“Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” Müminun, 115

Hz. Ali’nin (a.s) Sözlerinde Kur’an

Hz. Ali’nin (a.s) Sözlerinde Kur’an

Ayetullah Cevadi Amuli

 

Giriş

Hz. Ali’nin (a.s) sözlerinde Kur’an’ın varlığı ve Kur’an hakkındaki kılavuzluklarının başlıca öğeleri, üç temel esasa dayanmaktadır:

1- Ali’nin (a.s) sözlerinin içeriğinin Kur’anî içerikle uyumu, konularının Allah’ın kitabının ayetleriyle delillendirilmesi ve Kur’anî konuların Hz. Ali’nin (a.s) sözlerindeki zuhuru.

2- Müminlerin Emiri’nin (a.s), Kur’an’ın özel ayetlerini şahit olarak göstermesi ve bazı özel durumlarda hikmet dolu Kur’an’ın ilahi ayetlerine sarılması.

3- Ali b. Ebi Talib’in (a.s) diliyle Kur’an-ı Kerim’in hakikatlerinin tanıtımı, daveti ve beyanı.

İlk ve ikinci maddelerde yer alan başlıca öğelerin, üçüncü maddede yer alan öğelerden temel farklığı şudur ki ilk iki maddenin başlıca öğesi içeriden Kur’an-ı Kerim ile irtibat halinde olması, ama 3. maddenin dışarıdan irtibat halinde olmasıdır. Bu yüzden önceki iki öğeyi Kur’an tefsiri ve Kur’anî kavramların açıklanması ve üçüncü öğeyi ise Kur’anî ilimler ve temel esaslarını tanıma türünden kabul etmek mümkündür. Başka bir ifadeyle birinci ve ikinci maddelerin temel sonucu, Kur’an’ın ne dediğidir. Ama üçüncü maddenin temel sonucu, Kur’an’ın ne olduğu ve nasıl anlaşılabileceğidir.

Bazı kitap veya ilmi tekniklerin içsel ve dışsal tanımının birbirinden farklı olması mümkündür. Ama özel bir kitabı veya özel bir ilmi tekniği metnine istinad ederek dışsal tanımını temin etmek mümkün değildir. Ama Kur’an-ı Kerim bu özelliğe sahiptir ve bu esas üzere önceki ve sonraki Kur’an bilimini, bizzat Kur’an’ın incelenmesiyle temin etmek mümkündür. Zira Kur’an zahir, batın, evvel ve ahir olan Allah’ın kelamı ve kitabıdır. Eğer mütekellim ve kitap sahibinin iç ve dışı aynı olursa kelam ve kitabının derun ve harici de birbirine yabancı olmaz. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’in derununu inceleyerek hem Kur’ani kavramları ve hem de Kur’anî ilimleri elde etmek mümkündür. Yani hem Kur’an’ın ne dediğini ve hem de Kur’an’ın nasıl anlattığını anlamak mümkündür.

Hz. Ali (a.s) Kur’an-ı Kerim hakkındaki tam bilgisi esasınca, Kur’an bilimin birinci ve ikinci öğesini sunmakla birlikte, dışarıdan bu büyük semavi kitap hakkında incelemeye koyulan diğerlerine, Kur’an bilimin üçüncü temel öğesini de öğretmiştir.

Bir: Kamil İnsanın İlmi

Hz. Ali b. Ebi Talib (a.s) kâmil insanın ve ilahi kâmil halifenin en açık bir örneğidir. Böyle bir insan Allah’ın güzel isimlerinin tecelli yeri ve yüce sıfatlarının mazharı olan imkân âlemindeki tüm hakikatleri bilmektedir.

“Ve Adem’e bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere göstererek, «Eğer doğru sözlü iseniz bunların isimlerini bana söyleyin» dedi.” [1]

Ayeti esasınca Adem’in özel şahsiyeti değil de, ademiyetin yüce makamı olan kâmil insan bütün tekvini ve ilahi isimleri husuli ilimle değil, şuhudi bir ilimle bilmektedir ve böyle bir ilim, malumu (bilineni) bulmak ile birliktedir.

Bu açıdan Allah’ın güzel isimlerinin aynası olan tüm isimler ilahi halifenin müşahede ve ihata ettiği gerçeklerdir. Böyle bir vicdan (bulmak/ermek) ve ihata, kitabın mektuba (yazılmış olana) ihatası gibidir.

Kamil İnsan, Cami (Kapsamlı) Kitaptır.

Eğer her varlığı bir kelime, ayet veya özel bir sure olarak kabullenecek olursak, kapsamlı varlık olan kâmil insan da bütün âlemdeki ayet ve surelere sahiptir. Böylesine bir ilahi halifenin hakikati, Allah’ın kapsamlı kitabıdır.

Önceki bilgiler ışığında anlaşıldığı üzere hiç kimse ismet Ehl-i Beyt’inden –ki Müminlerin Emiri (a.s) Allah’ın velilerinin ve ilahi halifelerin efendisidir- daha iyi bir şekilde Kur’an’ı dışarıdan tanıtamayacağı gibi, Kur’an’ın deruni muhtevasını da açıklayamaz.

Kamil insanın dengi olan Kur’an’ın kendisi de, kâmil insan hükmündedir; ondan daha üstün değil. Elbette mülk aleminde ve teklif yurdunda kâmil ve melekuti insanın düşük aşamaları, Kur’an hakikatinde tabidir. Ama değerlendirme noktasında Kur’an’ın her aşamasında hesabını kamil insanın yüce makamlarından özel bir aşamayla kıyaslayarak dikkatle incelemek gerekir.

Kamil insan tüm kemallere sahiptir ve tüm kelimeleri ihtiva etmektedir. Bu yüzden de şöyle diyebilir:

 “Bana kapsamlı kelimeler verildi.” [2]

Nitekim bu hakikat Resul-i Ekrem (s.a.a) hakkında nakledilmiştir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Müminlerin Emiri (a.s) hakkında şöyle buyurmuştur:

 “Ali’ye kapsamlı ilimler verilmiştir.” [3]

Gerçi “kapsamlı kelimeler” başlığı da yeterlidir. Zira kâmil insanın makamı, bir hakikatten fazla değildir ve mülk âleminde

 “ve nefislerimiz ve nefisleriniz” [4]

 Ayeti esasınca Ali b. Ebi Talib’in (a.s) mübarek varlığı, Resul-i Ekrem’in tertemiz ruhudur.

Dolayısıyla insanbilimci görüş sahiplerinin de şehadeti esasınca kamil insanın hakikati, diğer kitaplar, kelimeler ve varlıklara egemen olan, kuşatan kitabın ta kendisidir. Zira kamil insan Allah’ın en büyük isminin mazharıdır. Ama diğer varlıklar, diğer isimlerin mazharıdır.

Kamil İnsan, Allah’ın Halifesidir

Kapsamlı varlık olan insan, tüm her şeyi ihata eden Allah’ın halifesidir. Zira halifenin, halifesi olduğu varlığın boşluğunu doldurması gerekir. Dolayısıyla halifesi olduğu varlıkta herhangi bir boşluk yoksa halifesi, onun ihata ediciliğinin mazharı olur. İhata eden Allah’ın mazharı ise, kapsamlı varlığın ta kendisidir.

Müminlerin Emiri (a.s) ilahi hilafetin melekuti makamına sahip olan ilahi insanların faziletlerinden bazısını şöyle dile getirmiştir:

 “İlim, hakikatin basireti üzere aniden onlara yönelmiştir; yakin ruhunu elde etmişlerdir; refah içerisinde olanların zor gördüğü şeyleri onlar kolay bulmuşlardır; cahillerin korkup kaçtıkları şeylere onlar ünsiyet etmişlerdir. Ruhları en yüce makama (Allah’ın rahmetine) asılı olduğu halde, bedenleriyle dünyada yaşamaktalar. İşte bunlar Allah’ın yeryüzündeki halifeleri ve halkı O’nun dinine davet etmekteler. Âh! Âh! Onları görmeyi ne kadar da arzuluyorum!” [5]

İnsanın yeryüzündeki hilafetinden maksat, hilafet sınırlarının yeryüzü ile sınırlı olması değildir. Aksine maksat, insanın hilafet bölgesinin çok geniş olduğudur. Ama insanın mülki ve elementsel varlığı yeryüzünde yaşamaktadır.

Kamil İnsan Konuşan Kur’an’dır.

Hz. Ali (a.s) kendisini Allah’ın halifesi ve velisi olarak anmaktadır. Nitekim mali ve sadaka işlerinden sorumlu olanlara yazdığı resmi mektubunun bir bölümünde şöyle demiştir:

 “Sonra şöyle söyle: “Ey Allah’ın kulları! Al­lah’ın velisi ve halifesi, beni size gönderdi.” [6]

Aynı şekilde Hz. Mehdi’ye (ruhlarımız ona feda olsun) uyarlanan kamil insan hakkında da şöyle buyurmuştur:

 “O, dinin hüccetlerinin bakiyesi, ilahi peygam­berlerin halifelerinden bir halifedir.” [7]

O halde dış evren, suskun kitaptır. İç evren; yani kamil insan ve ilahi halife ise konuşan bir kitaptır. Yazılı Kur’an, dış evrenin sırlarını bağrında taşımaktadır. Kamil insan ise bütün bu sırları kendi içinde müşahede etmektedir. Nitekim Şeyh Mahmud Şebosteri bu konuda Golşen-i Raz kitabının bir yerinde şöyle buyurmaktadır:

“Evreni tümüyle Hakk’ın nurunun ışığı bil

Hak onun içinde açıklığından gizlidir

Evren insan oldu ve insan bir evren

Bundan daha temiz bir açıklama yoktur

Evren senindir ve sen zavallı aciz

Senden daha mahrumunu görmemiş kimse

Evreni tümüyle kendinde görmelisin

Sonunda gelecek her şeyi önceden görmelisin”

Hilafetin Allah’a İsnadı

Bazen “halife” unvanı münezzeh olan Allah hakkında ifade edilmektedir. Örneğin Allah için salik, salih ve mütevekkil kulun halifesi denmektedir. Tıpkı mümin sıfatı gibi ki hem Allah ve hem de Allah’ın kulu hakkında kullanılmaktadır.

Allah hakkında halife unvanı Nehc’ül Belağa’da da vardır. Hz. Ali (a.s) yolculuğa çıkmak istediğinde yaptığı duasında şöyle buyurmuştur:

 “Allah’ım sensin yolculukta yoldaşımız ve sensin ehlimizi bıraktığımız/emanet ettiğimiz. Bu ikisi senden gayrisinde toplanmaz. Zira ehlimizi emanet etti­ğimiz, bizimle yoldaş olamaz, bize yoldaş olan da ehli­mizle/ailemizle geride kalamaz. (Her yerde hazır/nazır olan sadece sensin.)” [8]

Allah hakkında halife unvanının kullanılmasını karmaşık hale getiren şey Allah’ın asaleti ve kulunun fer’i oluşudur. O halde hilafet için, aslolandan feri olanı doğru bir şekilde algılayabilmek nasıl mümkündür?

Aynı şekilde kul hakkında Allah’a oranla halife unvanının kullanımını zorlaştıran şey, her şeyi ihata eden, hiçbir zerreden uzak olmayan Allah’a oranla kulun hilafeti hakkında doğru bir düşüncenin olmayışıdır. Zira Allah hiçbir şeyden uzak ve gaib değildir ki Allah için bir halef ve öte diye bir şey düşünülebilsin ve bu kulu, Allah’ın gıyabında Allah’a ait işlerin yönetimini üstlenebilsin.

Elbette bu hususlar “kamil insan Allah’ın halifesidir” başlığı altında ele alındı ve çözüm yolları ifade edildi.

İki: Ali B. Ebi Talib (a.s) Kur’an-ı Hekim’in Tanıtıcısıdır

Kur’an’ı çeşitli boyutlarını incelemek için Müminlerin Emiri’nin liyakat ve uygunluğu iki cihetten ispat edilebilir:

1- Hz. Ali (a.s) tertemiz Ehl-i Beyt’ten (a.s) sayılmaktadır. Dolayısıyla o mukaddes zatların Kur’an ve marifetleri hususunda liyakatini ve ehliyetini ispat eden deliller, Hz. Ali’yi (a.s) de kapsamıştır.

2- Hz. Ali’nin (a.s) ilmi ve ameli salahiyeti hususunda çok özel naslar mevcuttur.

Ehl-i Beyt (a.s) Kur’an’ın Yegâne Tanıtıcısıdır

Ehl-i Beyt’in tayin edilmesinin önceliğinin ve Kur’anî kavramlar ve ilimleri açıklamak için kesin ehliyetinin delillerinden biri de, Sünni ve Şia’nın senet ve metnine kesin olarak inandıkları Sekaleyn hadisinin yanı sıra, Hz. Ali’nin (a.s), ismet Ehl-i Beyt’inin azameti hakkındaki sözlerdir. Nitekim Hz. Ali (a.s) Nehc’ul Belağa’da şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın sırrının yeri, emrinin sığı­nağı, ilminin kay­nağı, hükümlerinin merkezi, kitapları­nın barınağı, dininin dağları Ehl-i Beyt’tir. Dinin bel büküklüğü onlar ile doğ­rulur ve titremesi onlar saye­sinde gider, dincelir.” [9]

 “Bu üm­metten hiç kimse Muhammed (s.a.v)'in Ehl-i Beyt'iyle mukayese edilemez. Hiç bir zaman (Ehl-i Beyt'in) nimetlerinin üzerine aktığı kimseyle (Ehl-i Beyt) bir sayıl­maz. Onlar dinin esası, yakinin direğidir… Velayet hakkının özellikleri sa­dece onlarındır. Vasiyet ve veraset de onlar­dadır.” [10]

 “Hidayet bizimle istenebilir, körlük bizimle giderilebilir.”[11]

 “Kur’an’ın yücelikleri onlardadır. Onlar, rahmanın hazineleridir; konuştukları zaman doğru söylerler. Sus­tuklarında kimse onları geçemez.” [12]

 “Onlar, (Ehl-i Beyt) ilmin hayatı ve dirilişi, cehaletin ölümüdürler. Size, hilimleri ilimlerinden, zahirleri batınlarından ve sükûtları konuşmalarındaki hikmetlerinden haber verir. Hakta ay­rılığa düşmez, ona karşı durmazlar. Onlar, İslam’ın di­rekleri ve halkın sığınaklarıdır. Hak, onlarla yerine ge­lir, batıl onlarla yerinden ayrılır ve dili kökünden kesi­lir. Dinin hükümlerini işitip rivayet ederek değil, kavra­yıp uygulayarak anlamışlardır. Çünkü ilmi rivayet eden çoktur, ama riayet/amel eden çok azdır.” [13]

“Şüphesiz Allah tebereke ve teala bizleri tertemiz kıldı, bizi masum kılıp korudu, bizleri yaratıkları üzerinde şahitler, kulları üzerinde hüccetler kıldı. Bizleri Kur’an ve Kur’an’ı da bizlerle beraber eyledi: Böylece ne biz ondan ve ne de o bizden ayrılmaz.” [14]

 “Nereye gidiyorsunuz? Nasıl da döndürülüyorsu­nuz?… Oysa Nebinizin Ehl-i Beyt'i aranızdadır. Onlar hakkın öncüleri, dinin alameti, doğruluğun dilidirler. Onları Kur’an'ın en güzel menzillerine (kalplerinize) indirin. Susuz kimsenin suya koşuşu gibi onlara koşun. Ey insanlar! Son Peygamberin söylediği şu sözü alın. “Bizden olup da ölen gerçekte ölmemiştir ve bizden olup da eskiyen gerçekte eskimemiştir” [15]

 “Bizler peygamberlik ağacı, risaletin indiği mekân ve meleklerin in­ip çıktığı yeriz; ilmin madeni, hükmün kaynağıyız.” [16]

 “Çünkü bizler Rabbimiz tarafından terbiye edilmiş kişileriz ve halk da bizim tarafımızdan terbiye edilmektedir.”[17]

Ehl-i Beyt’in (a.s) ilmi ve ameli faziletleri Nehc’ul Belağa’da yer alanlardan çok daha fazladır. Hakeza söz konusu kitapta yer alanlar bile orantı olarak burada naklettiklerimizden çok daha fazladır.

Önceki Rivayetlerin Özeti

Ehl-i Beyt’in (a.s) azameti hakkında hatırlatılan şeylerin içeriği şunlardan ibarettir:

1- Resul-i Ekrem’in masum hanedanı; Allah’ın sırlarının taşıyıcısı, ilminin sandığı, Allah’ın semavi kitaplarının karargâhı ve dininin sıradağlarıdır.

2- İslam ümmetinden hiç kimse ismet Ehl-i Beyt’inin (a.s) dengi değildir ve onlarla mukayese edilemez. Onlar dinin esaslarıdır ve yakinin direkleridir.

3- Hidayet, Ehl-i Beyt (a.s) vesilesiyle bağışlanmaktadır ve insanların batınî körlüğü onlar vesilesiyle giderilmektedir.

4- Kur’an-ı Kerim’in ve ayat-i kerimelerin hakikati Ehl-i Beyt’te gizlidir. Ehl-i Beyt Rahman olan Allah’ın hazineleridir. Eğer konuşacak olurlarsa sözlerinde doğru olurlar. Eğer susacak olurlarsa hiçbir şey onları susmaya mahkûm etmemiştir. Hiçbir dış makama esir olmamışlardır. Aksine bizzat kendileri söz sahipleri ve kelam emirleri olduğu için konuşmak onlara esir düşmüştür ve onların egemenliği altında bulunmaktadır. Maslahat olduğu zaman konuşurlar ve susmak gerektiği yerlerde ise susarlar.

5- Onlar ilmin hayatıdırlar ve ilim onların yardımıyla ihya olmuştur. Hak hususunda ne muhaliftirler ve ne muhtelif. Hak onların yardımıyla gerekli makama ulaşır ve batıl kendi yerinden sökülüp atılır.

Ehl-i Beyt, Allah’ın dinini akıllı bir şekilde yerli yerine oturtmakta, Allah’ın emirlerine riayet etmekte; sadece işitmek ve söylemekle yetinmemektedir.

6- Allah onları günahlardan korumuştur, kullarının amellerine şahit kılmıştır, onları Kur’an’a denk saymış ve Kur’an’ı onlarla birlikte kılmıştır. Öyle ki onlar asla Kur’an’ı terk etmezler ve Kur’an da onları asla terk etmez.

7- Herkim Peygamber’in Ehl-i Beytinin (a.s) yolundan başka bir yola koyulacak olursa sapıktır. Hakk’ın önderleri, dinin bayrakları ve doğruluk dilleri, tertemiz Ehl-i Beyt’in hakikatidir. Dolayısıyla Ehl-i Beyti Kur’an’i derecelerin en iyisine yerleştirmek ve susamış kimse gibi Ehl-i Beyt’in tertemiz marifetler kevserine yaklaşmak gerekir.

8- Eğer onlardan biri zahiren ölecek olursa, velayet ve imametinin hakikati diridir, onun hakikati asla eskimek bilmez.

9- Tertemiz Ehl-i Beyt (a.s), Allah’ın yaratığı ve terbiye ettiği kimselerdir. Ama diğerleri ise o nurani zatların ilmi ve ameli güzelliklerinden ve bereketlerinden faydalanmak amacıyla terbiye edilmişlerdir.

Üç: Kur’an-I Kerim’in Faili Düzeninin İncelenmesi

Varlığı zatının aynısı olmayan her varlık, bir sebebe muhtaçtır. Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

 “Kendisinden başkasına dayanan her şey, maluldur/sonuçtur. (sebebi vardır)”[18]

Yani bütün imkani varlıklar, bir sebebe dayanmaktadır ve de Allah’ın yaratığı konumundadır.

 “Allah her şeyin yaratıcısıdır.”[19]

Lakin evrenin yaratılışı, yaratığın yaratıcıdan ayrılığı ve uzaklaşması esasına dayalı değildir. Zira her türlü ayrılma ve uzaklaşma, faili sebepte bir değişikliğin oluşmasını gerektirir. Her şeyin yegane faili mebdesi olan Allah ise, her türlü değişiklikten münezzeh ve her türlü değişimden uzaktır. Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s), Allah hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Hali değişmez, halden hale de girmez. Geceler ve gün­düzler Onu eskitemez, aydınlıklar ve karanlıklar, Onu değiştiremez.”[20]

Yani Allah’ta hiçbir değişim ve başkalaşım yoktur ve zamanın geçmesi, Allah hakkında hiçbir değişimi vücuda getirmemektedir. Hz. Ali (a.s) hakeza şöyle buyurmuştur:

“Hiç bir iş Onu meşgul edemez, hiç bir zaman Onu de­ğiştiremez.”[21]

Yani hiçbir iş onu kendisiyle meşgul etmemektedir ve zamanın geçmesi onda hiçbir değişimi vücuda getirmemektedir.

Yaratılış Aleminin Tecellisi

Alemin yaratılışının makul ve en iyi yorumu Allah’ın tecellisidir. Tecelli kavramı Kur’an ve rivayetlerde ifade edilen en zarif kelimelerden biridir. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

 “Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Mûsa da baygın düştü;”[22]

Ahiret hususunda da imalı olarak bu hakikate işaret edilmiştir. Zira Allah-u Teala,

“Deki onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini, O’ndan başka belirtecek yoktur.”[23]

Ayetinde saat ve kıyamet tecellisi bizzat Allah’a isnat edilmektedir.

Büyük kıyamet ve haşir gününde bütün her şey ve insanlar faili değil de mef’uli (edimsel) varlık olarak hazır ve zahir konumdadırlar. Zira bütün bunların hepsi Allah’ın ezici gücünün egemenliğinin altında bulunmaktadır. Bu esas üzere kıyamet tecellisinin yegane etkeni, tecelli edilen Allah’ın kendi zuhurudur. Zira büyük haşir gününde faili olarak zuhur eden ve hazır bulunan hiçbir nur yoktur ki kıyamet aslının aydınlanmasına neden olsun.

Her şahıs veya şeyin tecelli sebebi, Allah’ın o şeydeki rububiyet zuhurudur. Hatta eşya ve işlerin aydınlanmasına ve tecellisine sebep olan günün aydınlığı bile, “Onu ortaya koyan gündüze”[24], bizzat o günün aydınlığa kavuşmasından sonradır. “Açılıp aydınlattığı zaman gündüze ant olsun.”[25] Zira gün, tecelli etmediği müddetçe diğer iş ve şeyleri tecelli ettiremez.

Günün yegâne tecelli sebebi ise sadece Allah’ın rububiyet zuhurudur. Bu zuhur, gece ve gündüz taktir etmekte, birbiri ardınca tekrarlanmakta ve birbirine giydirilmektedir.

“Gece ve gündüzü varlığımıza birer delil kıldık. Bir delil olan geceyi kaldırıp yine bir delil olan gündüzü aydınlık kıldık.”[26]

Bu açıdan söylenebilir ki günün zuhuru gök ve yerlerin nuru olan Allah’ın zuhurudur.

 “Allah göklerin ve yerin nurudur.”[27]

Hz. Ali’nin (a.s) evrenin yaratılış niteliği hakkındaki sözlerinden de anlaşıldığı üzere ilahi yaratışın esası, o şeyin bizzat tecellisinden ibarettir. Nitekim Hz. Ali (a.s) Nehc’ül- Belağa’da şöyle buyurmuştur:

“Yaratıkları için ve yaratıklarıyla tecelli eden Allah’a hamdolsun.”[28]

Yani hamd ve övgü, sadece yaratıkları vesilesiyle onlar için tecelli eden Allah’a mahsustur.

Yaratıcıyı tanıma esası da Allah’ın ilmi tecellisinden ibarettir. Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Yaratıcıları onlar vesilesiyle akıllar için tecelli etmektedir.”[29]

Kur’an-I Kerim’in Tecellisi

Açıklandığı üzere Allah’ın yaratışının esası, kendisinin reel tecellisidir ve ilahi marifetin esası, Allah’ın ilmi tecellisidir. Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın mukaddes zatından zuhur veya suduru da özel tecellisiyledir. Nitekim Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Allah Muhammed’i (s.a.v), kullarını putlara kulluktan kur­tarıp kendine kulluğa, şeytana itaatten ayırıp kendine itaate çağırması için hak ile gönderdi… Kullarına apaçık anlatıp hükümlerini bildirdiği Kur’an ile gönderdi. Noksan sı­fatlardan münezzeh olan Allah, kudretini göstererek onlar görmeksizin kitabında tecelli etti .”[30]

Allah’ın reel tecellisi, tekvini Kur’an’da (evrenin yaratılışında) düşünülürdür; hissedilir değil. Neticede maddi duyulardan üstündür. Allah’ın tedvini Kur’an’daki ilmi tecellisi de hissedilir değil, düşünülürdür. Bu açıdan mülki (dünyevi) duyulardan üstündür. Dolayısıyla maddi hislerden başkasını düşünemeyen mahrum kimseler, Allah’ın kalbi şuhudundan da mahrumdurlar.

Nitekim Allah’ın tekellümü de tıpkı yaratış aslı gibi husuli tefekkürden ve zihni düşüncelerden münezzehtir. Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Konuşandır, fakat düşünerek değil. İrade edendir, kast/himmet etmeksizin.”[31]

Münezzeh olan Allah, böylesine bir söz ile iştiyak duyan kalp sahipleriyle karşılıklı konuşmakta ve sohbet etmektedir. Nitekim Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

 “Her zaman ve fetret dönemlerinde, büyük nimetler sahibi Allah’ın, fikirlerine ve akılla­rına ilham ettiği, akıl ve düşünceleriyle konuştuğu kullar var olmuştur. Bunlar, gözlerindeki, kulakların­daki ve kalplerindeki uyanış nuruyla aydınlanmışlardır. Allah’ın günlerini (eyyamullahı) hatırlatmışlardır.”[32]

Kur’an İlahi Nurdur

Kur’an ilahi özel bir tecellidir. Bu açıdan Allah’ın özel nurunu beraberinde taşımaktadır. Hz. Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Onu aydınlatıcı bir nur, şüpheleri gideren kesin bir delil, apaçık bir program ve yol gösterici bir kitapla gönderdi”[33] Hakeza Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Parıltısı tükenmez bir ışık olan Kitab’ı indirdi. O (Kur’an), dibine inilmeyen bir de­niz, uyanın sapmayacağı bir yol, ışığı kararmayan bir ateştir”[34] Hakeza şöyle buyurmuştur: “Bu öyle bir kitaptır ki onunla hakikatleri görebilir ve kendisiyle konuşabilirsiniz.”[35]

Eğer Allah Kur’an’ı bir nur olarak indirmemiş olsaydı, varlıkları onunla görmek mümkün olmazdı. Zira kalp basiretine sahip olan kimseler, manevi nur ile varlıkları ve şahısları derk etmektedirler. Tıpkı baştaki gözlerin, maddi nurla eşyayı gördüğü gibi.

Söylenmek istenen şudur ki Nehc’ül- Belağa’da açıkça veya işaret ile Kur’an bir nur olarak adlandırılmıştır ve bu özel nur, Allah’ın özel ilminin tecellisinden ibarettir. Gerçi diğer varlıkların tecellisinde feyiz araçları Allah’ın özel memurlarıdır. Lakin Kur’an-ı Kerim’in tecellisinde de yakın faili esaslar da Allah’ın özel ve masum melekleridir. Hz. Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:

“(Hepsi de) usanmaksızın tespih ederler. Göz­lerine uyku girmez, akılları yanılmaz, bedenleri zayıf düş­mez ve unutma gafletine düşmezler. Bazıları O’nun vah­yinin eminleri ve elçilerine (vahyini bildiren) dilidir.”[36]

 “Allah, onları vahyin eminleri ola­rak yaratmış, onlara peygamberleri için emir ve nehiy ema­netleri yüklemiş ve onları kuşkulardan korumuştur.”[37]

 “Vesveseler, aralarında amacına erememiştir ki, kötülüğünü onların düşüncesi üzerinde deneyebilsin.”[38]

Sonuçta faili düzenin mebdei Allah’ın vahyidir. Bu vahyin izhar türü ise, Allah’ın özel ilminin tecellisidir. Bunu taşıyanlar ise Allah’ın özel melekleridir. Bu esas üzere Kur’an’ın faili mihverinde hiçbir aykırılık ve batıl yol söz konusu değildir.

Bu bölümde bütün söylenilen gerçekleri, Kur’an-ı Kerim ayetleriyle delillendirmek mümkündür. Lakin biz burada esas olarak bu konuları Hz. Ali’nin (a.s) sözlerinden istifade etme niyetinde olduğumuz için Kur’an-ı Kerim’e istinat etmekten ve Kur’an-ı Kerim’den istidlalde bulunmaktan sakındık.

Dört: Kur’an’ın İç Düzeninin İncelenmesi

Kur’an-ı Kerim’in iç düzeninden maksat, Hz. Ali’nin (a.s) sözlerinde yer alan Kur’an’ın muhtevasını incelemek değildir. Zira daha önce de söylendiği gibi Hz. Ali’nin bütün sözleri, Kur’an içeriklidir ve Kur’an’a istinat edip dayanmaktadır. Dolayısıyla Kur’an’ın iç düzeninden maksat Kur’an’ın tefsir niteliğini ve asıl yolunu Hz. Ali’nin (a.s) kılavuzluğu ışığında beyan etmektir.

Kur’an Tefsiri Hususunda Kılavuzluklar

Hz. Ali’nin (a.s) sözlerinde Kur’an-ı Kerim’in meşru bir metotla tefsir ve beyan edilmesi hususunda istinbat edilebilecek ince noktalardan bazısına işaret etmek istiyoruz:

1- Kur’an’ın Susması Ve Konuşması:

 Tedvini Kur’an, salt susan ve konuşmayan bir kitap değildir. Aksine suskunluğuyla birlikte bir konuşması ve beyanı vardır. Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:

 “O (Kur’an) onların arasında doğru söyleyen, sustuğu halde konuşan bir şahittir.””[39]

Eğer Kur’an salt suskun olsaydı, asla sözün sıfatı olan doğruluk ve şehadet gibi sıfatlarla nitelendirilemezdi. Ondan da öte, Kur’an’ın konuştuğu da söylenmezdi. Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

 “…Kur’an emreden ve sakındıran, sessiz ve konuşandır. Allah’ın mahlûkata hüccetidir. Allah insanlardan Kur’an’la misak almıştır.”[40]

Tekvini Kur’an, yani yaratılış alemi de sadece suskun ve sessiz değildir. Aksine sessiz olduğu halde bir konuşması ve beyanı vardır. Nitekim Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Eşsiz, örneksiz yoktan var ederek yarattıklarında sanatının eserleri, hikmetinin delilleri apaçık ortadadır. Her yarattığını, varlığına hüccet ve delil kılmıştır. Yarattığı sussa da açık bir dille tedbir ve tasarrufuna delildir ve eşsiz/örneksiz yaratıcısına delaleti sabittir.”[41]

Yaratılış düzeninin konuşması ve suskunluğunun yorumu şudur ki eğer bir kimse, tekvini Kur’an olan reel evren ve varlık düzeni hakkında doğru bir şekilde düşünecek, tefekkür edecek ve doğru ve köklü idrakı esasınca soru soracak olursa, mutlaka ondan mantıklı bir cevap alacaktır. Ama bir kimse düşünmediği için belli bir soru soramayacak olursa asla ondan bir cevap da işitemez. Aynı şekilde yanlışlık içinde olduğu ve kötü düşündüğü için doğru olmayan bir soru sorduğunda da yaratılış alemine doğru olmayan bir cevap yüklemiş olur ve de o yanlış cevabı yaratılış aleminden teslim alır ki bu yanlış düşünce, uygun olmayan rey ile (kendi görüşü esasınca) Kur’an’ı tefsir etmektir. Tekvini Kur’an’ın konuşmasının doğru bir düşünceden sonra mümkün olduğunun kanıtı ise, Hz. Ali’nin bu konuda buyurmuş olduğu şu sözüdür:

“Yarattığı sussa da açık bir dille tedbir ve tasarrufuna delildir ve eşsiz/örneksiz yaratıcısına delaleti sabittir.”[42]

2- Kur’an’ın Konuşmasına Soru Sormanın Etkisi:

Yukarıda söylenen gerçekler, tedvini (yazılı) Kur’an hakkında da geçerlidir. Yani eğer bir kimse ilmi evren olan Kur’an’ın marifet ile ilgili düzeni hakkında düşünecek ve güçlü bir soru sunacak olursa Kur’an-ı Kerim’den doğru bir cevap elde eder. Lakin eğer bir kimse bu konuda doğru dürüst düşünmez, güçlü ve belirli bir soru sunmazsa, asla Kur’an’dan bir cevap da işitmez. Aynı şekilde eğer acemiliğinden veya yanlış yola girdiğinden dolayı doğru olmayan bir soru soracak olursa, yanlışlık yapmayan suçsuz bir Kur’an’a yanlış bir cevap yüklemiş olur. Sonra da onu kendi zannınca Kur’an’dan teslim alır ki meseleyi bu şekilde beyan etmek yanlıştır. Kur’an-ı Kerim’in dilinden kendi fikirsel kuruntularını algılamak ise haram ve yasak olan kendi görüşleri esasınca tefsir etmektir.

Bu esas üzere doğru ve güzel bir soru, ilim ve cevabın yarısıdır. Bu açıdan tekvini ve tedvini Kur’an hakkında soru sormanın sürekli bilinçli olması gerektiği söylenmiştir. Zira “güzel soru sormak ilmin yarısıdır.” [43] Zira doğru bir cevap her zaman doğru bir sorudan sonra gelir.

3- Doğru Sorunun Nitelikleri:

Doğru cevabı algılamaya ortam sağlayan doğru soru, istenilen ilmi veya reel düzenin asli ölçüleriyle uyum içinde olmasındadır. Zira tekvini Kur’an olan reel alem ile tedvini Kur’an olan ilmi evren, bir takım neden, sonuç gibi özel kaidelere bağlıdır. Eğer bir soru reel veya marifet sistemine hakim olan tümel çizgilerle uyumlu olmazsa, ilmi evren olan Kur’an’dan veya reel alemden hiçbir doğru cevap işitilemez.

Tam bir tefekkür ve düşünce içinde olmayan kimse, kapıldığı kuruntularını, birer düşünce olarak algılar. Böylesine hayalci ve kuruntuya kapılmış bir insan, hakikatte sürekli kendi kuruntularına soru sormaktadır ve sürekli olarak batıl cevabın demagojik ve kulakları tırmalayan sesini kuruntularından işitmektedir.

4- Kur’an Bütün İhtilafları Halletme Kaynağıdır:

Tedvini (yazılı) Kur’an, sorunları halletmek ve hakiki ve fikirsel düşmanlıkları sona erdirmek için doğru görüş sahiplerine kaynaklık eden bir kitaptır. Nitekim Hz. Ali b. Ebi Talib (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Bu topluluk bizden Kur’an’ı hakem tayin etmemizi istediğinde noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın kitabından yüz çevirenler olmadık. Çünkü Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Bir şey hakkında çekiştiğinizde o işi Allah’a ve Resulüne döndürün.”[44] Allah’a döndürmek, onun kitabıyla hükmetmemiz; Resulullah’a döndürmek ise, onun sünnetine uymamızdır. Allah’ın kitabıyla, doğrulukla hükmedilecekse, biz buna diğer insanlardan daha layığız. Resulullah’ın sünnetiyle hükmedilecekse, biz buna insanların en ehlinden daha ehiliz.”[45]

Bu yüzden anlaşıldığı üzere evvela Kur’an-ı Kerim’in zahiri, görüş sahipleri için anlaşılır bir haldedir. İkinci olarak zahiri muhtevası, sünnetten bir tahsis[46] ve takyid[47] olmadığı taktirde hüccettir. Üçüncü olarak Kur’an’ın konuşma niteliği görüş sahiplerinin istinbatı esasınca da her türlü kasıttan, nefsani isteklerden ve hevadan münezzehtir. Nitekim bu hutbenin başında şöyle yer almıştır:

 “Biz insanları değil, Kur’an’ı hakem kabul ettik. Bu Kur’an, sadece iki kapak arasına yazılmış, dil ile konuşmayan bir kitaptır. Ona bir tercüman gerek. Onu ancak insanlar açıklar.”[48]

5- Kur’an Ve Üç Grup:

Şimdiye kadar Kur’an-ı Kerim’in üç grup hakkındaki konuşması ve sessizliği incelenmiş oldu.

Birinci grup: Bir takım kimseler, gericilik ve düşüncesizlik sebebiyle Kur’an-ı Kerim hakkında hiçbir soru söz konusu etmemekte ve de sormamaktadırlar. Böylesine hakiki donmuşlar ve sakinlerden ibaret olan bir grup, hikmete dayalı Kur’an’dan hiçbir söz işitmezler ve bu ilahi kitap da onlar hakkında sessizliği tercih etmiştir.

İkinci grup: Bir takım kimseler de eğri ve kötü düşündükleri için Kur’an hakkında bir takım batıl sorular söz konusu etmişlerdir ve yanlış varsayımlara dayanarak, kendi kuruntularını Kur’an’ın sesi olarak düşünmüşlerdir. Bu ilahi kitaba, kendi gönüllerinin istediği gibi ithamda bulunmuşlar ve de bulunmaktadırlar. Oysaki Allah’ın kitabı, bu grup hakkında da sessiz kalmıştır. Zira Kur’an’ın dile getirdiği gerçekleri bu grup işitmemektedir. Onların kendilerinden dinlediği şeyler ise Kur’an-ı Kerim’in sözlerinden değildir.

Üçüncü grup: Tefekkür ve tedebbür[49] üzere olan bu grup ise tefekkür ve tedebbürde bulunarak ve doğru yolu katederek, Kur’an-ı Kerim hakkında makul bir takım sorular sormuşlardır ve de sormaktadırlar. Bu kimseler, Kur’an’dan aynı şekilde uygun cevaplar da almaktadırlar. Bu tür müfessirler, Mü’minlerin Emiri’nin (a.s) ifadesi gereğince Kur’an-ı Kerim’in tercümanlarıdır ve onlar Kur’an’ın diliyle konuşmaktadırlar.

“Onu ancak insanlar açıklar.”[50]

6- Kur’an-I Kerim’in Kendi Hedefleri Hususunda Konuşması:

Kur’an-ı Kerim’in ilk konuşması kendi hedef ve maksadını açıklamaktır. Yani Kur’an-ı Kerim her hangi bir dış konuya delalet etmeden önce kendi deruni uyumu hakkında konuşmaktadır. Kur'an-ı Hekim bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Kur’an’da baştanbaşa hiçbir düşüncesiz söz ve yalan görünmediği gibi birbirine karşı tam bir elastikiyet içindedir ve bu açıdan da Kur’an’ın bütün ayetleri birbirinin benzeri ve de ikişerlidir.” Allah, sözün en güzelini; ahenkli, ikişerli bir kitab halinde indirmiştir” [51]

Hz. Ali bin Ebi Talib (a.s) ise Kur’an ayetlerinin maksada delalet hususunda alışverişleri hakkında Kur’an-ı Kerim’in dilinden şöyle buyurmaktadır:

“Hakeza onda her şeyin açıklamasının olduğunu, ki­tabın bazısının diğer bazısını tasdik ettiğini ve onda hiç bir ihti­lafın olmadığını bildiriyor. Nitekim şöyle buyuruyor: “Eğer o Allah'tan başka­sından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.[52][53]

Yani Kur’an ayetlerinin tümü birbirini onaylamakta ve birbirini açıklamaktadır. Eğer bir ayette herhangi bir konu söylenecek olursa o konu başka bir ayet veya ayetlerin yardımıyla açıklığa kavuşmaktadır. Umumiyeti özelleşmekte, mutlak oluşu kayıt altına alınmaktadır. Delilleri ifade edilmektedir. Böylece çeşitli tefsirleri ve maksatları açıklığa kavuşmaktadır. Zira bazı ayetlerin açıklamasını diğer bir ayetin dilinden duymak gerekir. Bazı ayetlerin tefsiri başka ayetlerin tanıklığıyla kemale ermektedir. Nitekim Hz. Ali (a.s) bu konuda da şöyle buyurmuştur:

 “Siz, Allah’ın kitabıyla gerçekleri görüyor, hakikatleri söylüyor ve hakkı işitiyorsunuz. Kur’an’ın ayetlerinden bazıları diğerlerini destekler ve birbirbirlerine şahitlik eder. Onda Allah hakkında çelişki yoktur, dostunu da Allah’a muhalefet ettirmez.”[54]

Kur’an ayetlerinin birbirine yönelişi, konuşması, onaylaması ve birbirine şahit oluşunu, Kur’an’ın bir nur olduğunu ve her şeyi açıkladığını bildiren Kur’an ayetlerinden istifade ederek ispatlamak mümkündür. Zira işlerin ve diğer hususların nuru olan bir kitap, her şeyden önce kendisini aydınlatacaktır. Diğer her şeyi aydınlatan kitap ise her şeyden önce kendi kendini beyan etmektedir.

7- Masumlar Kur’an’ı Kur’an’la Tefsir Etmenin Kemale Erdiricisidir:

 Kur’an tefsirinde asıl metot ve yol, Kur’an’ı bizzat Kur’an ile tefsir etmektir. Kur’an metni, beşeri toplumları ismet ve taharet hanedanına (a.s) döndürdüğü için, masumların (a.s) sünnetine dönüş, Kur’an’ı Kur’an ile tefsir etmenin tamamlayıcısı ve kemale erdiricisidir. Öyle ki böyle bir dönüş olmaksızın Kur’an’ın hakikati, Kur’an’ın yardımıyla dahi tefsir edilemez. Zira masumların (a.s) sünnetine dönmenin gerekliliğine delalet eden ilahi ayetlerden bazılarını bir kenara itmekle, Kur’an ayetlerinden bazısı tefsir sahnesinden silinmektedir ve Kur’an-ı Kerim’in bütün ayetlerinin elastikiyeti ve delalet alışverişi ile birbiriyle uyum içinde değildir.

Bu yüzden Hz. Ali (a.s), en kamil örnekleri masumlar (a.s) olan ilahi veliler hakkında şöyle buyurmuştur:

 “Şüphesiz Allah’ın velileri o kimselerdir ki kitap onlarla bilinir; onlar Kitab’ı bilirler; Kitap onlarla ayakta durur”[55]

Beş: Kur’an’ın Hedeflediği Düzenin İncelenmesi

Evren, neden sonuç ilişkisi esasına dayalıdır. Her fiilin hem bir faili hem de hedefi vardır. Yani hiçbir fiil, fail olmaksızın tesadüfen meydana gelmez ve hiçbir iş de hedefsiz değildir. Elbette işlerin nedenleri çeşitlidir. Zira fiiller, çeşitlilik içindedir. Aynı şekilde failler de farklıdır.

 Bu kapsamlı kanundan hiçbir fiil müstesna değildir. Gerçi failler etkilenme hususunda birbirinden farklılık içindedir. Zira bunlardan bazısının kendi varlıkları dışında özel bir takım hedefleri olabilir. Bu özel fiili yaparak kendisiyle hedefi arasında bir ilişki kurabilir. Özel fiilden ibaret olan aracının yardımıyla kendi hedefine ulaşabilir. Bazısının ise kendi zatları dışında bir hedefleri yoktur. Dolayısıyla da o özel fiili yapmakla kendisi ve fiili arasında bir ilişki kuramaz ve o özel ilişkinin yardımıyla hedefine ulaşamaz.

Böyle bir varsayım, neden ve sonuç düzeninde mümkün olmaktan da öte bir zaruret arz etmektedir. Zira, varlıkların faili düzen silsilesi, bizzat faile ulaşması gerektiği gibi –ki faili nedeni, zatının aynısıdır, faili mebdenin tamamlayıcılığına ihtiyacı yoktur. Hatta bizzat kendisi, bizzat faildir. Aynı zamanda kendisi de bizzat mevcuttur.- varlıkların hedefe dayalı düzen silsilesi de, bizzat hedefsel bir başlangıç noktasına ulaşmalıdır. Zira hedefsel nedenselliği, zatının aynısıdır ve hedefsel başlangıcın kemale erdirmesine ihtiyacı yoktur. Aksi taktirde, devir veya teselsül söz konusu olur. Bu esas üzere varlık düzeninde bizzat hedefsel başlangıcın varlığı zaruridir.

Allah, Varlıkların Hedefsel Mebdeidir.

Tevhit, delilinden de anlaşıldığı üzere bütün zati kemalleri, zatının aynısı olan ve de tümüyle sınırsız olan bizzat vacip varlık bir taneden fazla değildir. Bu esas üzere bütün eşyanın bizzat faili mebdei olan Allah, bütün her şeyin bizzat hedefsel mebdei konumundadır.

Her fail, herhangi bir işi bir kemale ulaşmak için yapmaktadır. Ama mutlak ve sınırsız kemalin kendisi bir işi yapmak isterse, burada o işin hedefi, bizzat o faile yakınlığa ermek içindir; başka bir şey değil. O halde bu tür yerlerde hedef, failin kendisidir; failden ayrı bir şey değil.

Bu açıdan Allah, kendi kendisini şöyle nitelendirmiştir:

 “Hem ilktir hem sondur; hem açıktır hem gizlidir. O her şeyi bilir.”[56]

Sınırsız failin dışında varsayılan her şey, onun fiilidir; hedefi değil. Zira sınırsız fail, hem evveldir ve hem de her şeyin bizzat faili mebdeidir. Hem ahirdir ve hem de her şeyin bizzat hedefsel mebdeidir.

Evren Ve Kur’an’ın Hedefsel Esası

Tekvini Kur’an olan varlık âleminin bir hedefe sahip olması ve aynı zamanda tedvini evren olan Kur’an-ı Hekim’in bir hedefe sahip olması, Allah’ın güzel isimlerinden iki ismi esasıncadır. Bu isimler, gani ve hekim isimleridir.

1- Allah mutlak ganidir, bu açıdan hiçbir şeyi kendi noksanlığını gidermek için yapmamaktadır. Zira hiçbir fakirliği yoktur ki varsayılan hedefi elde etmekle, hayali fakirliğini ortadan kaldırmış olsun. Aynı şekilde Allah, hiçbir fiili başkalarına fayda versin diye de yapmamaktadır. Öyle ki başkasına fayda vermek, sınırsız kemallerden bir kemalin yoksunluğudur ve bu ulaşmakla o yoksun olduğu kemale ulaşmaktadır. Bu farz da batıldır. Zira mutlak kemal ve sınırsız fiiliyet olan Allah için böyle bir durum varsayılamaz.

Bu açıdan Allah, ilmi ve ayni (reel) alemi ve hakeza tekvini ve tedvini Kur’an’ı ne faydalanmak için ve ne de fayda ulaştırmak için yaratmıştır. Hiçbir kemal, fiil açısından bizzat failine (Allah’a) ulaşmaz, çünkü o sınırsız kemaldir.

2- Allah hekimdir. Bu açıdan hiçbir işi hikmetsiz, hedefsiz, menfaatsiz ve maslahatsız yapmaz. Zira bütün işleri hikmete dayalıdır ve faydalı sonuçlara sahiptir. O sonuçlar bizzat fiilin kendisine aittir. Mümkün varlık olan Allah’ın fiili ise, layık olan kemaline ulaşmaktadır. Kur’an-ı Hekim bu konuda iki temel konuyu beyan etmiştir. Onlardan biri, alem ve Adem’in hedefli sisteminden ibaret olan tekvini Kur’an’ın hedeflerini beyan etmektir ve diğeri ise Allah’ın salt ihtiyaçsızlığını beyan etmektir. Şimdi bu iki konuya kısaca işaret etmeye çalışacağız.

Evrenin Yaratılış Hedefi

Birinci konu hakkında Kur’an-ı Kerim, evrendeki düzenin yaratılışının hedefinin bir taraftan insanın tevhide ermesi olduğunu beyan etmektedir.

“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle her şeyi sarıp-kuşattığını bilip-öğrenmeniz için.”[57]

Ve diğer taraftan da Kur’an-ı Kerim, insanın yaratılış hedefinin halis ibadet olduğunu bildirmektedir.

“Ben, cinleri de, insanları da, yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.”[58]

Birinci ayette insanın bilgisel boyutu ve teorik akıl hedefi göz önünde bulundurulmuştur. Ama ikinci ayette insanın değersel boyutu ve pratik akıl hedefi mülahaza edilmiştir ve böylece insanın kemali, doğru bir ilim ve salih amel sayesinde temin edilmektedir.

İkinci konu, Allah’ın zati zenginliğidir. Allah, her varlıktan ve de imkani vücuda ait olan her türlü faydadan müstağnidir. Nitekim şöyle buyurmuştur:

“Musa demişti ki: «Eğer siz ve yeryüzündekilerin tümü küfredecek olsanız bile şüphesiz Allah hiç bir şeye muhtaç değildir, övülmüştür.»”[59]

Yani inkarcı toplumun itikadi küfrü –ki insanların bilgi ve teorik noksanlığına dönmektedir- ve değersel ve pratik aklının olmamasına dönen pratik küfrü, salt zengin olan Allah’a hiçbir zarar vermemektedir. O halde eğer insan, halis ibadet ve marifeti talep etmezse, Allah’ın hedefine ulaşmaktan mahrum olduğu ve bu yüzden de kemale sahip olmadığı söylenemez. Aksine söylemek gerekir ki insan, kendi kötü davranışları sebebiyle beklenilen kemaline ulaşmamaktadır.

Hz. Ali’nin (A.S) Sözlerinde İnsanın Hedefli Oluşu

Hz. Ali (a.s) Nehc’ül- Belağa’da insan ve alemin hedefliliği hususunda şöyle buyurmuştur:

“Çünkü şanı yüce olan Allah sizi boş yere yaratmadığı gibi, başıboş bırakıp bilgisizliğe ve körlüğe de atmadı.”[60]

Hakeza Nehc’ül- Belağa’da şöyle yer almıştır:

 “Onlara kolay olanı teklif etti; zor olanla yükümlü tut­madı; aza, çok şeyle karşılık verdi; mağlup olduğundan O’na karşı isyan edilememiş; icbarla da emrine uyulmamış; peygam­berleri oyun olsun diye göndermemiş; Kitab’ı kullarına abes olarak indirmemiş; gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları da boş yere yaratmamıştır: “İşte bu kafir olanların zannıdır…[61]

Kur’an-I Kerim’in Risaletinin Hedefler Sistemini Açıklaması

Kur’an’ın hedefler sisteminin üstünlüğünün açıklanmasından sonra sıra, Kur’an’ın risaleti ve hedefsel düzenini açıklamaya gelmiştir. Nehc’ül- Belağa’da Müminlerin Emiri Hz. Ali’den (a.s) nakledilen birçok sözler, açık bir şekilde veya işaretle, Kur’an-ı Kerim’in risaletinden bahsetmektedir. Onlardan bazısı şunlardır:

1- “Münezzeh olan Allah, hayrı ve şerri açıklayan, doğru yolu gösteren kitabı indirdi.”[62]

Hayır ve şer kavramlarının çok geniş anlamları vardır. İnsanın bireysel ve toplumsal hayatının tüm boyutlarını kapsamaktadır. Hidayet, marifet, ilim, ilme davet, adab-ı muaşeret ve doğru geçim gibi bütün kavramlar, hayrın örneklerindendir ve Kur’an’ın risaleti de bunları açıklamaktır.

2- “Bu Kur’an’ın; öğüdünün aldatmayan, saptırmayıp doğru yolu gösteren, sözünde yalan olmayan bir nasihatçı olduğunu bilin… Kur’an’a uy­madan önce de zenginlik gelmeyeceğini bilin… Çünkü o; küfür, nifak, azgınlık ve sapıklık gibi en büyük dertlere devadır.”[63]

Bu hadis esasınca da Kur’an’ın risaleti, ameli ve ilmi ihtiyaçların tümünü gidermek ve bu ikisinin mahrumiyetinden kaynaklanan dertlere ilaç olmaktadır ki bunlar da insanların dünya ve uhrevi hayatının mutluluğunu teminde etkilidir.

3- “Kur’an, ayırandır, mizah kitabı değildir. Kur’an adil sünneti dile getirendir.”[64]

Bu rivayet esasınca da Kur’an-ı Kerim’in risaleti, hak ve batılı ayırt etmektir. Bu; ilmi ve ameli tüm işlerde, insanın bireysel ve toplumsal hayatında geçerlidir. Hakeza Kur’an, bütün bu boyutlarda, adil bir metodu insanlara sunmaktadır.

4- “Daha sonra Kitab’ı indirdi… alim­lerin susuzluğunu giderici ve anlayış, kavrayış sahibi kalplere bahar kıldı.”[65]

Bu hadis de, açık bir şekilde Kur’an’ın marifet boyutundaki risaletine delalet etmektedir.

5- “Lakin ben ondan haber vereyim size; geleceğin bilgisi, geçmişe ait haberler, derdinizin ilacı, aranız­daki düzenin gerektir­diği her şey ondadır.”[66]

Bu rivayet esasınca da insanın bireysel ve toplumsal dertlerine derman olmak ve çeşitli boyutlara sahip olan insanların toplumsal hayatını düzenlemek de Kur’an-ı Kerim’in risaletidir.

6- “Sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin ve sizin aranızda olan şeylerin hükmü Kur’an’da yer almıştır.”[67]

Geçen rivayetin içeriğinin bir benzerini ifade etmektedir. Şimdi de hidayet, marifet, muaşeret ve insanların geçimi hakkındaki Kur’an-ı Kerim’in risaletlerinin bazısını kısaca açıklamaya çalışacağız.

1- Hidayet Hususunda Kur’an’ın Risaleti

 Salik insan, ebedi mutluluğa doğru hareket etmektedir.

 “Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın; sonunda O'na varacaksın.”[68]

Hiçbir hareket; yol, yoldaş, azık, önder ve kılavuz olmaksızın mümkün değildir. Aynı şekilde adı geçen hususlar, itibari veya maddi ve hakiki yollardadır ve de onların birbirinden ayrılması mümkündür. Ama ilahi ve hakiki yolda yol, yolcunun içinin dışında olmadığından ve hareketi de tümüyle varlığından sayılan hak ile ahlak ve ameller hususunda olduğundan ve yakın bir gelecekte de halden meleke haline dönüştüğünden bu ayrılık düşünülemez. Yani yol, yolcu, yoldaş, azık, yol arasındaki konak yerleri ve yolun sonu tümüyle birdir. Münezzeh olan Allah, masum peygamberleri vasıtasıyla bunları onlara öğretmekte, onları tezkiye etmektedir. Allah’ın mukaddes zatından başka hiç kimse, insanları hidayete layık değildir. Zira diğerleri, kılavuzun hidayeti olmaksızın bizzat hidayete ermiş olamazlar. Zatı gereği hidayete ermemiş olan ve hidayete muhtaç olan bir kimse de başkalarına hidayet edemez. Lakin münezzeh olan Allah zatı gereği hidayet olduğu için Allah’ın tüm işleri de başkasının emri olmaksızın doğru yol üzeredir.

“Muhakkak ki, benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir.”[69]

Diğerlerinin hidayet hakkı ise sadece Allah’a mahsustur.

“Acaba insanları gerçeğe ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa başkasının kılavuzluğundan yararlanmadıkça doğru yolu kendi kendine bulamayan mı?”[70]

2- Marifet Hususunda Kur’an’ın Risaleti

 Mümessil ilim olan Kur’an, her şeyden önce beşeri toplumları ilime davet etmektedir. Zira ilmi bakış açısı sermayesiyle hidayet ışıkları aydınlanmaktadır. Zira her ne kadar “bütün âlemlere bir sakındırıcı olsun(diye).[71] Ayeti gereğince Kur’an, alemlerin müjdelenmesi ve uyarılması hususunda kılavuzluk etse de, onlardan en çok faydalanan kimseler cehennem ateşinin alevlerinden korkan kimselerdir.

 “Sen, ancak O'ndan korkanı uyaransın.” [72]

Cehennem ateşinden korkan kimseler ise çok değillerdir. Onlardan en önemlileri ise Münezzeh olan Allah hakkında irfana ermiş ve de ilahi hüküm ve hikmetleri bilen alimleridir.

 “Kulları içinde ancak âlimler Allah'tan (gereğince) korkar.”[73]

Onlar Allah’a inandıkları ve Allah’tan korktukları için meleklerle arkadaşlığa layık olmuşlar ve ilahi marifetlerin en seçkini olan tevhid sahnesinde şehadet (müşahede) makamına erişmişlerdir. Onların şehadeti eda etmesi gönül sahiplerinin kalp kulağıyla işitilmiştir. Onlar bir olan Allah’ın imza ve teyit mührünü yanlarında taşımaktadırlar.

“Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrar etmişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilâh yoktur.” [74]

3- Muaşeret Hususunda Kur’an’ın Risaleti

Çoğul edatında ifade edilen Kur’ani hitaplar, insanları birleşmeye davet etmektedir. Toplumu sorumlu kılmaktadır ve toplumsal davranışlarda insanlara, insani kerametlerle uyum içinde olan ve insanın en güzel şekilde yaratılmış olmasıyla uygun olan bir takım adap ve sünnetler öğretmektedir.

Bu açıdan Kur’an, bütün sıkıntı verici ve ayrılık yaratıcı sıfatları kınamış ve sevgi doğuran ve birleştiren bütün faziletleri ise övmüştür. İslam; ırk, kabile, zaman, iklim ve benzeri ihtilafları sadece birbirini tanıma vesilesi olarak sınırlandırmaktadır; övünme vesilesi olarak değil.

Kur’an övünmeyi, sadece böbürlenmeyi, günah işlemeyi, makam düşkünlüğünü, kibirlenmeyi, insanlardan kendini üstün görmeyi ve diğer günahları terk etmek olarak kabul etmektedir.

İnsani Muaşeret

Kur’an, insanlarla muaşeret adabını sadece İslami kardeşlik alanında,

“Şüphesiz müminler kardeştir”[75]

Emri gereğince Müslümanlar arasında kardeşliği ve eşitliği ihya etmekle kalmamakta, evrensel olduğu hasebiyle bütün beşeri toplumlar arasında insani sefa ve samimiyetin faydalı olduğunu kabul etmektedir. Kur’an esasınca bir şahıs veya grup, fitnenin ev yakıcı ve ham hayalini taşımadığı ve kalbinde zulmün soğukluğunu bulundurmadığı müddetçe, bu kimselerle adalet üzere muamele etmek gerekir. Tüm insanlara karşı adalete riayet ederek karşılıklı saygı esasına dayalı bir muaşerette bulunmak icab eder.

“Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı adil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah adil olanları sever.”[76]

 

Güzel ve Sevgi Dolu Muaşeret

İnsan, “en güzel”[77] şekilde yaratılmıştır. Böylesine terbiye olmuş bir varlığa karşı da en güzel şekilde davranmak gerekir. Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

 “İnanan kullarıma söyle, en güzel şekilde konuşsunlar. Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister.”[78]

 “İnsanlara güzel söz söyleyin.”[79]

Bu ayette yer alan güzel sözden maksat, lafzi muaşeret değildir. Aksine mutlak davranış ve muaşereti kapsamaktadır. Gerçi İslam sınırlarına yapılan bütün saldırıları def etmek, düşmana karşı koymak ve her türlü düşman saldırısına karşı direnmek gerekir. Lakin eğer İslam sahası dahilinde herhangi bir düşmanlık ve ihtilaf ortaya çıkacak olursa, zahirde düşman sayıldığı için Müslüman kardeşi ortadan kaldırmaya çalışmak doğru değildir. Onu değil, onunla düşmanlığı ortadan kaldırmak gerekir. Düşmanı def etmek zor bir iş değildir, ama düşmanlığı ortadan kaldırmak ve yeniden dostluğa yönelmek sadece salih ve bilgin insanların sanatıdır.

“İyilik ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi: Sen, fenalığı en güzel şekilde sav; o zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.”[80]

Bu esas üzere İslam sahası da aile sahasını andırmaktadır ve sevgi ve muhabbet üzere hareket etmektedir ki sürekli bu alanda aileye karşı doğru bir muaşeret daveti yapılmaktadır.

“Onlarla iyi geçinin.”[81]

İnsanların birleşmesi veya ayrılması da ihsan ve lütuf esasına dayalı olmalıdır.

“Ya iyilikle tutma ya da iyilik yaparak bırakmadır.”[82]

Büyüklere karşı saygı göstermek de bu ayet-i kerimede açık bir şekilde emredilmiştir.

 “Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı «Of» bile demeyesin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin.”[83]

Kur’an-ı Kerim’de yer alan esaslara göre de büyük insanlara karşı sevgi göstermek, sürekli olarak akıl sahiplerinin hayatında yer alan bir hususiyet olmuştur ve akıl sahibi kimseler, büyüklerine karşı sürekli olarak akıl ve merhamet üzere davranmışlardır.

Hukuki Muaşeret

Kur’an-ı Kerim’in görüşüne göre insani toplumda hukuki muaşeret adabı, eşit ve karşılıklı bir adalet esasına dayalı olmalıdır. Bu açıdan adaleti emrettiği gibi adaletsizliğe tahammül etmeyi de reddetmektedir ve zulmü yasakladığı an, zulme teslim olmayı da yasaklamaktadır. Bu konunun önemi, Kur’an-ı Kerim’de yer alan birçok ayetin metninde de yer almıştır. Zira bazı ayetler, bütün Peygamberlerin mesajını adalet olarak ifade etmektedir.

 “And olsun ki peygamberlerimizi belgelerle gönderdik; insanların doğru hareket etmeleri için peygamberlere kitap ve ölçü indirdik.”[84]

Bazı ayetler de şu gerçeğe önemle vurgu yapmaktadır ki, tam ve kamil bir hazırlık olmadığı müddetçe adaleti icra edebilmek mümkün değildir.

Bu açıdan adaleti yerine getirmek için ayağa kalkmak yeterli değildir. Bu konuda büyük bir çaba içinde olmak gerekir.

 “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun.”[85]

“Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz.”[86]

Olumsuzluk yönünde söz söyleyen ve adaleti emretmenin yanı sıra zulümden de sakındıran diğer bazı ayetler ise, zulmetmek ve zulmü kabul etmek arasındaki farkı uygun görmemektedir ve zulmü kabul etmenin de kınanmış zulüm gibi olduğunu dile getirmektedir ve her iki çirkin hasleti de reddetmektedir.

“Ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”[87]

Kabiliyetlerin Farklılık Sırrı

Kur’an-ı Kerim, kabiliyetleri, bir imtihan ortamı olarak saymakta, toplumsal işlerin adil bir şekilde dağılımına vesile kabul etmekte, toplum bireylerinin karşılıklı egemenlik haklarını düzenleme aracı bilmektedir. Aynı zamanda her türlü aşağılamak, insanların haysiyetini lekelemek ve tek yönlü kullanım ve sömürüyü reddetmektedir.

 “Size verdiği (nimetler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur.”[88]

 “Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık; Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir.”[89]

Zikredilen ayetlerden de anlaşıldığı üzere bütün ilahi ihsanlar ve hediyeler, Allah’ın kulları için bir imtihan vesilesidir; bir takım sıfatlara sahip olanları yüceltmek ve olmayanları aşağılamak için değil. Bütün bu ilahi ihsanların hedefi, toplumsal görevleri adil bir şekilde bölüştürmek içindir. Dolayısıyla da,

 “Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler.”[90]

Ayeti kerimesi de, her türlü böbürlenmeyi ve aşağılamayı reddetmektedir. Bütün herkesin birbirine karşılıklı saygı göstermesini gerekli görmektedir. Böylece insanın yüceliğini temin etme sayesinde toplumsal muaşeret, “erdemli şehir” ülküsünü gerçekleştirmeye ortam sağlamaktadır.

Toplum Sorumlularının Görevi

Erdem şehrinde vatandaşların güzel muaşerette bulunması, sorumlulukları ölçüsüncedir. Bu açıdan toplumun önemli sorumlularının görevi, bu konuda diğerlerinden daha fazladır. Nitekim Musa Kelim ve Harun’a (a.s) dini yumuşak bir şekilde tebliğ etmeleri emredilmiştir.

 “Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki o öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer-kokar.”[91]

Gerçi sonunda Firavun, kendi kötü tercihi sebebiyle denizin sularına gömüldü ve etrafında bulunan taassup sahibi kimseler de onunla birlikte boğuldular.

“Deniz de onları içine alıverdi, hem de ne alış!”[92]

Aynı şekilde Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) de davranışlarında mütevazi ve merhametli olması ve muaşeret hususunda yumuşak davranması emredilmiştir.

“Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi.”[93]

Başkalarının görüşüne saygı göstermenin zımnında toplumun birliği, iş bilir güçlerin kazanımı, görüş sahipleri arasında bir uyum icad etmek ve son kararın doğruluğu için güzel bir vesile olan meşveret akımı da bu bağlamda düşünülmelidir ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu amaçla memur kılınmıştır.

Nitekim Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sireti de münezzeh olan Allah’ın tavsiyesi üzere müminlere karşı kanatlarını germek ve mütevazi olmak olmuştur.

 “Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.”[94]

Ama buna rağmen Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tağutlar karşısında kesinlik göstermesi ve suçlular karşısında beri olduğunu ilan etmesi de İslam’ın unutulmayacak sünnetlerinden biridir.

“Eğer sana isyan edecek olurlarsa, artık de ki: «Gerçekten ben, sizin yapmakta olduklarınızdan uzağım.”[95]

Kur’an-ı Kerim’de kanatlarını germek, bazen küçüklük ve itaatkarlık izharıyla birlikte yer almıştır. Tıpkı çocuğun babası veya annesi karşısında gösterdiği halet gibi.

 “Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger.”[96]

Bazen de yumuşaklık, merhamet ve şefkat göstergesidir. Tıpkı o ilahi önderin memur olduğu şey gibi.

Muaşeretin İyileşme Yolu

Kur’an-ı Kerim’in muaşeret adabının iyileşmesi hususundaki risaletlerinin biri de üstün ve gerçek medeniyete sahip bir toplum oluşturmak ve böyle bir topluma karşı hüsn- ü zan içinde olmayı emretmektir. Gerçi günah toplumunda bireylerin ilk görevi, hüsn- ü niyet içinde olmak değildir. Ama salih bir toplumda ilk emredilen şey, diğerlerine karşı hüsn- ü zan ve iyimserlik içinde olmaktır.

“Zannın çoğundan sakının, zira zannın bir kısmı günahtır.”[97]

Sonuç

Sonuç olarak Kur’an’a önem vermek, sınırları korumak ve ilahi kanunları icra etmenin önemi hususunda birkaç hadis nakletmek ve böylece Kur’an’la haşr olmak ve Kur’an’la birlik oluşturmak için bir çaba göstermek istiyoruz.

Hz. Ali (a.s) bu hususlarda şöyle buyurmuştur:

1- “Kur’an'ı öğrenin, çünkü o sözlerin en güzelidir. Onda anla­yışınızı derinleştirip kavrayışınızı genişletin. Çünkü o gönüllerin baharıdır. Nuruyla şifa bulun, zira o göğüslerin şifasıdır. Onu en güzel okuyuşla okuyun. Çünkü o kıssaların en faydalısıdır” [98]

2- “Kur’an’ı ihya etmek ona topluca sarılmaktır. Onu öldürmek ise ondan uzaklaşmaktır.” [99]

3- “Sarılıp tutanı koruyan ve asılanı kurtaran Allah’ın kitabına sarılın.” [100]

4- “Kur’an’la oturup kalkan kimse bir artma ve bir de eksilme ile kalkar: Hidayetinde artma, körlüğünde eksilme olur. Kur’an’a uyduktan sonra yoksulluk, Kur’an’a uymadan önce de zenginlik gelmeyeceğini bilin.”[101]

5- “Allah hiç kimseye Kur’anda yer alan konular gibi başka bir şeyle öğüt vermemiştir… Kalp ve fikir için Kur’andan başka bir cila bulmak mümkün değildir.”[102]

6- “Allah için, Allah için Kur’an’a uyun; onunla amel etmede baş­kası sizden önde olmasın.” [103]

7- “Evladın baba üzerindeki hakkı ise ona güzel isim vermesi, onu güzel terbiye etmesi ve ona Kur'an'ı öğretmesidir.” [104]

Geçmiş konuların geneli bu hadislerin kısa bir açıklaması sayıldığı için bunları burada yeniden açıklamaktan sakınıyoruz. Diğer Alevi konular Nebevi marifetlere bağlı olduğu gibi, Hz. Ali’nin (a.s) bu bölümdeki tavsiyeleri de Resul-i Ekrem’in (s.a.a) güzel sünnetine bağlıdır ki nitekim Peygamber’in (s.a.a) buyurduğu gibi Kur’an alimleri ve hafızları hem hayatlarında hem de ölümlerinde diğerlerine oranla bir üstünlüğe sahiptirler. Zira Resul-i Ekrem (s.a.a) Yemen’e bir heyet göndermek istediği zaman da aralarında en genç olanlarını emir olarak tayin etmiş ve kendisine bu konuda soru soran bir şahısa şöyle buyurmuştur:

 “Bu Kur’an kârisidir.”[105]

Hakeza Resul-i Ekrem (s.a.a) Uhud şehitlerini defnederken de şöyle buyurmuştur:

“Kur’an hususunda diğerlerinden daha kapsamlı olanları diğerlerinden önce mezara koyunuz.”

Bu marifetler ışığında İmam Zeyn’ul Abidin’in (a.s) neden şöyle buyurduğu anlaşılmaktadır:

 “Doğu ve batı arasında olanlar ölse dahi Kur’an benimle olduktan sonra asla dehşete kapılmam.”[106]

Yani yeryüzündeki bütün insanlar zahiri bir ölümle veya batıni bir ölüm ve küfürle ölseler ve insani makul hayatlarını dahi terk etseler dahi ben asla korkuya kapılmam. Elbette hidayet metni olan Kur’an benimle olduğu taktirde asla korkuya kapılmam. Zira dehşete kapılmak yolunu kaybetme sebebiyledir. Yol adamı ise asla korkmaz, aksine sürekli olarak yolunu kat etmekle meşgul olur.

 

 

 


[1] Bakara, 31.

[2] Bihar’ul Envar, c. 16, s. 323

[3] Bihar’ul Envar, c. 8, s. 27

[4] Al-i İmran suresi, 61.

[5] Nehc’ul Belağa, 147. Söz.

[6] Nehc’ul Belağa, 25. Mektup.

[7] Nehc’ül- Belağa, 182. Hutbe.

[8] Nehc’ûl Belağa, 46. Hutbe.

[9] Nehc’ul Belağa, 2. Hutbe.

[10] Nehc’ul Belağa, 2. Hutbe.

[11] Nehc’ul Belağa, 144. Hutbe.

[12] Nehc’ul Belağa, 154. Hutbe.

[13] Nehc’ul Belağa, 239. Hutbe.

[14] Mustedreku’l-Nehci’l-Belağa, s. 183

[15] Nehc’ul Belağa, 87. Hutbe.

[16] Nehc’ul Belağa, 109. Hutbe.

[17] Nehc’ul Belağa, 28. Mektup.

[18] Nehcü’l-Belağa, 186. Hutbe.

[19] Ra’d, 16.

[20] Nehc’ül- Belağa, 186. Hutbe.

[21] Nehcü’l-Belağa,  178. Hutbe.

[22] A’raf, 143.

[23] A’raf, 187.

[24] Şems, 3.

[25] Leyl, 2.

[26] İsra, 12.

[27] Nur, 35.

[28] Nehcü’l-Belağa, 108. Hutbe.

[29] Nehcu’l-Belağa,  186. hutbe

[30] Nehcü’l-Belağa,  147. Hutbe.

[31] Nehcü’l-Belağa,  179. Hutbe.

[32] Nehcü’l-Belağa, 222. Hutbe.

[33] Nehcü’l-Belağa,  161. Hutbe.

[34] Nehcü’l-Belağa,  198. Hutbe.

[35] Nehcü’l-Belağa,  33. Hutbe.

[36] Nehcü’l-Belağa,  1. Hutbe.

[37] Nehcü’l-Belağa,  91. Hutbe.

[38] Nehcü’l-Belağa,  91. Hutbe.

[39] Nehcü’l-Belağa,  147. Hutbe.

[40] Nehcü’l-Belağa,  183. Hutbe.

[41] Nehcü’l-Belağa,  91. Hutbe.

[42] Nehcü’l-Belağa, 91. Hutbe.

[43] Biharu’l-Envar, c. 1, s. 224

[44]– Nisa, 59.

[45] Nehcü’l-Belağa, 125. hutbe

[46] Husus’dan. Belli bir gaye için kullanmak. Bir şey veya bir kimse için ayırmak.

[47] Kayd’dan Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama.

[48] Nehcü’l-Belağa, 125. Hutbe.

[49] Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak.

[50] Nehcü’l-Belağa, 125. Hutbe.

[51] Zümer, 23.

[52]– Nisa, 82.

[53] Nehcü’l-Belağa, 18. Hutbe.

[54] Nehcü’l-Belağa, 133. Hutbe.

[55] Nehcü’l-Belağa, 432. Söz.

[56] Hadid, 3.

[57] Talak, 12.

[58] Zariat, 56.

[59] İbrahim, 8.

[60] Nehcü’l-Belağa, 86. Hutbe.

[61] Nehcü’l-Belağa,  78. Söz.

[62] Nehcü’l-Belağa 167. Hutbe.

[63] Nehcü’l-Belağa,  176. Hutbe.

[64] Şerhu Gureri’l-Hikem, c. 6, s. 207.

[65] Nehcü’l-Belağa, 198. Hutbe.

[66] Nehcü’l-Belağa,  158. Hutbe.

[67] Şerhu Gureri’l-Hikem, c. 4, s. 409

[68] İnşikak, 6.  

[69] Hud, 56.

[70] Yunus, 35.

[71] Furkan, 1.

[72] Naziat, 45.

[73] Fatır, 28.

[74] Al- i İmran, 18.

[75] Hucurat, 10.

[76] Mümtehine, 8.

[77] Tin, 4.

[78] İsra, 53.

[79] Bakara, 83.

[80] Fussilet, 34.

[81] Nisa, 19.

[82] Bakara, 229.

[83] İsra, 23.

[84] Hadid, 25.

[85] Maide, 8.

[86] Nisa, 135.

[87] Bakara, 279.

[88] En’am, 165.

[89] Zuhruf, 32.

[90] Hucurat, 11.

[91] Ta-Ha, 44.

[92] Ta-Ha, 78.

[93] Al- i İmran, 159.

[94] Şuara, 215.

[95] Şuara, 216.

[96] İsra, 24.

[97] Hucurat, 12.

[98] Nehcü’l-Belağa, 110. Hutbe.

[99] Nehcü’l-Belağa, 127. Hutbe.

[100] Nehcü’l-Belağa, 156. Hutbe.

[101] Nehcü’l-Belağa, 176. Hutbe.

[102] Nehcü’l-Belağa, 176. Hutbe.

[103] Nehcü’l-Belağa, 47. Mektup.

[104] Nehcü’l-Belağa, 399. Söz.

[105] Kenzu’l-Ummal.

[106] Usul-i Kafi, c. 2, s. 602.