Her kimin dilinden insanlar korkarsa o ateştedir. el-Kafi, 2/327/3 İmam Cafer-i Sadık (a.s)

İslam ve İnsan Hakları Bildirisi

İslam ve İnsan Hakları Bildirisi

 

Ayetullah Cevadi Amuli

Tevhidî Bakış

İlahi bir düşünürün nazarında, insan haklarının varlığı ve onun ispatı onun tevhidi görüşüyle tamamen ilişki içerisindedir. Çünkü ilahi mektepler insan haklarının varlığının beyanı ve ispatını üstlenmiştir. Zira insan haklarının edimsel nedeni madde ve tabiattan münezzeh olan Allah Teala olduğu gibi onun ereksel nedeni de zaman, mekan ve her türlü maddi kayıttan arınmış olan O'na yaklaşmaktır.

Nihaî Hedef Likaullahtır

Dolayısıyla bir açıdan bazılarının görüşüne göre, adaletin uygulanmasının  insan haklarının temelini oluşturması ve bazılarına göre de insan haklarının hedefi sayılması görüşü kısmen doğru da olsa, tam anlamıyla doğru sayılmaz. Çünkü fert ve toplum haklarının gerçekleşmesi ve gerçekleştirilmesinin nihaî hedefi araştırmacı insanın yüce likaullah makamına ulaşmasıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim adalete önem vermiş, adiller ve adaleti uygulayanların, bu seçkin özellikleri sayesinde, insan ruhunun belirgin bir makam olan ruhun nurlanması makamına erişebileceğini açıklanmıştır. Bu konuyu Allah'ın peygamberlerinin gönderilişindeki ve ilahi kitapların inişindeki hedefin insanların adaleti ayakta tutmaları olduğunu bilen, "Andolsun, biz peygamberlerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik." ayetiyle, Kur'an'ın iniş sebebini, insanları nurlandırmak bilen İbrahim suresinin "Elif, Lâm, Râ. Bu bir kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için onu sana indirdik." şeklindeki ilk ayetini bir arada mütalaa etmekle iyi bir şekilde anlamak mümkündür. Çünkü mükemmel insanın nurlu mevkisi, tabiat ve misal aleminin üstün gerçeklerini, ilmi ve aynî müşahede yollarıyla müşahede edebilmesidir. Bu konu "Hariset b. Malik"in hikayesinden ve muttakilerin sıfatı konusunda İmam Ali aleyhiselam'ın mübarek sözlerinden anlaşılmaktadır:

"Onların gözünde yaratan öylesine yücelmiştir ki O'nun dışındaki her şey küçülmüştür. Sanki cenneti görmekteler; orada nimetler elde etmekteler. Sanki cehennemi görmekteler, orada azaba uğramaktalar."

Bu üstün hedefin gerekliliği ise, bil-araz (ilinti) olan her şeyin zati olan bir şeye ulaşmasının gerekliğinden kaynaklanır. Bu ilke, edimsel nedenler zincirinde geçerli olduğu, yani bil-araz olan nedenlerin, Allah Teala'dan ibaret olan zati bir nedene ulaşması gerektiği gibi, bil-araz hedeflerin de zati hedefe olaşması gerekir; ki o da yine Allah Teala'dır. Dolayısıyla insanın işlerinin hedefleri likaullaha ulaşmadığı müddetçe orta bir hedeftir; son hedef değil; ister istemez zati değil bil-araz hedef olacaktır. İşte buradan İslam açısından insan haklarının hedefleri ortaya çıkmaktadır.

Tabiatla Fıtrat Arasındaki Fark

Genel anlamda fıtrat, tabiatı da kapsamına almaktadır, dolayısıyla bütün tabii varlıklar Allah'ın fıtratı(yaratığı)dırlar; çünkü Allah Teala'nın yaratıcı olması sadece soyut varlığın yaratılışına has bir olay değildir. Fatır Suresi’nin birinci ayetinden bu mana  anlaşılmaktadır. "Hamd, gökleri ve yeri yaratan … Allah'a mahsustur. Çünkü "gökler ve yerler" kelimelerinin geçmesine rağmen, onlarda olan şeylerin zikredilmediği yerlerde onların da "gökler ve yerler" kelimesinin kapsamı içerisine girerler. Dolayısıyla, yukarıdaki ayetten maksat, gökyüzü ve gökyüzünde olan bütün şeylere; yine yeryüzü ve yeryüzündeki bütün şeylere, Allah Teala'nın fıtrat verdiğini beyan etmektedir.

Ama "Fıtrat", özel anlamıyla "tabiat" kelimesinin karşısında yer alır; yani maddi beden ve soyut ruhtan oluşan insanda, tabiat onun maddi bedeniyle, fıtrat ise onun soyut ruhuyla ilgilidir. Çünkü idrak ettiği, tabiat ötesini anladığı, gaybî varlıkları melekûtî gözüyle gördüğü, onunla sözleştiği, kendisini gaybî sözleşmeye borçlu hissettiği, Allah Teala'nın rububiyetini ikrar ettiği, Allah Teala'nın kutlu zatının kulu olduğunu itiraf ettiği şey, insanın soyut ruhudur; zürriyet sözleşmesi ayeti de bunun şahididir. İnsan her ne kadar da tabii beden ve tabiat ötesi ruhtan oluşmuşsa da, ancak bu mürekkeb varlıkta temel olan soyut ruhtan ibarettir; bedeni yönetmek de işte bu soyut ruhun görevidir.

Dolayısıyla insan haklarını belirleme, bu iki boyuttan oluşan gerçeği tanımaya ve bu bileşik varlıkta asalet temel olan boyutun insanın soyut ruhuna ait olduğunu kavramaya bağlıdır. Dolayısıyla bütün insan haklarını iki bakış açısından incelemek gerekir: Biri onun tabii açısından, diğeri ise asıl ve temel olan fıtrî açısından. İnsan gerçeğinin bu değerlendirmesinde eğer onu tabiat duvarıyla sınırlandıracak olursak onu gerçeğinin önemli bir bölümünü inkar etmiş oluruz. Ve eğer insan gerçeğinin, tabiatıyla fıtratını eşit olarak görecek olursak bu durumda da asıl olmayan şeyi, asıl ve temelle eş değer olarak  görmüş oluruz.

Çünkü bedenin tabiatını, ruhun fıtratından öne geçirecek olursak ayrıntıyı temelin yerine geçirmiş ve asıl olanı öncülükten almış, insanın derisini ters çevirerek insana giydirmiş, baş tarafı aşağı ve aşağı tarafı da başa geçirmiş oluruz. Bu durumda insan gerçeği mahv ve yok olur. Nitekim İslami tahrife uğratan bir grup hakkında Emiru’l-Müminin Hz. Ali aleyhiselam, "İslam ters giyilen elbiseye döner." demiştir

Yukarıdaki noktayı göz önünde bulundurarak şunu söyleyebiliriz ki, birisi, kendine has terimsel kullanımıyla tabiatı, fıtrat anlamında kullanır, tabii hakları, fıtri hakları anlamında istifade ederse, sakıncası yoktur; çünkü terim konusunda tartışılmaz. Ancak birileri, insan gerçeğini onun tabiatıyla (maddi yönüyle) özdeş bilerek fıtratı insanın tabii yönü dışında bir şey bilinmezse, insanlık gerçeğinin önemli bir bölümünü inkar etmiş olurlar. Bu anlayışa göre ise, insan hakları doğru olarak belirlenemez. Çünkü insan haklarının düzenlenmesi onun haklarının felsefesinin gerçekleşmesinden sonradır. Bu durumda insan gerçeğini hakkıyla tanımayan bir hukukçu onun haklarını nasıl yazabilir?!

Her Varlığın Niteliği Onun Varlığına Bağlıdır

Bir vasıf meydana gelişinde sahibine bağlı olduğundan varlığının bütün boyutlarında da ona bağlıdır; yani eğer bir varlığın varlığı sınırsız olursa onun -edimsel niteliği (fiil vasfı) her ne kadar sınırlı olsa da- özsel vasfı özü gibi sınırsız olur. Fakat eğer mevsufu, sınırlı olursa bu durumda ister fiil sıfatı ve ister zat sıfatı olsun onun sıfatı da sınırlı olacaktır. İnsanın varlık ve hayat, ilim, kudret ve irade gibi kemalî sıfatları sınırlı olduğu gibi onun özgürlüğü de sınırlıdır. Yani insanın varlığı sınırlı olduğu halde onun sıfatlarından biri sayılan ve gerçekleşmesinde onun varlığına bağlı olan özgürlüğünün sınırsız olması mümkün değildir. Dolayısıyla kesinlikle insanın özgürlüğü mutlak ve sınırsız değildir, tam aksine kayıtlı ve sınırlıdır.

İnsanın Özgürlüğünün Sınırını Belirleyen Merci

İnsanın özgürlük sıfatının sınırlı olmasının gerekliliğini açıkladıktan sonra sıra, inanç, ahlak, hukuk, davranış, sünnet ve siret gibi insanın varlığının çeşitli boyutlarında özgürlüğünün sınırını belirten etkenin ne olduğuna gelir. Bu sorunun en mantıklı cevabı şu olabilir: İnsanın özgürlüğünü sınırlandıran tek etken onun varlığını sınırlandıran etkendir. Yani insanın özgürlüğünün sınırını belirleyen tek merci ona sınırlı bir varlık veren Yaratıcısıdır. Çünkü O'nun dışında hiç kimsenin onun varlığının sınırından haberi yoktur.

Dolayısıyla, insanın özgürlüğünü sınırlama yetkisine sahip olan tek merci ona sınırlı bir varlık veren ve her şeye belli bir ölçü yaratan Allah Teala'dır: "Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir ölçü ile yarattık." Kendisini her türlü kayıttan uzak bilen kimse, kafasında sınırlı bir mevsuf için sınırsız bir vasıf tasarladığını ve sürekli kulluk iddiasında bulunan bir varlık için rububiyet iddiasında bulunduğunu bilmelidir. Konunun felsefi yönünü oluşturan sınırlı bir varlığın sıfatının da sınırlı olmasının gerekliliği ve bir vasfı sınırlandıran etken, o vasfın mevsufunu sınırlandıran etkenin yine bizzat kendisinin olmasının gerekliliği açıklığa kavuşursa, diğer taraftan azgın olan tabiatla, kulluk, huzu ve huşu içerisinde hakka teslim olan fıtrat arasında bir fark gözlenirse hiç bir zaman insanı özgürlüğün sahibi bir varlık bilemeyecek, aksine onu özgürlük ve hürriyetin emini bulacağız.

O halde, hukukun en güzel çehrelerinden olan özgürlük insanın değildir, aksine bu Allah'ın ona vermiş olduğu bir emanettir. Dolayısıyla insan onu korumada kusur etmemek ve onu kendi reyine göre yorumlamamakla yükümlüdür. Heveslerine uyarak onu tahrif etmemeli ve kendi isteğine göre onu değiştirmeye çalışmamalıdır; çünkü Allah'ın sünneti görüşe göre yorumlama, tahriften ve her türlü değiştirmeden korunmuştur. Özgürlük ilkesi insanın mülkü değil de, ilahi bir emanet olduğu için, hiç kimse kendisini satamaz; kendisini diğerlerinin kulu ve kölesi edemez. Yani insan kendi özgürlüğünü kul ve köleliğe dönüştüremez. Nitekim insanın hayatı da Allah'ın bir emanetidir; hiç kimse dinde yeri olmayan intiharla onu yok edemez; hiç kimsenin buna hakkı yoktur aksi durumda kendisine emanet edilmiş olan hayata ihanet etmiş olur.

 

 


– Usul-u Kafi, c.2, s.53, Hakikat-ul İman vel Yakin babı, c.3.

 

 


– "Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (demişti de) onlar: Evet (Rabbimizsin), şahid olduk demişlerdi. (Bu) kıyamet günü: Biz bundan habersizdik, dememeniz içindir." A'raf, 172.

– Nehc-ul Belaga, 108. hutbe.