kim ahdine vefa eder ve sakınırsa kuşkusuz Allah muttaki olanları sever."[49]

 


[1] – Kehf/19.

[2]– Sünen-i Ýbn-i Mace, c.2, s.1262, 3841. Hadis.

[3] – En'am/82.

[4] – Bakara/25.

[5] – Nisa/136.

[6] – Hucurat/14.

[7] – Hucurat/15.

[8] – Bakara/3.

[9] – Enfal/2.

[10] – Enfal/4.

[11] – Yusuf/166.

[12] – Ýbrahim/27.

[13] – En’am/ 71.

[14] – En'am/162.

[15] – Sünen-i ibn-i Mace, c.2, s.1413, 26. bab, 4227. Hadis.

[16] – Nisa/114.

[17] – Tevbe/119.

[18] – Ahzab/23.

[19] – Nisa/69.

[20] – Meryem/41,56.

[21] – Meryem/50.

[22] – Zümer/54.

[23] – Kâf/33.

[24] – Mümin/13.

[25] – Kâf/31-35.

[26] – Kâf/5.

[27] – Zümer/3.

[28] – Bihar-ul Envar, c.69, s.93 (Beyrut basýmý).

[29] – Kehf/110.

[30] – Bihar-ul Envar, c.67, s. 242 (Beyrut basýmý).

[31] – Nûr/31.

[32]– Sahih-i Müslim, c.4, s.275.

[33] – Tahrim/8.

[34] – Nisa/17.

[35] – Tevbe/117.

[36] – Bakara/222.

[37] – Tâhâ/131.

[38]– Niþasta ve þekerden yapýlan tel biçiminde olan bir tatlý (müt).

[39] – Tevbe/91.

[40]– Sünen-i Ýbn-i Mace, 2/1378.

[41] – Naziat/40-41.

[42] – Bakara/284.

[43] – Ýbrahim/34.

[44]– Bihar-ul envar, 67/73.

[45] – Enbiya/47.

[46] – Bakara/235.

[47] – Hucurat/13.

[48] – Talak/2-3.

[49] – Âl-i Ýmran/76.