Allah kulun tövbesine, kısır birinin evlat sahibi olmasından ve kaybettiğini bulan birinden daha çok sevinir.Mustedrek’ul Vesail, c. 12, s. 126 Hz. Muhammed (s.a.a)

Tathir Ayeti Üzerine

Tathir Ayeti Üzerine

Muhammed Mehdi TURAN/Erenler 4-5

Allah'a, Resulü'ne, kıyamet gününe imandan sonra bir Müslüman için hiçbir şey dinin temel ilkeleri ile fer'î hükümlerinin kaynağını bilmek kadar önem taşımamaktadır. Bilindiği üzere Allah-u Teâlâ, birtakım hükümler belirleyerek kullarının bu hükümlere uymalarını emretmiştir. Ancak bir hükmün Allah'ın hükmü olabilmesi için, Allah-u Teâlâ tarafından belirlenmiş olan bir kaynağa dayanması gerekir. Dolayısıyla bu kaynakları tanımak her Müslüman için bir zaruret teşkil etmektedir.

Birinci kaynak, insanlık için hidayet ve nur meşalesi olan Kur’ân-ı Kerim'dir. Allah-u Teâlâ bu hususta şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitab'ı (Kur’ân'ı) hak olarak indirdik."[1]

Kur’ân-ı Kerim’in, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini açıklayan kaynakların ilki olduğu hususunda Müslümanlar ittifak etmişlerdir.

İkinci kaynak, Sünnet-i Nebeviyye'dir. Sünnet, Resulullah'ın (s.a.a) sözleri, amelleri ve takrirlerinden (görüp de susarak onayladığı hareketlerden) ibarettir.

Bilindiği üzere, Resulullah'ın (s.a.a) vefatıyla şeriatın en önemli kaynağı olan vahiy de kesilmiş oldu ve Müslümanlar günlük yaşantılarında ibadet, muamelât ve her geçen gün alanı daha bir genişleyen hükümet işleriyle ilgili, hükmünü bilmedikleri birçok yeni sorularla karşı karşıya kaldılar. Allah Resulü’nün, yaşadığı dönemde İslâm ümmetinin ihtiyaç duyduğu ve duyacakları konuların tamamını ayrıntılı bir şekilde açıklamadığını da biliyoruz. Resulullah’ın (s.a.a) mübarek kısa hayatında karşılaştığı birçok iç ve dış sorunlarla iştigal etmesi, zorunlu olarak onu Allah'ın hükümlerinin tamamını ayrıntılı bir şekilde açıklamaktan alıkoymuştu. İşte bu yüzden birçok meselede veya meselelerin teferruatında Resulullah'ın (s.a.a) açıklamalarını göremiyoruz. Şehristanî bu konuda şöyle diyor:

"İbadet ve muamelâtta ortaya çıkan mevzuların sayılamayacak kadar çok olduğunu kesinlikle biliyoruz. Öte yandan her olay hakkında bir nassın olmadığını, hatta bunun imkânsız olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla sayılmayacak kadar çok olan mevzuları sayılı ve sınırlı beyanlarla sınırlandırmamız mümkün değildir."[2]

Ancak dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Acaba Allah-u Teâlâ, Müslümanlara, dinî ve dünyevî işlerini ilgilendiren hususlarla karşılaştıklarında, Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinden sonra başvuracakları "canlı bir kaynak" tayin etmiş midir, yoksa onları istedikleri gibi içtihat etmeleri ve karşılaştıkları sorunların çözümünde kendi görüşleri ile amel etmeleri hususunda serbest mi bırakmıştır? Başka bir deyişle: Acaba Allah'ın Kitabı'na ek olarak, Müslümanların sünnet-i nebevîde bulunmayan ihtiyaç duydukları meselelerde müracaat edebilecekleri açık bir kapı var mıdır? Acaba Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra Müslümanları Allah'ın dinine hidayet edecek belirli kimseleri yerine halife olarak tayin etmiş midir? Yoksa Hz. Muhammed’in vefat etmesiyle sünnet-i nebevîden de mahrum kalan Müslümanların sadece sahabenin Hz. Resulullah'tan (s.a.a) rivayet ettikleri sınırlı ve az miktardaki hadislerden yararlanmaları dışında başka bir çareleri kalmadığını mı sanmalıyız? Sınırlı ve az miktarda olan hadisler dedik, zira sahabenin, Resulullah'ın (s.a.a) buyruklarını bir araya toplamaya ve yazmaya pek fazla önem vermediklerini, hatta kasıtlı olarak zayi ettiklerini biliyoruz. Sonra  Müslümanların Allah Resulü’ne atfedilen sınırlı miktardaki bu hadislere başvurmalarının da öyle kolay olmadığını, aksine çeşitli zorlukları olduğunu da biliyoruz.[3] Biz bu makalede bütün bu konulara açıklık kazandırmak için bu soruları cevaplandırmaya çalışacağız.

Ehl-i Beyt'in İmameti

Resulullah'ın (s.a.a) siretini dikkatli bir şekilde araştıran herkes, Resulullah'ın kendisinden sonra ümmeti arasında dinî ve dünyevî işlerde müracaat edilecek merci olarak Ehl-i Beyt'ini salık verdiğini görür. Yine Resulullah'ın (s.a.a) defalarca ve çeşitli münasebetlerle, halkı Ehl-i Beyt'e yönelmeleri ve sünnetini onlardan almaları hususunda çok büyük çaba sarf ettiğini anlar. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bu husustaki hadislerinin hepsini burada zikretmek makalemizin kapasitesi dışındadır; ancak burada o hadislerden bazılarına kısaca bir göz attıktan sonra tathir ayetini ele alarak Kur’ân-ı Kerim’in de ümmete aynı adresi gösterdiği üzerinde kısaca duracağız. Bu hadislerden bazıları şöyledir:

Sekaleyn Hadisi

Şia ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında mütevatir ve meşhur olduğunda ittifak edilen bu hadis-i şerifi, Sahih-i Müslim,[4] Sahih-i Tirmizî,[5] Sünen-i Daremî,[6] Müsned-i Ahmed b. Hanbel,[7] Hasais-i Nesaî,[8] Müstedrek-i Hâkim[9] ve Ehl-i Sünnet'in diğer hadis kaynaklarından naklediyoruz:

Allah Resulü şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar, ben de bir insanım, Rabb’ime davet edileceğim ve icabet edeceğim zaman yaklaşmıştır. Ben sizin aranızda iki değerli şey bırakıyorum; onlara sarıldığınız takdirde asla sapıklığa düşmezsiniz. Onlar, Allah'ın Kitabı ve itretim olan Ehl-i Beyt'imdir. Bunlardan birisi, diğerinden daha ağır ve değerlidir. Onlar Kevser Havuzu’nda bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar. Öyleyse (onlar hakkında) Allah'tan korkun ve benden sonra o ikisi hakkında ne yapacağınıza (veya onlarda olan benim hakkımı nasıl koruyacağınıza) bakın. Onlardan (Ehl-i Beyt'imden) öne geçmeyin ki helâk olursunuz ve onlara bir şeyler öğretmeye de kalkışmayın ki, onlar sizden daha bilgilidirler. Yakın bir zamanda Kevser Havuzu'nun başında benimle buluşacağınızı ve benden sonra Sekaleyn'e nasıl davrandığınızı soracağımı görüyorum. Benim kıbleme yüz çeviren ve davetime icabet eden, onlar için hayır dilesin."

Sefine (Gemi) Hadisi

Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:

"Benim Ehl-i Beyt'im sizlerin arasında Nuh'un gemisine benzer; ona binen kurtuldu ve ondan yüz çeviren ise boğuldu."

Bu hadisi, Hâkim "Müstedrek’üs-Sahihayn"de Müslim'in şartıyla;[10] Muttakî "Kenz'ül-Ummal"da;[11] Heysemî "el-Mecma"da;[12] Ebu Nuaym "Hilyet’ul-Evliya"da[13] nakletmiştir. Güvenilir ashap, tabiîn ve diğer hadis ravilerinin naklettiği bu hadis, Ehl-i Beyt'in imametiyle ilgili kitaplarda da geçmektedir.

Gadir-i Hum Hadisi

Resulullah (s.a.a) bu hadis ile, Sibt b. Cevzî'nin "Tezkire" adlı kitabında yazdığı üzere 120 bin Müslüman’ın huzurunda, Emir’ül-Müminin Ali b. Ebu Talib'i (a.s) kendisinden sonra Müslümanlara imam ve veli olarak tayin etti. Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum'da irat ettiği hutbesinin bir bölümünde şöyle buyurmaktadır:

"Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu yalnız bırakanı yalnız bırak…"

Resulullah'ın (s.a.a) bu hutbesini duyan Müslümanlar, içlerinde Ömer, Ebubekir ve diğer büyük sahabîler de bulunmak üzere, Hz. Ali'ye (a.s) biat elini uzatarak velâyetini kabul ettiler.

Bu hadisi Müslim Sahih'inde ve Hâkim Şeyheyn'in şartıyla Müstedrek'üs-Sahihayn'de nakletmiştir.

Şiî alimlerinden Allâme Mir Hamid Hüseyin Hindî, bu hadisin senetleri üzerinde geniş çapta araştırma yaptıktan sonra onu, on ciltten oluşan "Abekat’ul-Envar" adlı değerli kitabında kaydetmiştir. Yine Allâme Eminî "el-Gadir" adlı kitabında bu hadisin senet ve ravi silsilesini ayrıntılı bir şekilde incelemiştir.

Ehl-i Beyt'i İmamet Makamına Hazırlama

Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra imamet, rehberlik ve hüküm verme hususlarında, helâl ve haramı tanımakta, Allah'ın ahkâm ve hududunu öğrenmekte Ehl-i Beyt'e müracaat etmeleri için her yerde Müslümanları onlara başvurmaya emrediyordu. Ümmetini onların imametini kabullenmeye hazırladığı gibi, kendisinden sonra bu önemli görevi yerine getirebilmesi için Ehl-i Beyt'inden olan Hz. Ali'nin (a.s) terbiyesine de büyük önem gösteriyordu. İşte bu amaçla Hz. Ali'yi (a.s) daha çocukken kendi terbiyesi altına alarak mükemmel bir programla kendi evinde büyütmeye özen göstermiştir; böylece o, çocukluk döneminden itibaren Resulullah'ın (s.a.a) ilâhî terbiyesi altında büyümüştür. Keza Resulullah'a (s.a.a) uyan ve iman eden ilk şahıs olarak da Hz. Ali'yi (a.s) görüyoruz. Bu hususta Hz. Ali (a.s) Nehc’ül-Belâğa'da "Kasıa" hutbesinde şöyle buyurmaktadır:

"Resulullah'a (s.a.a) ne kadar yakın olduğumu, onun katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı iyice bilirsiniz. Çocuktum henüz, o beni bağrına basardı; lokmayı çiğner, ağzıma kor, yedirirdi. Ne söylediğimde yalan, ne yaptığımda bir kötülük bulmuştur… Ben de deve yavrusu anasının peşinden gittiği gibi onu takip ederdim. O her gün bana huylarından birini öğretir, kendine uymamı buyururdu. Her yıl Hira dağına çekilir (ibadet eder)di. Onu ancak ben görürdüm, benden başkası görmezdi. O gün İslâm, Resulullah'la (s.a.a) Hatice'den başkasının evinde yoktu; ben de onların üçüncüsüydüm. Vahyin nurunu görür, nübüvvetin kokusunu duyardım…”

Bunlardan anlaşıldığına göre Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra ümmetini Ehl-i Beyt'in imametini kabullenmeye ve Ehl-i Beyt'ini de Müslümanların imametini üstlenmeye hazırlıyordu. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) bu konuda nakledilen hadislere dikkatle bakıldığında Resulullah'ın (s.a.a) bu hareketlerinden hiçbir şahsî menfaatinin söz konusu olmadığı anlaşıldığı gibi, bunun ilâhî bir iş olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ'nın diğer emirlerinde olduğu gibi, bu emrinde de Resulü’nü, halka tebliğ etmekle yükümlü kıldığını görmekteyiz. Allah-u Teâlâ, bu hususta Resulü'ne (s.a.a) hitaben şöyle buyurmaktadır:

"Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et (duyurup bildir). Eğer yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete erdirmez."[14]

Muhaddisler, bu ayetin Hz. Ali'nin (a.s) Gadir-i Hum günü Müslümanlara imam ve veli olarak tayin edilme mevzuunda nazil olduğunu beyan etmişlerdir. Nitekim Allâme Eminî "el-Gadir" kitabında, hadis ravilerinin bu sözlerini birçok Ehl-i Sünnet hadis ve tefsir kitaplarından kaynakları ile nakletmiştir.

O hâlde bu olay Allah-u Teâlâ'nın emridir; Resulullah'ın (s.a.a) bu hassas meseledeki bütün söz ve davranışları de vahye dayalıdır.  Buradan hareketle Allah-u Teâlâ’nın, Ehl-i Beyt'i, başkalarının varamayacağı ilim, anlayış ve masumluk mertebesine ulaştırması gerekmektedir. Çünkü onlar, Resulullah'tan (s.a.a) sonra Müslümanlara bütün dinî ve dünyevî işlerinde rehberlik etmek üzere Allah-u Teâlâ tarafından imamet makamına getirilmişlerdir. Bir kimse de ancak zikredilen özelliklere sahip olduğu takdirde Allah-u Teâlâ tarafından imamet makamına getirilir.

Ehl-i Beyt'in Masum Olması ve Hükümlerinin İçtihada Dayanmaması

Yukarıdaki bilgiler ışığında Resulullah (s.a.a), Allah’ın emri gereği Ehl-i Beyt'ini kendi sünnetini tebliğ etmede ve bütün dinî meselelerde ümmetine merci olarak tayin etmiştir. Bu, Ehl-i Beyt'in Müslümanlara rehberlik etmesi bizzat Allah-u Teâlâ'nın kendi isteği ve emri olduğu anlamına gelmektedir. Bundan Allah-u Teâlâ'nın onları bizzat kendi inayet ve himayesi altına aldığı ve başkalarını mahrum bıraktığı özel ilâhî ilimle donattığı anlamı çıkar. Dolayısıyla Ehl-i Beyt'i bazen doğru, bazen de yanlış içtihat eden diğer müçtehitler ve fakihlerle kıyas etmek doğru olamaz. Onlar, Resulullah (s.a.a) gibi şaşırmadan, hata ve yanlışlığa düşmeden ilâhî hükümlerle birlikte sünnet-i nebevîyi tebliğ ediyorlardı. Binaenaleyh, Ehl-i Beyt fıkhına "Ehl-i Beyt mezhebi" tabirini kullanmamız müsamaha ve mecaz babındandır, yani onların ilim ve hükümleri kendi içtihatlarına dayanmıyordu. Onların ilmi vehbî idi (Allah tarafındandı) ve onlar masum insanlar olarak sadece kendilerine tevdi edileni tebliğ ediyorlardı.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Ehl-i Beyt'in masum olduğu inancı, sadece sünnet-i nebevîden alınan sonuca dayalı bir mevzu değildir. -Gerçi böyle olsaydı da kesinlikle buna iman edilmesi gerekirdi. Çünkü Resulullah'ın (s.a.a) bütün buyruklarının vahye dayalı olduğu, bizzat Kur’ân’ın açık beyanıyla sabittir. Dolayısıyla bu anlamdaki beyanının da vahye dayalı ilâhî bir hüküm olduğu ortaya çıkmaktadır.- Ehl-i Beyt'in masum olduğunu, her türlü hata ve günahtan arındıklarını Allah-u Teâlâ'nın muhkem zikri olan Kur’ân-ı Kerim açıklamıştır.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Allah, siz Ehl-i Beyt’ten her türlü kötülüğü (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister."[15]

Şimdi biz bu ayet-i kerimede geçen müfredat ve edatın anlamını ve de ayetle ilgili konuları aktarmaya çalışalım.

Ayet-i kerime "innema" kelimesiyle başlamaktadır ve bu kelime Arap edebiyatının en güçlü hasır (sınırlandırma) edatından olup kendisinden sonra gelen manayı yalnızca belirlediği mevzu için ispat etmekle birlikte o manayı başkalarından nefyeder. Örneğin, "İnneme’l-fekihu Aliyyun" cümlesi, “Fakih yalnız Ali'dir; ondan başka bir fakih de yoktur" manasını ifade eder. Görüldüğü üzere bu misalde "innema" edatı fakihliği yalnızca Ali için ispatladığı gibi başkasından da nefyetmektedir.

Binaenaleyh, "innema" edatıyla başlayan bu ayet-i kerime: "Allah-u Teâlâ’nın yalnızca Ehl-i Beyt'in temiz kılınmasını irade ettiğini, başkalarının ise bu şekilde temiz kılınmasını irade etmediğini" ifade etmektedir.

Ayette geçen irade kavramına gelince, bilindiği üzere Allah-u Teâlâ'nın iradesi tekvinî ve teşriî olmak üzere iki kısma ayrılır. Allah'ın isteği ile olmasını istediği şeyin bir engel ile karşılaşmadan anında olmasına "Tekvinî irade" denir. Yani Allah, tekvinî irade ile bir şeyin olmasını istediğinde onun gerçekleşmemesi asla düşünülemez ve tekvinî iradede, Allah-u Teâlâ'nın dilediği şey dileğinden asla ayrılamaz. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri, yalnızca ‘ol’ demesidir; o da hemen oluverir."[16]  

Bu ayette geçen iradenin tekvinî irade olduğu açıktır. Zira bu ayette irade ile muradın ayrılmazlığından ve iradenin hemen ardından hiçbir engel olmaksızın iradenin gerçekleşmesinden bahsedilmektedir.

"Teşriî irade"de ise Allah-u Teâlâ, gerçekleşmesini dilediği şeyleri kullarının kendi özgür iradeleriyle gerçekleştirmelerini dilemektedir. Yani Allah’ın iradesinin yanı sıra kulun da irade ve seçme hakkına sahip olması söz konusudur. Gerçekte Allah’ın iradesi kulun özgür olması ve kendi iradesiyle bir şeyi yapması veya yapmaması yönündedir. Bu irade, sadece Allah'ın mükelleflere şeriat ve din olarak tayin ettiği amel ve vazifelere taalluk eder; nitekim tekvinî irade de tekvin ve varlığı ilgilendiren şeylerde söz konusudur.

O hâlde, Allah’ın tekvinî ve teşriî olmak üzere iki çeşit iradesi vardır ve bunlar farklı şeylerdir. Şimdi soru şudur: Acaba bu ayet-i kerimede geçen irade, bu iki kısım iradeden hangisidir? Allah'ın buradaki iradesi teşriî irade olabilir mi? Eğer teşriî irade anlamını taşırsa, ayetin manası şöyle olur: Allah-u Teâlâ, Ehl-i Beyt'ten kendi iradeleriyle bütün pisliklerden arınıp temizlenmelerini dilemektedir. Başka bir tabirle; Allah-u Teâlâ bu ayet-i kerimede Ehl-i Beyt’ten, pisliklerden uzak durmayı ve temiz kalmayı istemektedir. Bu anlamı kabul edersek, bu ayet-i kerime, Ehl-i Beyt'in masumiyeti konusuna delil olmaz. Zira Allah-u Teâlâ'nın -teşriî olarak- doğruluk, adalet, hayır amel, temizlik gibi birçok güzellikleri kullarının yapmasını dilediği hâlde, onların bunları yapmadığını; yalancılık, dolandırıcılık ve zulüm gibi birçok çirkinliklerden de uzak durmalarını istediği hâlde onların bu çirkinliklerden uzak durmadıklarını kendimiz bizzat görmekteyiz. Velhasıl teşriî irade vaki olma açısından kesinlik ifade etmez. Onun vaki olması aynı zamanda kulların hür iradelerine bağlıdır. Onlar da aynı iradede bulunup o işi gerçekleştirmeye girişirler ve ayrıca araya başka bir engel de girmezse gerçekleşir; aksi takdirde gerçekleşmez.

Ama ayetin genelinin müfredatına bakıldığında, bu ayette geçen iradenin teşriî irade olmadığı ortaya çıkıyor. Zira bu ayet, teşriî iradeyle asla bağdaşmayan hasrı (sınırlandırmayı) kuvvetle vurgulayan "innema" edatıyla başlamaktadır. Oysa Allah-u Teâlâ'nın temizliğe olan teşriî iradesi, yalnız Ehl-i Beyt'e has bir şey değildir, bilakis Allah-u Teâlâ teşriî iradeyle tüm kullarının çirkinliklerden uzak durmalarını ve temiz olmalarını istemektedir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz."[17] Görüldüğü üzere bu ayet-i kerimede Allah-u Teâlâ insanların geneline hitaben; “Allah sizi temiz kılmayı irade etmektedir” buyurmaktadır. Açıktır ki, bu irade teşriî iradeden gayrisi olamaz. Zira insanların birçoğununun bu iradenin aksine amel ettikleri malumdur. Oysa Allah’ın tekvinî iradesinin gerçekleşmememsi imkânsızdır.

Bundan anlaşılıyor ki, Ehl-i Beyt’in temizliğinden bahseden ayette geçen iradeyi teşriî iradeyle tefsir edemeyiz. Zira teşriî iradeye konu olan temizliği sadece Ehl-i Beyt'e mahsus kılıp, onu başkalarından nefyetmemiz bir anlam taşımaz. Öyleyse ayet-i kerimedeki ilâhî iradeyi ayette geçen hasır edatının mefhumuyla da bağdaşan tekvinî iradeye yorumlamak zorundayız. O hâlde Ehl-i Beyt, Allah'ın tekvinî iradesiyle temiz kılınmıştır ve bu temizlik sadece onlara mahsustur. Bu hususta başkalarına iştirak hakkı verilmemiştir. Açıktır ki, Allah-u Teâlâ tekvinî olarak bir şeyin olmasını isterse, o şey kesinlikle vuku bulur. Zira Allah'ın tekvinî olarak irade ettiği (olmasını istediği) şeyin gerçekleşmemesi ve iradesinin muradından ayrılması imkânsızdır.

Velhasıl, ancak mezkur ayetteki irade, tekvinî irade olarak yorumlandığında, hasır edatı olan “innema” kelimesi de kendi anlamını tam olarak ifade etmiş olur. Aksi takdirde bu ayete doğru bir anlam vermek olanaksızdır. Sonuç olarak, bu ayette geçen iradenin tekvinî irade oluşu ve Allah'ın tekvinî iradesinin gerçekleşmemesinin imkânsız oluşu, Ehl-i Beyt’in bütün pisliklerden arı olup tertemiz masum insanlar olduklarını ortaya koymaktadır.

Ayette geçen "pislik" anlamında olan "rics" kelimesi, maddî ve zahirî pisliklere denildiği gibi manevî ve batınî pislikleri de kapsamaktadır. Nitekim Allah-u Teâlâ Kur’ân-ı Kerim'de bu kelimeyi her iki anlama da kullanmıştır. Zahirî pislikte kullanmasına, domuz etinden "rics" (pislik) diye bahsetmesini örnek olarak zikredebiliriz. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"… Veya domuz eti -ki pisliğin kendisidir-…"[18]

Manevî pislikte kullanmasına ise Allah-u Teâlâ’nın şu ayetini örnek olarak zikredebiliriz:

"Kalplerinde hastalık olanlara ise, pislik üstüne pislik artırdı ve onlar kâfir olarak öldüler."[19]

Ve yine buyurmuştur ki:

"…Kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü -sanki göğe yükseliyormuş gibi- dar ve sıkıntılı kılar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik çökertir."[20]

Bu ayetleri dikkate aldığımızda günah ve isyanın pisliğin en bariz fertlerinden olduğunu anlamaktayız. Binaenaleyh bu ayet-i kerimenin açık beyanından şu sonuca varmaktayız: Allah-u Teâlâ, Ehl-i Beyt'in bilinen bütün maddî ve manevî pisliklerden uzak kalmalarını ve hiçbir günaha bulaşmamalarını tekvinî olarak irade buyurmuştur. Allah'ın, tekvinî iradesinin gerçekleşmememsin ise, "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri, ona yalnızca "ol" demesidir; o da hemen oluverir."[21] ayeti gereği imkânsız olduğuna göre, bundan Ehl-i Beyt’in bütün pisliklerden münezzeh, pak ve masum şahıslar olduğu sonucu doğmaktadır.

Ehl-i Beyt Kimlerdir?

Ehl-i Beyt’in kimler olduğunu, şüpheye yer bırakmayacak şekilde bizzat Allah Resulü’nün kendisi belirlemiştir.  İlk olarak Allah Resulü’nün bu ayette bahsi geçen Ehl-i Beyt kavramını isim isim anarak sadece belirli bir grupla sınırladığını ve bu kavrama bu grup dışındaki kimselerin girmediğini açıkça beyan ettiğini görmekteyiz. Örneğin; Abdullah b. Cafer'in rivayetinde şöyle yer almıştır:

“Resulullah (s.a.a), zevcesi Safiyye'ye; "Çağır bana, çağır bana!" diye emretti. Safiyye; "Kimi çağırayım?" dediğinde, Resulullah (s.a.a); "Ehl-i Beyt'im olan Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan’ı ve Hüseyin'i." buyurdu. Onlar gelince de şöyle devam etti:

"Allah'ım, bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir; Muhammed ve Ehl-i Beyt’ini selâm ve rahmetini gönder."

Resulullah'ın (s.a.a) bu sözlerini müteakip hemen vahiy elçisi gelerek; "Allah, siz Ehl-i Beyt’ten her türlü kötülüğü (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister."[22] ayetini nazil etti.”[23]

Arap dilinin beyan üslûbu ve edebiyatına vâkıf olan herkes, Resulullah'ın (s.a.a); "Allah'ım, bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir." sözünü Ehl-i Beyt'i o kimselerle sınırladığının ve başkalarını ise bu kavram dışında bıraktığının açık delili olarak görür.

 Resulullah'ın (s.a.a) bu ayetin nazil olduğu zaman sergilediği tavır, bu kavramın belirli kimselerle sınırlı olduğunun ayrı bir delilidir.  Biliyoruz ki, Allah Resulü bu ayet nazil olduğunda sadece belirli kimseleri kisa (aba) altında toplamış ve; “Rabb’im, benim Ehl-i Beyt’im bunlardır.” buyurmuştur. Bu olay, Ehl-i Beyt kavramının sadece o kimselerle sınırlı olduğunu göstermektedir. Ümmü Seleme'den nakledilen Hadis-i Kisa'da şöyle yer almıştır:

"Resulullah (s.a.a); Hasan, Hüseyin ve Fatıma'yı çağırıp önünde oturttu, Ali'yi de çağırıp arka tarafında oturttu. Sonra onlarla birlikte abaya bürünerek şöyle dua etti:

"(Allah'ım,) bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir; onlardan bütün pislikleri gider ve onları tertemiz kıl." [24]

Allah Resulü’nün, bu ayet-i kerimenin nazil olduğu sırada sadece belirli kimseleri abası altına alıp Ehl-i Beyt’i olarak tanıtarak haklarında hayır duada bulunması üzerine, zevcelerinden bu şerefe nail olmak isteyenlere verdiği cevap, bu kavramın sadece o kimselerle sınırlı olduğunu ve onların dışında kalan kimseleri, zevceleri olsa dahi kapsamadığını açıkça göstermektedir. Nitekim hadislerden bu ayetin Ümmü’l-Müminin Ümmü Seleme’nin evinde nazil olduğu ve Allah Resulü’nün Ehl-i Beyt’e olan iltifatının onun gözü önünde cereyan ettiği anlaşılmaktadır. Bu arada Allah Resulü’nün bu büyük iltifatını gören Ümmü’l-Müminin Ümmü Seleme, belki de kendisini de bu yüce şerefe nail ettirmek arzusuyla, Resulullah'a (s.a.a); "Ey Allah'ın Resulü, ben de onlardan mıyım?" diye sorması, Resulullah’ın (s.a.a) ise büyük makam sahibi olan bu muhterem zevcesine; “Hayır, sen onlardan değilsin ama sen hayır üzeresin.” buyurması, Allah Resulü’nün zevcelerinin Ehl-i Beyt kavramı dahilinde olmadıklarını açıkça ortaya koyan başka bir delildir. [25]

Ayrıca, Resulullah (s.a.a), bu ayet nazil olduktan sonra "Ehl-i Beyt"ten maksadın kimler olduğunu ve bu ayetin kimlerin hakkında nazil olduğunu kimseye şüphe bırakmayacak şekilde açıkça beyan etmişlerdir. Allah Resulü buyurmuştur ki:

"Bu ayet beş kişinin hakkında nazil olmuştur: Benim, Ali’nin, Hasan’ın, Hüseyin’in ve Fatıma'nin." [26]

Ehl-i Beyt kavramının sadece Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i içerdiği ve zevcelere şamil olmadığının bir ayrı kanıtı da Allah Resulü’nün bu ayet indikten sonra sürekli olarak Hz. Fatıma'nın (s.a) evinin önüne gelip Müslümanların duyacağı şekilde yüksek sesle bu ayet-i kerimeyi okuması ve onlara Ehl-i Beyt’im diye hitap etmesi olayıdır. Bu hususta Ebu Berze'den şöyle rivayet edilmiştir:

"Resulullah (s.a.a) ile yedi ay namaz kıldım. Bu süre içerisinde Resulullah'ın (s.a.a) evinden dışarı çıktığında devamlı Hz. Fatıma'nın (s.a) evinin önüne gelerek şöyle buyurduğunu müşahede ediyordum: "Allah'ın salâtı sizin üzerinize olsun (ey Ehl-i Beyt!) ‘Gerçekten Allah, tüm pislikleri siz Ehl-i Beyt'ten gidermeyi ve sizleri tertemiz kılmayı istemiştir.’" [27]

Görüldüğü üzere Resul-i Ekrem (s.a.a) bu önemli davranışlarıyla ayet-i kerimede geçen "Ehl-i Beyt" kavramının yalnız mezkur beş mübarek zatları kapsamına aldığını belirterek hiç kimseye şüpheye düşme veya düşürme fırsatını bırakmamıştır.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta da şu ki, ayet-i kerimede Ehl-i Beyt'in böylesine yücelikle methedilmesinin ve onların büyük makama haiz olduklarının açıklanmasının sebebi, onların Resulullah (s.a.a) ile olan akrabalık bağı değildir. Zira bu takdirde vahiy dışı bir beyanı olmayan Resulullah'ın (s.a.a) konuya bu kadar özen göstermesinin, çeşitli üslûplarla tekitlerde bulunmasının ve Ehl-i Beyt'i isimleriyle anmasının bir anlamı kalmazdı. Ayrıca bu düşünce tarzı, Ehl-i Beyt'in sadece belirli şahısların olduğunu bildiren ve onların masum olduklarını açıkça ispatlayan Tathir ayetiyle de bağdaşmıyor. Zira Ehl-i Beyt'in anlamına genişlik kazandırarak, Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinin, Akil, Cafer ve Abbas hanedanının ve Resulullah (s.a.a) ile bir tür bağlantısı olan herkesin Ehl-i Beyt'ten olduğu farz edildiği takdirde iki soruyla karşılaşırız ki, bizce bu iki soru, ayet-i kerimede masum ve temizlenmiş oldukları belirtilen şahısların kimler olduğunu belirlemektedir. O iki soru şunlardır:

a) Resulullah'ın (s.a.a) hanedanından olup da kendilerinin bütün pislik ve çirkinliklerden arındırıldıklarını ve masum kılındıklarını iddia eden var mı?

b) Böyle bir iddiada bulunan varsa, acaba onun davranış ve gidişatları bu iddiasıyla uzlaşıyor mu?

Açıktır ki, bunu belirlemek için o şahsın geçmişine ve hayatına bakarak sözünde sadık olup olmadığını görmeliyiz.

İşte bu iki soru, daha doğrusu şarta baktığımızda Allah Resulü’nün Ehl-i Beyt olarak belirlediği bu beş kişi dışında ne Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinden, ne de Akil, Abbas veya Cafer'in soyundan gelip Resulullah (s.a.a) ile akrabalık bağı olanlardan hiçbir kimsenin böyle bir iddiada bulunmadığı ortadadır. İddia etmiş olsalardı bile onların hatayla dolu yaşamları bunun yalan bir iddia olduğunu açıkça gözler önüne sererdi. O hâlde haklarında paklıklarına tanıklık eden Allah Resulü’nden gelen sayısız hadislere ilâveten bizzat pak yaşamlarıyla da masum olduklarını ispatlayan Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (s.a), Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin'den (a.s) başka hiçbir kimse bu ayetin kapsamı dahilinde değildir, olamaz da. Zaten yukarıda işaret ettiğimiz üzere bu zatlardan başka Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinden veya diğer akrabalarından bir kimsenin böyle bir iddiada bulunduğu da görülmemiştir. Böyle bir iddiada bulunan sadece bu zatlardır. Böyle bir iddianın sahibi olan bu zatlar yaşamları boyunca da halkın arasında ve onların gözleri önünde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Halk yaşamları boyunca onlardan bir yanlış hareket tespit etmemiş, masumluğa aykırı bir davranışta bulunduklarını gözlemleyememiştir. Tarih bunun en açık şahididir. Oysa eğer bunlar masum olmaz ve diğer insanlar gibi hataya duçar olan birileri olsalardı, tarih mutlaka diğer insanlarda olduğu gibi, onların da yanlışlarını tespit eder, iddialarıyla yaşamlarının birbiriyle bağdaşmadığını gözler önüne serer ve bunun haberi de mutlaka  bizlere ulaşırdı. Oysa böyle bir şey olmamıştır ve tarih boyunca bu beş zatın her türlü çamur atmadan sakınmayan sayısız düşmanları olmasına rağmen hiçbir kimse onların masumlukla çelişen en ufak bir hatasını gösterememiş ve iddia edememiştir. O hâlde ayet-i kerimenin nazil olduğu dönemde bütün pisliklerden uzaklaştırılarak pak kılınan Ehl-i Beyt, ancak bu beş temiz zatla sınırlandırılmalıdır.

Tathir Ayetinden Alınan Sonuçlar

Bu ayet-i kerimeden alınan sonuçların en önemlisi, Ehl-i Beyt’in gerçek doğrular olduğu ve yalandan arınmış olduklarıdır. Binaenaleyh, Ehl-i Beyt'ten bir söz veya hadisin nakli sahih olursa, sözlerinin veya hadislerinin doğruluğunda şüphe edemeyiz. Onların söz veya rivayetlerini tekzip etmek, gerçekte onların bütün pisliklerden arınıp temiz olduklarını açıklayan Kur’ân-ı Kerim'in sarih ayetini tekzip etmek demektir.

Bu ayet-i kerimeden elde edilen ikinci sonuç ise, Resulullah'tan (s.a.a) sonra Hz. Ali'nin (a.s) ümmetin imamı olduğu, hilâfet makamına ondan daha lâyık hiçbir kimsenin bulunmadığı ve bütün ümmetin ona itaat etmesi gerektiğidir.

Zaten Hz. Ali’nin (a.s) nurlu yaşamına azıcık bile göz atan herkes, onun Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra İslâm ümmetinin önderliğini yapmaya ve hilâfet makamına oturmaya lâyık olan  tek şahıs olduğunda asla şüphe etmez. Bu husus, gün ışığı gibi insaf sahibi herkesçe malumdur. Dolayısıyla da bu hususta sözü uzatmaya gerek görmüyoruz.

 

 


[1] – Nisâ/105

[2] – Süllem-ul Vusul, s.95.

[3] – Çünkü Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinin bir araya toplanması (tedvin edilmesi) ancak vefatından çok daha sonraları -yani Ömer ibn-i Abdulaziz'in döneminde- gerçekleşti. Bir hadisin Resulullah'tan (s.a.a) olup olmadığı sonucuna varabilmenin zorlaşmasında rolü olan diğer bir faktör daha vardır ki, o da Resulullah (s.a.a) adına yalan hadis nakledenlerin olması ve hadis uydurma konusudur. Hz. Ali (a.s) bu hususta söyle buyurmaktadır:

"Sahabeler Resulullah'tan (s.a.a) bir şeyin hükmünü anlamak için soru soruyordu. Bazıları ona soru yönelttikleri hâlde Resulullah'ın (s.a.a) maksadının ne olduğunu sormuyorlardı." Yani sadece Resulullah'ın (s.a.a) buyruklarına kulak vermekten hoşlanır ama onları yazmaya pek önem vermezlerdi. (Usul-u Kâfi, c.1, s.62.)

[4] – Sahih-i Müslim, c.7, s.122.

[5] – Sahih-i Tirmizî, c.5, s.620. Dar'ul Fikr b.

[6] – Sünen-i Daremî, c.2, s.432.

[7] – Müsned-i Ahmed ibn-i Hanbel, c.3, s.14.

[8] – Hasais-un Nesaî, s.30.

[9] – Müstedrek-ül Hâkim, c.3, s.109, 149, 533.

[10] – Müstedrek-i Hâkim, c.3, s.343.

[11] – Kenz'ul Ummal, c.1, s.186. Beyrut, er-Risale basımı.

[12] – Haysemî'nin "el-Mecma" adlı kitabı, c.9, s.168.

[13] – Hilyet'ul Evliya, c.4, s.306.

[14] – Maide/67.

[15] – Ahzap/33

[16] – Yasin/82

[17] – Maide/6

[18] – En’am/145.

[19] – Tevbe/125.

[20] – En’am/125.

[21] – Yasin/82.

[22] – Ahzab/33.

[23] – Müstedrek-ul Hâkim, c.3, s.147.

[24] – Bu hadisi Taberî ve İbn-i Kesir tefsirlerinde, Tirmizî Sahih'inde, ve Tahavî Müşkil-ül Asar adlı kitabında nakletmişler.

[25] – Bu hadisi Suyuti ed-Dürr-ül Mensur adlı kitabında Ebi Said'den rivayet etmiştir.

[26] – Bu hadisi Taberî, Muhibb-i Taberî Zehair'ul Ukba kitabında Ebu Said'den nakletmişler, İbn-i Kesir de tefsir kitabında c.3, s.458 nakletmiştir.

[27] – Mecma-uz Zevaid, c.9, s.206.