Her kim görüşten aciz kalır ve çarelerden istifade edemezse yumuşaklık anahtarı olur. A’lam’ud-Din, 298 İmam Hüseyin (a.s)

Itret, Ümmet ve Vahdet

Itret, Ümmet ve Vahdet

Bir dosya niteliğindeki bu çalışma «itret», «ümmet» ve «vahdet» olmak üzere üç ana konuyu barındırıyor.

Hamd bütün alemleri yaratan, nefislerdeki gizliyi dahi bilen, « hayy ve kayyum » olan Allah’a mahsustur. Selat ve selam onun resulü, habibi, kullarının seçkini, alemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.a)’e ve onun pak ve pakize Ehl-i Beytine olsun. Ve yine selam hidayet ehline tabi olanlara olsun ki; onlar apaçık delillerle sapıklıktan uzaklaşıp hidayete erme aşk ve mücadelesiyle yanıp tutuşmaktadırlar.

Bir dosya niteliğindeki bu çalışma «itret», «ümmet» ve «vahdet» olmak üzere üç ana konuyu barındırıp, bir başlık altında toplamayı gaye edinmişse de; gerçekte fikri bir çalışmanın ürünü olmaktan öte, peygamber soyu olarak kabul edilen ve bu konuda kesinlikle (art niyetli kimi Adem evladı hariç) ümmetin ittifak ettiği, pak ve pakize olarak anılan, ilmin  şehri, Allahın sırlarının hamisi olanHatem-i nebi’nin soyundan gelen ve iki değerli emanetin biri olan,  « Al-i Muhammed»’in adeta Kur’anla birbirlerini tefsire dayanan beyanatlarıdır.

Biz bu dosyada öncelik olarak gülzarı İsmet-i Zehra, seyyidetin nisa-il alemin ve Ummi Ebi’ha olarak nitelendirilen, Zehra-i pekize den “Vahdet’’e dair  hücceti teşkil edecek izahatların da olduğu meşhur Hutbesinden alıntı paragraflarla yetineceğiz.

Yine vahdetin temel prensiplerini bünyesinde barındıran, ancak “itret ve ümmet’’ farkını da beyan eden, Abbasi sultanlarındanHarun-er reşit’in oğlu Memun tarafından düzenlenen bir oturumda, Horasan alimleri ile İmam Rıza arasında geçen bir münazarada değinilen bölümü aktarmakla yetinmeye çalışacağız. Özellikle Ümmetin temel sorunlarından olan ve kişisel yorumlarla çözümlenemeyecek derecede giriftleşen bir olgu haline geldiğinden ötürü…

İslam dinin yetiştirdiği ve ümmetin iftihar-ı medar’ı olan İmam Humeyni’nin, Res’ul-ü Ekrem(s.a.a)’in  doğum tarihi hakkında iki değişik rivayetin arasındaki (12 Rebiu’l Evvel ile 17  Rebiu’l Evvel arası) sürenin ümmet arasında ihtilaftan ziyade rahmete vesile olması dileği ile ’’Vahdet haftası’’ (nedense Türkiyede  kutlu doğum haftası diye adlandırıldı!) olarak tüm dünya müslümanlarına değerli bir hediye sunmakla birlikte, dünya müslümanları, sorumluluklarının bilincine ermesine vesile olabilecek diye değerlendir(il)mesi. Ve Allah’ın seçkin kullarının davet ve uyarılarına daha bir duyarlılık ile takip ve tahlil etme  bilinci ile donanmak, ve yine bu tür araştırmalarda sadakat ve ihlası en ön planda tutmak, olası tenkit ve kınamalara akl-ı selim  bir tutum sergilemek,  Allah’tan başka bir mevlamızın olmadığını ve ondan yardım ve sabır dilediğimizi, Pak Resul’ünün hürmetine ondan dileriz.

Hz. Fatima’nın Mescid-i Nebevi deki Hutbesinden;

« …Ey Allah’ın kulları, sizler onun emir ve nehiylerinin muhatabı, dinin ve vahyin taşıyıcıları ve Allah’ın kendi nefislerine emin kıldığı kimseler ve ümmetlere dinin tebliğcilerisiniz. Allah tarafından hak bir önder (olan Kur’an) sizin aranızdadır. O, Allah’ın size sunmuş olduğu bir ahittir ve halef olarak bıraktığı bir emanettir. O, Allah’ın natık kitabı, sadık Kur’an-ı yüce nuru, parlak ışığıdır. Basiretleri (hidayetleri) aşikardır. Sırları münkeşef açıktır. Zahirleri aydındır. Ona uyanlara gıpta olunur. Kur’an kendisine uyanı, Allah’ın rızasına götürür, ona kulak vereni kurtuluşa erdirir. O Kur’an vasıtasıyla Allah’ın aydın hüccetleri, açıklanmış azimetlerine (farzlarına), sakındırılmış haramlarını, belli nişanelerine, yeterli burhanlarına, yapılması istenmiş faziletlerine ve kullara hibe edilen ruhsatlarına ve yazılı şeriatlarına ulaşılır…’’

Sonra Hz. Fatıma, Kur’an-ı Kerim’de yer alan şeriatı açıklayarak şöyle buyurdu.

“…Allah, imanı sizler için şirkten temizlenme vesilesi kıldı. Ve namazı, kibirden uzaklaşmanız ve zekatı, nefsin yücelmesi ve rizkin çoğalması ve orucu, ihlası sabitleştirmek ve haccı, dinin temellerini sağlamlaştırmak ve adaleti, kalpleri birleştirmek ve bize itaati, dinin düzelmesi ve nizamı için farz kıldı. Ve imametimizi tefrikadan kurtulmak, cihadı İslam’a izzet kazandırmak, sabrı, mükafatı hakketmek, emr-i bil marufu tüm halkın maslahatını korumak ve valideyne (baba ve anneye) iyiliği, Allah’ın gazabından kurtulmak için farz kıldı. Ve sıla-i rahim yapmayı (akrabalarla iyi ilişkide bulunmayı) sayıların çoğalmasına vesile eyledi. Ve kısası kanların dökülmesini önlemek, nezre (adağa) vefa etmeyi, Allah’ın bağışına ehil olmak ve tartı ve ölçüleri eksiltmeyip hakkınca tutmayı, malların değerinin korunması için farz kıldı. Ve şarap içmeyi, (kullarını) pisliklerden temizlemek için nehyetti ve başkalarına zina nisbetini vermekten kaçınmayı, lanetten korunmak ve hırsızlıktan uzak durmayı iffet kazanmak için emretti. Ve şirki, onun rablığına olan inancın halis olması için haram kıldı.

“(Ey inananlar,) Allah’tan hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak (Allah’a teslim olduğunuz halde) ölün!“ (Al-i İmran/102) „Allah’ın emir ve nehiylerine itaat eyleyin. Gerçekten Allah’tan kulları içinden ancak alimler korkar.“ (Fatır/28)

Ey insanlar, bilin ki ben Fatima’yım ve babam Muhammed’dir (s.a.a). Bu sözü ben tekrar tekrar sizlere söylüyorum. Sözlerim haktır ve yaptığım işte batıl bir yön yoktur. (Allah Teala buyuruyor ki) „Gerçekten size kendinizden olan öyle bir peygamber geldi ki, sizlerin uğradığınız çetinlikler ona ağır gelir, o size pek düşkün ve mü’minlere şefkatli ve merhametlidir.“ (Tevbe/128)

Eğer Muhammed’i (s.a.a) tanısanız; onun, sizin hanımlarınızın babası değil, benim babam olduğunu ve sizin erkeklerinizin değil, benim kocamın (Hz. Ali’nin) kardeşi olduğunu görürsünüz. Ona olan nisbet ve yakınlık ne güzel bir nisbettir. O peygamberliği uhdesine alıp, halkı Allah’ın azabından korkuttu. Müşriklerin yolundan yüz çevirdi. Şirkin belini kırıp, onların nefsini kesti ve halkı hikmet ve güzel nasihatle Rabb’inin yoluna çağırdı, putları kırdı, küfrün önderlerini yüzüstü yere serdi. Sonunda kafirler topluluğu bozguna uğrayarak ardlarına dönüp kaçtılar; gecelerin karanlığı, sabahın aydınlığı ile yarıldı ve hakkın özü ortaya çıktı; dinin önderi konuşmaya başladı; şeytan sözcülerinin sesi kesildi, nifakın tacı yere düştü, küfür ve azgınlığın düğümleri çözüldü. Sizler de ibadetten, oruçtan karınları aç, yüzleri ak olanlarla beraber ihlas kelimesini söyler oldunuz.

Sizler Hz. Resul-i Ekrem gelmeden önce ateş dolu bir uçurumun kenarında idiniz, (o halinizle) taşın dibinde kalan, hemen içilip tüketilecek olan bir yudum suydunuz ; aç kişinin fırsat gözetmeden kapıp yiyeceği bir lokmaydınız (düşmanların) ayakları altına düşmüş bir toplumdunuz. İçtiğiniz deve sidiğiyle dolmuş ve hayvan pisliğiyle kokuşmuş çöllerdeki çukur suyu idi. Yediğiniz dabaklanmamış deriyle hazırlanan yemekti. Aşağılık bir hale düşmüştünüz, insanların saldırıp sizi yok etmesinden korkuyordunuz. Bütün bunlardan ve güçlülerin belasına uğradıktan, Arab’ın kurtlarına lokma olduktan, kitap ehlinin azgınlarına tutsak düştükten sonra sizleri Allah Tebareke ve Teala babam Muhammed (s.a.a) vasıtasıyla kurtardı. Bundan sonra ne zaman müşrikler savaş ateşini yaktılarsa, Allah onu söndürdü ve ne zaman şeytan kendi boynuzunu çıkardıysa ve müşriklerden bir grubun ağzı açıldıysa (Peygamber s.a.a) kardeşini (Hz. Ali’yi) tehlikenin önüne çıkarıp müşriklerin ağzını tıkadı. Hz. Ali de düşmanların başını ezmedikce ve yakılan ateşin alevini kılıcıyla söndürmedikce geri dönmezdi. O Allah’ın zatı için zahmete katlanan, Allah’ın emrinde ciddiyet gösteren, Resulullah’ın yakını ve Allah’ın velilerinin efendisidir. O hak yolunda kollarını sıvayarak, iyilik istiyor, ciddiyetle çalışarak bu yolda zahmete katlanıyordu. Ama siz (o dönemde) rahat bir yaşayış yolunu seçip asayiş ve emniyet içerisinde hayatınızı sürdürüyordunuz ve bizlerin başına gelen belaların sonucunu bekliyordunuz ; neticenin kimin yararına olacağını öğrenmek istiyordunuz ; savaşlara katılsanız da düşmanla karşılaştığınızda geriye dönüp kaçıyordunuz…’’(Hz. Fatıma’nın hutbesinden alıntı son buldu.)

Şimdi:

Memun’un meclisinde geçen Horasan Alimleri ile Horasan güneşi olan, İmam Ali er-Rıza  arasında ki “itret ve ümmet’’ arasındaki farklara Kur’an-i delillerle ilgili bölüm.

(Nürnberg/Alm. Ferec yayınlarının 2001 b.yılı, Uyun-u Ahbar’ir Rıza –İmam Rıza’danHadis pınarı Kitabinın Türkçe tercemesinden aynen alıntıdır)

Rayyan bin Salt şöyle diyor:

İmam Rıza (a.s) Merv’de Memun’un meclisine hazır oldu. Mecliste Irak ve Horasan alimlerinden bir grup vardı. Memun mecliste bulunan alimlere; “Sonra kitabı, kullarımdan seçtiklerimize miras bıraktık.“ (Fâtır/32) ayetinin anlamını bana söyleyin, dedi.

Alimler: Allah-u Teala bu ayette bütün ümmeti kastetmiştir.

Memun: Ya Ebel Hasan! (imam Riza’nin künyesi) Sizin görüşünüz nedir?

İmam (a.s): Onlarla aynı görüşte değilim. Bana göre Allah-u Teala bu ayette Peygamber (s.a.a)’in temiz itretini kastetmiştir.

Memun: Allah-u Teala nasıl ümmeti değil de sadece Peygamber (s.a.a)’in itretini kastetmiştir?

İmam (a.s): Eğer ümmeti kastetmiş olsaydı, onların hepsinin cennet ehli olmaları gerekirdi. Zira Allah (üstteki ayetin devamında) şöyle buyuruyor: “Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır, öne geçer. İşte bu, pek büyük bir lütuf ve ihsandır.“ Daha sonra hepsini cennet ehli olarak şöyle tanıtmıştır: “Ebedi olan Adn cennetlerine girerler, orada altın bileziklerle süslenirler.“ (Fâtır/33) Bu nedenledir ki miras, tertemiz itrete mahsustur, başkalarına değil.

Memun: Tertemiz itret kimlerdir?

İmam (a.s): Onlar Allah-u Teala’nın kendi kitabında şu şekilde vasfettiği kimselerdir: “Ancak  ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit ricsi (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.“ (Ahzap/33)

Yine onlar, Resulullah (s.a.a)’in haklarında şu şekilde buyurduğu kimselerdir: “Ben aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabı ve itretim olan Ehl-i Beyt’imi. Bilesiniz ki bu ikisi, havuzun (Kevser) başında bana gelinceye dek birbirlerinden ayrılmazlar. Öyleyse benden sonra bu ikisi hakkında nasıl davranacağınıza dikkat edin. İnsanlar! Onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın. Zira onlar, sizden daha alimdirler.”

Alimler: Ey Ebu’l-Hasan! Acaba “itret” dediğin “Âl”in kendisi midir, yoksa diğer kimseleri de kapsıyor mu?

İmam (a.s): Onlar “Âl“in ta kendileridirler.

Alimler: Resulullah (s.a.a)’den “Ümmetim benim Âl’imdir“ diye nakledilmektedir. Ashap da inkâr edilmeyecek müstefiz (çeşitli kanallardan naklolunmuş) rivayette “Muhammed’in Âl’i, onun ümmetidir“ demişlerdir.

İmam (a.s): Bana söyleyiniz; acaba sadaka (farz zekât) Âl-i Muhammed’e haram mıdır?

Alimler: Evet, haramdır.

İmam (a.s): Sadaka bütün ümmete de haram mıdır?

Alimler: Hayır.

İmam (a.s): İşte “Al“ ve “ümmet“ arasındaki fark budur. Yazık sizlere! Nereye götürülüyorsunuz? Kur’an-dan yüz mü çevirdiniz? Yoksa haddi aşan bir kavim misiniz? Acaba veraset ve taharetin (miras ve tathirin) hidayet bulmuş seçkinler hakkında olup başkaları hakkında olmadığını biliyor musunuz?

Alimler: Ey Ebu’l-Hasan! Bu konuyu neye dayanarak diyorsunuz?

İmam (a.s): Şu ayete: “Ve andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, soylarına da peygamberlik ve kitap verdik, öyle iken onlardan doğru yolu bulanlar var ve çoğuysa fasıktırlar.” (Hadid/26) Sonuçta, nübuvvet ve kitap mirası fasıklara değil, hidayet olmuşlara mahsus oldu. Nuh’un rabbinden şöyle bir istekte bulunduğunu biliyor musunuz: “De ki: Rabbim, şüphe yok ki oğlum, ehlimdendir ve senin vaadin de doğrusu haktır. Sen de hakimlerin hakimisin.” (Hud/45) Bu dileğin sebebi şuydu ki Allah (c.c) ona, kendisini ve ehlini (ailesini) kurtaracağına dair vaatte bulunmuştu. Rabbi de cevabında şöyle buyurdu:”Ey Nuh! O, kesin olarak senin ehlinden değil. Çünkü o, kötü bir iş yapmıştır. Artık bilmediğin şeyi isteme benden. Şüphe yok ki ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt vermedeyim.“ (Hud/46)

Memun: Acaba Allah (c.c), itreti diğer insanlardan üstün mü kılmıştır?

İmam (a.s): Allah (c.c) itretin diğer insanlardan üstünlüğünü kitabında açıklamıştır.

Memun: Kur’an’ın neresinde?

İmam (a.s): Şu ayette: “Şüphe yok ki Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu seçti, alemlere üstün etti. Birbirlerinden türemiş bir soydur onlar ve Allah işiten ve bilendir.“ (Âl-i İmran/33-34) Bir başka ayette de şöyle buyurmuştur: „Yoksa Allah’ın lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir saltanat ihsan ettik.“ (Nisa/54) sonra bu ayetin ardından diğer müminlere hitap ederek şöyle buyurmuştur: „Ey inananlar! Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emir sahiplerine itaat edin“ (Nisa/59) Yani kitap ve hikmetle birleştirdiği (kitap ve hikmeti onlara miras olarak verdiği) kimselere itaat edin. İşte bu iki mirastan dolayı onlara haset edildi. Öyleyse şu ayetten: “Yoksa Allah’ın lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir mülk (saltanat) ihsan ettik” maksat, tertemiz olan seçkinlere itaat etmektir. Ayette mülkten kasıt da onlara itaat etmektir.

Alimler: Anlatınız bize; Acaba Allah (c.c) seçkinleri kitabında açıklamış mıdır?

İmam (a.s): Allah-u Teala, bâtın hariç, zahirde de Kur’an’ın on iki yerinde seçkinleri açıkça beyan etmiştir. Bu, Kur’an’ın tefsirlerinin dışında kalan, bâtınında ve tevilinde olan miktardır.

Birinci ayet şudur:

''En yakın akrabalarını (ve ihlas sahibi yakınlarını) korkut.“ (Şuarâ/214)

Bu ayet Ubey bin Kâb’ın kıraatinde böyledir (yani “ve ihlas sahibi yakınlarını“ cümlesi de ilave edilmiştir). Bu, Abdullah bin Mesud’un mushafında da sabittir. Allah-u Teala’nın bu ayette Hz. Peygamber’in Âl’ini kaydetmesi ve onu peygamberine zikretmesi (onlar için)yüksek bir makam, büyük bir fazilet ve yüce bir şereftir.

İkinci ayet de şudur:

''Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt’ten ricsi (her çeşit günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.“ (Ahzap/33)

Bu ayet de katı düşmanın dışında kimsenin habersiz olmadığı ve inkâr etmediği bir fazilettir. Çünkü taharetten (tertemiz olmaktan) daha üstün bir fazilet düşünülemez.

Üçüncü ayet:

Allah-u Teala yaratıklarından tertemiz olanları ayırdığında mübarek ayetinde peygamberine onlarla beraber mübahele (lânetleşme) yapmaya gitmesini emrederek şöyle buyurdu:

''Ey Muhammed! Artık sana gelen bunca ilimden sonra da gene bu hususta seninle çekişip tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım,; sonra da dua edelim ve Allah’ın lânetini yalancıların üstüne kılalım.“ (Âl-i İmran/61)

Bu ilahi emirden sonra Resulullah (s.a.a) Ali, Hasan, Hüseyin, ve Fâtıma’yı (Allah’ın salâtı ve selamı onlara olsun) dışarı çıkarıp onları kendi yanına aldı. Ayette geçen “kendimiz“ ve “kendiniz“ ibaretinin anlamını biliyor musunuz acaba?

Alimler: Allah-u Teala onunla Peygamber’in kendisini kastetmiştir.

İmam (a.s): Yanıldınız; çünkü Allah-u Teala onunla Ali bin Ebu Talib (a.s)’ı kastetmiştir. Bunun delillerinden birisi Resulullah (s.a.a)’in şu sözüdür: “Ya Velîaoğulları bu işlerinden vazgeçecekler, ya da kendim gibi birisini (onlara karşı koymak için) göndereceğim.“

Yani Ali bin Ebu Talib (a.s)’ı.. Ayetteki „oğullar“dan kasıtsa Hasan ve Hüseyin (a.s)dır. „Kadınlar“ dan kasıt da Fâtıma (s.a)’dır. İşte bu, hiç kimsenin o fazilette onlardan öne geçemeyeceği bir özelliktir. Hiç kimsenin o özellikte onlara ulaşamayacağı bir üstünlüktür ve hiçbir yaratığın o üstünlükte onları geçemeyeceğı bir şereftir. Çünkü Hz. Peygamber, Ali’nin nefsini (kendisini) kendi nefsi saymıştır. Bu da üçüncü ayettir.

Dördüncü ayet:

Peygamber (s.a.a) itretinin dışında herkesi camiden dışarı çıkardı. Bu duruma halk ve Abbas itiraz edip şöyle dediler: “Ey Allah’ın resulü! Neden Ali’yi bırakıp da bizi çıkardın?“ Resulullah (s.a.a) cevaben şöyle buyurdular: “Onu orada bırakıp sizi çıkaran ben değilim, bunu Allah (c.c) böyle yapmıştır.“ İşte bu söz, Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’ye buyurduğu “Ey Ali! Sen bana nispetle, Hârun’un Mûsa ‘ya olan nispeti gibisin” hadisini de aydınlatıyor.

Alimler: Bu mevzu Kur’an’ın neresinde geçiyor?

İmam (a.s): Bu konuda size Kur’an’dan delil getirip okuyacağım.

Alimler: Getirin!

İmam (a.s): Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Musa’ya ve kardeşine; Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın ve evlerinizi kıble yapın (onları kıbleye yöneltin)…diye vahyettik.” (Yûnus/87)

Bu ayet, Hârun’un Mûsa’nın yanındaki ve Hz. Ali’nin de Peygamber (s.a.a)’in nezdindeki makamını beyan etmektedir. Bununla beraber Peygamber (s.a.a)’in şu sözünde de (Ehl-i Beyt’inin üstünlüğüne dair) apaçık bir delil vardır: “Bu mescide Muhammed ve Âl-i Muhammed hariç, hiç kimsenin cünüp ve hayız olarak girmesi caiz değildir.”

Alimler: Ey Ebu’l-Hasan! Bu beyan siz Ehl-i Beyt’ten başkası yanında bulunmaz.

İmam (a.s): Resulullah (s.a.a):”Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır; ilim şehrini dileyen onun kapısından gelmelidir” buyururken bizim bu mevkiimizi kim inkâr edebilir? Açıklayıp izah ettiğim sözlerdeki (mevcut olan) fazilet, şeref, üstünlük, seçkinlik ve temizliği inatçı düşmanlardan başka hiç kimse inkâr etmez. Bu makamdan dolayı Allah’a şükürler olsun. Bu da dördüncüsüdür.

Beşinci ayet:

 ''Akrabalarının hakkını ver'' (İsra/26)

Bu, aziz ve cebbar olan Allah’ın Ehl-i Beyt’e mahsus kıldığı bir özelliktir. Allah-u Teala onları bütün ümmetten seçkin kılmıştır. Bu ayet Resulullah’a nazil olduğunda Fâtıma (s.a)’yı yanına çağırdılar. Fâtıma (s.a) geldiğinde Resulullah (s.a.a): “Ey Fâtıma!“ diye buyurdu. Fâtıma (s.a); „Emredin ey Allah’ın resulü! “ dedi. Resulullah buyurdular ki: “Şu Fedek, savaşsız elde edilen ganimetler arasındadır. Bu yüzden (Allah’ın hükmüne göre) bana aittir; başkalarının onda hakları yoktur. Şimdi Allah (c.c) emrettiği için onu sana bağışladım. Öyleyse onu kendin ve evlatların için al.” Bu da beşincisidir.

Altıncı ayet:

Allah-u Teala’nın buyurmuş olduğu şu ayettir:

''De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma sevgidir.“ (Şûra/23)

Bu, kıyamet gününe dek Peygamber (s.a.a)’e, bir de onun Âl’ine mahsus olan bir özelliktir; diğer kimselere değil. Çünkü Allah-u Teala Kur’an-da Nuh (a.s)’dan şöyle dediğini naklediyor: “Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum; benim ecrim ancak Allah’a aittir ve ben, inananları kovacak da değilim. Şüphe yok ki onlar, rablerine kavuşacaklar. Fakat ben, sizi cahillik etmekte olan bir kavim görüyorum.“ (Hud/29) Allah-u Teala Hud’dan da şöyle naklediyor. „De ki: Ey kavmim; ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim ancak beni yaratana ait, hâla akıl etmeyecek misiniz? (Hud/51) Ama Allah-u Teala Peygamberi Muhammed (s.a.a)’e şöyle buyurmuştur: “De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, isteğim ancak yakınlarıma sevgidir.“ (Şura/23) Allah (c.c) onların kesinlikle dinden uzaklaşmayacaklarını ve hiçbir zaman sapıklığa yönelmeyeceklerini bildiğinden dolayı onların sevgisini ve dostluğunu farz kılmıştır. Onları sevmenin farz olmasının diğer delili de şu ki; olabilir ki bir insan, birisini sever ama, ailesinden bazıları onunla düşman olduğu için onu tam kalpten, ihlasla sevemez. Allah-u Teala da Resulullah’ın kalbinde müminlere karşı hiçbir kırgınlık olmasını istemediği için Resulullah (s.a.a)’in akrabalarının sevgisini müminlere farz kıldı. Öyleyse kim bu farza uyarak Resulullah (s.a.a)’i ve onun Ehl-i Beyt’ini severse Resulullah (s.a.a) artık ona kin beslemez; kim de bu vazifeyi terk edip ona amel etmez ve Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine kin güderse Resulullah (s.a.a)’ in de ona kin gütmesi gerekli olur. Çünkü böyle birisi, Allah’ın farz kıldığı şeylerden birini terk etmiştir. Şimdi bundan daha üstün veya bunun ayarında olabilecek herhangi bir fazilet ve şeref var mıdır?…

Yedinci ayet de şudur:

“Şüphe yok ki Allah ve melekleri, salât ederler Peygamber’e. Ey inananlar! Siz de ona salât edin ve selam verin.“ (Ahzap/56)

Bu ayet nazil olduğunda halk; „Ey Allah’ın resulü! Sana selam vermeyi biliyoruz, fakat sana salât nasıl olur?“ diye sordular. Resulullah (s.a.a) buyurdular ki, şöyle diyeceksiniz: „Allahumme salli ala Muhammed ve Âl-i Muhammed, kema salleyte ala İbrahime ve ala Âl-i İbrahim, inneke hamidun mecîd“ (Allah’ım! İbrahim’e ve Âl’ine salât ettiğin gibi, Muhammed ve Âl-i Muhammed’e de salât eyle. Şüphesiz sen hamit ve mecitsin.) Şimdi bu konuda ey cemaat, aranızda bu söz hususunda bir ihtilaf var mıdır?“ Oradakiler hep birlikte „Hayır“ dediler.

Memun: Andolsun ki, bu noktanın izah ve beyanının ancak nübüvvet madeninde olabileceğini anlamış oldum.

İmam (a.s): Sekizinci ayet de şudur:

''Ve iyice bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeyin beşte biri, muhakkak Allah’ın, Peygamber’in ve zilkurbânın (yakınların)dır.“ (Enfal/41)

Allah-u Teala bu tarz beyanıyla yakınların (Peygamber (s.a.a)’in yakınlarının payını, kendi payıyla Resulullah’ın payına yanaştırmıştır. Bu da “Âl“ ile “ümmet’’ arasında bir çeşit farklılıktır. Çünkü Allah-u Teala “Âl”i (Ehl-i Beyt’i) bir mevkide, diğer insanları da ondan aşağıdaki bir mevkide karar kılmıştır. Kendisi için beğendiğini onlar için de beğenmiştir ve bu konuda onları seçmiştir. İlk önce kendisinden başlamış, sonra peygamberini ve ardından da Peygamber (s.a.a)’in yakınlarını zikretmiştir. Fey, ganimet vs. şeylerden kendisi için beğendiği şeyi onlar için de beğenmiştir. Nitekim (humus ayetinde) şöyle buyurmuştur: “Ve bilesiniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri, mutlaka Allah’ın, Peygamber’in ve zilkurbânın (yakınların)’-dır.” (Enfal/41) İşte bu ayet, Allah’ın nâtık kitabında kıyamete kadar onlar için bâki kalacak vurgu-lanmış bir beyan ve eserdir.

O öyle bir kitaptır ki, “Bâtıl ona önünden de, arkasından da yaklaşamaz. (Çünkü) hüküm ve hikmet sahibi olan ve çok övülen (Allah) tarafından indirilmiştir.” (Fussilet/42)

Ama ayetin devamında zikredilen “yetimler ve yoksullar” a gelince; (onların durumları yakınlardan farklıdır; çünkü) yetimin yetimliği ortadan kalkınca (baliğ olunca) ganimetler hükümden (humus sahipleri sırasından) çıkar ve onun için bir pay olmaz. Yoksul da öyledir; o da zengin olduğunda ganimetlerden onun için bir pay olmaz, ganimeti almak da onun için helal değildir. Ama “zilkurbâ”nın (yakınların) payı; ister zengin olsun, ister fakir, kıyamete dek onlar için sabittir. Çünkü Allah’tan ve Resulünden daha zengin olan bir kimse yoktur. Buna rağmen kendisi ve resulü için bir pay ayırmıştır. Kendisine ve resulüne beğendiği şeyi zilkurbâ (yakınlar) için de beğenmiştir.

Böylece fey (savaşmaden elde edilen mal) hakkında da kendisi ve peygamberi için isteyip razı olduğu şeyi zilkurbâ için de istemiştir. Nitekim, ganimette de onlar için pay ayırmıştır. İlk olarak kendi hakkını, sonra resulünün hakkını, ardından da zilkurbânın hakkını zikretmiştir. Onların payını Allah ve resulünün payı ile birlikte saymıştır.

İtaat konusunda da durum aynıdır. Allah-u Teala buyurmuştur ki: “Ey inananlar! Allah’a Peygamber’e ve içinizden emir sahiplerine itaat ediniz.“ (Nisa/59) Allah (c.c) bu ayette de kendisiyle başlamış, sonra peygamberini ve ardından da onun Ehl-i Beyt’ini zikretmiştir. Velayet ayetinde de durum aynıdır: „Sizin veliniz (yetki sahibiniz) ancak Allah’tır, onun resulüdür, namaz kılan ve rükû halinde zekât veren müminlerdir.“ (Maide/55)

Allah-u Teala ganimet ve feyde, kendi payıyla Peygamber’in payını, onların payı ile birlikte zikrettiği gibi, onların itaat ve velayetlerini de Peygamber ve kendisinin itaat ve velayetiyle yanaştırarak birlikte zikretmiştir. Allah-u Teala’nın Ehli-i Beyt’e olan bu nimeti ne kadar da büyüktür.

Ama sadaka (zekât) meselesi geldiğinde Allah-u Teala hem kendisini, hem resulünü, hem de resulünün Ehl-i Beyt’ini ondan münezzeh kıldı ve şöyle buyurdu: „Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât) işinde görevli olanlar, kalpleri (İslam’a) ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmışlar içindir.“ (Tevbe/60)

Acaba bu söylenenler arasında Allah-u Teala’nın kendisi, resulü ve zilkurbâ (yakınlar) için bir pay zikrettiğini bulabilir misiniz? Tenzih etme sırası geldiğinde kendisini, resulünü ve resulünün Ehl-i Beyt’ini sadaka (farz zekât)’dan münezzeh kıldı; hatta sadakayı onlara haram bile etti. Çünkü sadaka Muhammed (s.a.a)’e ve onun Ehl-i Beyt’ine haramdır. Sadaka (zekât), gerçekte insanların (malının) kiri olduğu için onlara helal değildir; zira onlar her çeşit kötülük ve kirden münezzeh kılınmışlardır. Allah-u Teala onları tertemiz kılıp seçtiğinde, kendisine beğendiği bir şeyi onlar için de beğendi ve kendisine beğenmediği bir şeyi onlar için de beğenmedi.

Dokuzuncu ayet:

Biz Kur’an’ın buyurduğu zikir ehliyiz. Zira Kur’an şöyle buyurmuştur:

''Eğer bilmiyorsanız  ZİKİR ehlinden sorun.“ (Nahl/43)

İşte zikir ehli bizleriz; o halde bilmiyorsanız bizden sorun.

Alimler: Allah bu ayetten Yahudî ve Hıristiyanları kastetmiştir.

İmam (a.s): Süphanallah! Böyle bir şey mümkün mü? Bu durumda onlar bizi kendi dinlerine çağirir ve „Bizim dinimiz İslam dininden daha üstündür“ derler.

Memun: Ey Ebu’l Hasan! Onların dediklerinin aksini ispatlayacak bir açıklamanız var mıdır?

İmam (a.s): Evet; zikir, Resulullah (s.a.a)’dir ve biz de zikrin (onun) ehli (ailesi)’yiz. Bu konu Talak suresinde apaçık gelmiştir. Allah orada şöyle buyuruyor: “Artık çekinin Allah’tan ey aklı başında olanlar; ey iman edenler, andolsun ki Allah, size ZİKİR olan bir peygamberi göndermiştir ki, Allah’ın apaçik ayetlerini okumaktadır size.”

Bu ayetteki zikir, Resulullah (s.a.a)’dir ve biz de onun ehli (ailesi)’yiz. Bu da dokuzuncusudur.

Onuncu ayet:

Nisa suresindeki şu tahrim ayetidir:

“Anneleriniz, kızlarınız ve kızkardeşleriniz …  Size haram kılındı.” (Nisa/23)

Şimdi söyleyiniz eğer şu an Resulullah (s.a.a) hayatta olmuş olsalardı, benim kızım ve oğlumun kızı yahut benim neslimden olan diğer kızlarla evlenmesi doğru olur muydu?

Alimler: Hayır, olmazdı.

İmam (a.s): Söyleyin bakalım, eğer Resulullah hayatta olsaydı sizin kızlarınızla evlenebilir miydi?

Alimler: Evet, evlenebilirdi.

İmam (a.s): İşte bunun kendisi, benim o hazretin Âl’inden olduğuma bir delildir, sizin değil. Eğer siz onun Âl’inden olsaydınız, benim kızlarımın o hazrete haram olduğu gibi sizin kızlarınız da ona haram olurdu. Demek ki ben, onun Âl’indenim, siz ise onun ümmetindensiniz. .İşte bu, Âl ve ümmet arasındaki başka bir farktır. Çünkü Âl (Ehl-i Beyt) ondandır, fakat böyle olmadığına göre ondan değildir. Bu da onuncusudur.

On birinci ayet de Mümin suresinde bulunan şu ayettir:

“Firavun ailesinden imanı gizlemekte olan mümin bir adam dedi ki: Siz, benim rabbim Allah’tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır.” (Mümin/28)

Bu adam Firavun’un dayısının oğluydu. Allah (c.c) onu soyundan dolayı Firavun’a nispet etmiştir, dininden dolayı değil. Böylece biz de doğum yönünden Hz. Resulullah’ın Ehl-i Beyt’inden olduğumuzdan soy yönünden özelleştirilmişiz, ama din yönünden bütün insanlar gibi sayılmışız. Bu da Âl ve ümmet arasındaki diğer bir farktır. Bu da on birncisidir.

On ikinci ayet de şudur :

”Ve ehline namazı emret ve kendin de ona (namaza) karşı sabırlı ol.” (Tâha/132)

Allah-u Teala bizi bu özellikle ayrıcalıklı saymıştır (üstün kılmıştır). Çünkü (bir defasında bize ümmet ile beraber namazı emretmiş, daha sonra bize (Peygamberle birlikte namazı emrederek) üstün kılmıştır, ümmeti değil. Resulullah (s.a.a) bu ayet nazil olduktan sonra dokuz ay boyunca her gün beş defa namaz vakitlerinde Ali ve Fâtima (s.a)’nın kapısına gelerek şöyle buyurdu: “Haydin namaza! Allah size rahmet etsin!“ Allah-u Teala, peygamberlerin evlatlarından hiç kiseye, bize ikram ettiği derecede ikram etmemiştir; peygamberler ailesinden sadece bizi has kılmıştır.

Memun ve alimler:

Allah bu ümmet tarafından siz Ehl-i Beyt’e hayır (mükâfat) versin. Biz müphem meselelerin gerekli açıklama ve izahını ancak sizin nezdinizde bulabiliyoruz.(Alıntı burada bitti)

…Ve bu çalışmanın, ümmetin yaklaşan’’Vahdet Haftası’’nın yıl dönümünde Vahdete vesile olması temennimizdir.