“Hayır tümüyle akılla elde edilir. Aklı olmayan kimsenin dini yoktur.” Tuhef’ul-Ukul, 54 Resulullah (s.a.a)

İmam Ali (A.S)’In İmameti

İmam Ali (A.S)’In İmameti

 

Abdullah TURAN

Biz, Ehl-i Beyt dostlarının inancı şudur ki, Hz. İmam Ali Bin Ebu Talip (a.s), Hz. Resulullah (s.a.a) ’ın  Allah’ın emri gereği yerine tayın ettiği bilafasl halifesi, onun ilminin varisi  ve ondan sonra Allah’ın yeryüzündeki  hüccetidir. Nitekim Hz. Resulullah’ın sağlığında da ona ilk iman getiren, ona en yakın olan, onu en çok savunan, kendi nefsi ve kardeşi ilan ettiği kimse de odur. Bu biz Ehl-i Beyt dostları için gün ışığından daha açıktır ve bu konuda hiçbir şüphemiz yoktur. Ancak sözümüz şudur ki; yalnızca Şia’nın değil, genel anlamda İslam-i kaynakları birazcık araştıran her Müslüman bu gerçeği İslam tarihinin ve kaynaklarının hemen her safhasında görebilir. Elbette bundan maksadımız Müslümanlar arasında yeni bir ihtilaf yaratmak  veya varolan bazı ihtilafları daha da körüklemek değildir. Aksine, bütün İslam-i inanç sistemlerini tam bir hoşgörüyle karşılamakla birlikte, ilmi bir bahsi başlatmak istiyoruz.
Aziz okurlardan ricamız şudur ki, tam bir metanet ve ilmi ağırlıkla makalemizi okusunlar, ancak kabul etmedikleri veya yanlış buldukları bazı hususlar olursa, yine hiçbir taşkınlığa ve öfkeye yer vermeden ilmi olarak  gerekli gördükleri konuları bize hatırlatsınlar. Bütün Müslüman kardeşlerimden beklentim şudur ki, her zaman hayatımızda Allah’u Teala’nın “Rabbinin  yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzeliyle tartış! Rabbin, kendi yolundan sapanları da en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.”(1) ayetiyle “(Ey Muhammet)” Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçekte akıl sahipleri de onlardır.”(2) ayetini kendimize şiar edinelim ve hiçbir taşkınlığa yer vermeden ilmi konularda birbirimize yardımcı olalım.
Ben yukarıda biz Ehl-i Beyt dostlarının hilafet konusundaki inancına işaret ettim ve bu konunun kendi kaynaklarımız açısından kesin olarak açık olduğunu belirttim. Ancak, bizim kaynaklarda geçen delillere isnat etmek bizimle aynı görüşü paylaşmayan kimseler için inandırıcı bir yöntem olmayabilir veya  biz eğer bu konuda delil olarak sadece kendi kaynaklarımızdan yararlanırsak, bazılarının bunlar sizlerin kendi uydurmalarınızdır diye kesip atması söz konusu olabilir. Bunun için bu bahsimizde delil kaynağı olarak yalnızca Kur’an-ı Kerim ve Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kendi hadis kaynaklarından istifade edeceğiz. İslam tarihini inceleyen her bir insan, Hz. Resulullah (s.a.a)’ın peygamberliğe tayin edildiği ilk günden  itibaren Hz. Ali (a.s)’nin da hilafet makamına tayin edilmiş olduğu hususunu anlaması pek zor bir araştırmayı gerektirmediğini görecektir.
Bakınız, Hz. Resulullah (s.a.a)’a ilk  vahiy inme anıdır. Cebrail (a.s) nazil olup ilahi vahyi indirmiş ve şeytan artık insanları putperest etmekten ümit kestiği için acı bir yanıkla çığlık  atmıştır. Bu büyük hadiseye yalnızca Hz. Resulullah (s.a.a) ve Hz. İmam Ali (a.s) tanık olmuşlardır. Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s) bunu şöyle anlatıyor: “Henüz küçük yaşta iken Arab’ın göğsüne ayak basan benim. Rabia ve Müzar kavimlerinin önde gelenlerini ezen benim. Benim Hz. Resülullah’a olan çok yakın akrabalığımı ve katında ki, özel konumumu biliyorsunuz. Beni küçük yaşta iken kendi evine götürdü. Beni kendi bağrına basıyor, kendi yatağında yatırıyordu. Benim bedenimi kendi bedenine dokunduruyor, kendi kokusunu bana koklatıyordu. Yemeği kendi ağzında çiğner, sonra bana yediriyordu. O benden ne bir yalan söz duydu ne de yanlış bir davranış  gördü. Henüz o süt emer yaşta iken Allah’u Teala kendi katından meleklerinin en büyüğünü onu korumakla görevlendirdi. O melek gece gündüz yücelik yolunu ve alemin güzel ahlaklarını ona öğretiyordu. Ben de bir deve yavrusunun kendi annesini izlediği gibi, onu takip ediyordum. Her gün kendi ahlakından benim için bir bayrak diker ve ona uymamı emrederdi. Her yıl bir süre Hira’da kalırdı. Onu orada yalnızca ben görürdüm ve benden gayri hiçbir kimse görmezdi. O günlerde hiçbir evde Hz. Resulullah (s.a.a) ve Hatice’den gayri bir Müslüman yoktu. Ben ise onların üçüncüsüydüm. Ben vahiy ve risalet nurunu görüyor ve nübüvvet kokusunu kokluyordum. Ben Hz. Resulullah (s.a.a)’a vahiy nazil olduğu zaman şeytanın çığlığını duydum ve Hz. Resülullah’a bu çığlık nedir ?diye sordum. Hz. Resulullah (s.a.a) : “Bu şeytanın çığlığıdır. Artık kendinin  ibadet edilmesinden ümit kesti ve benim duyduğumu sen de duyuyor ve benim gördüğümü sen de  görüyorsun, ancak  sen  nebi değilsin ama sen vezirsin ve sen hayır üzeresin”(3) dedi.
Aziz okurlar, bu hadisi yorumlamayı sizin kendinize bırakıyorum. Acaba vahyin nazil olduğu ilk andan itibaren Hz. Resulullah gibi Allah’u Teala tarafından Hz. Ali’nin de basiret gözünün açılması ve Hz. Resülullah’a gösterilen hakikatlerin bizzat o hazrete de gösterilmesi ve sonra da Hz. Resulullah’ın hakkında o cümleleri buyurması, sizce özel bir anlam taşımıyor mu? Eğer bunun özel bir anlamı yoksa neden bütün onca insanlar arasından sadece o hazret  seçilmiştir? Acaba bu hadisi şeriften Allah’u Teala tarafından Hz. Ali (a.s.)’nin da batin gözünün  açıldığı ve Hz. Resulullah’ın peygamberliğe seçildiği, bizzat Allah Teala  tarafından o hazrete de bildirildiği ve dolayısıyla hatta Hz. Hatice’den bile önce İslam dinini seçtiği ortaya çıkmıyor mu? Sonra, bu hadisten Hz. Ali (a.s)’ın da Hz. Resulullah gibi Allah katında özel bir mevkie getirildiği anlaşılmıyor mu? Mutezile mezhebinden olan İbn-i Ebi-l Hadid  Şerhi Nehc-ül Belağa adlı kitabında imamın bu hutbesini açıklarken şu rivayete yer veriyor: “Şeytanın çığlığına gelince, Ebu Abdullah Ahmet bin Hanbel kendi Müsned’inde Hz. Ali bin Ebu Talipten şu rivayeti nakletmiştir: “Hz. Resulullah (s.a.s)’ın miraca götürüldüğü gecenin sabahı  ben de o hazretle beraberdim. Odada namaz kılıyorlardı. Hz. Resulullah (s.a.a) ve ben namazı bitirince çok şiddetli bir çığlık duydum. “Ey Allah’ın Resulü bu çığlık nedir?” diye sordum. Hz. Resulullah: “Bunun şeytanın çığlığı olduğunu bilmiyor musun? Benim bu gece göğe götürüldüğümü bildi ve artık yeryüzünde ibadet edilmesinden  ümit kesti.”dedi.(4)
Açıktır ki, Hz. Resulullah (s.a.a)’a ilk vahiy geldiği  andan itibaren vahiy anında meydana gelen ilahi  olayların Hz. Ali’ye de gösterilmesi elbette ki özel bir anlam taşımaktadır ve bu da Hz. Resulullah’ın beyan buyurduğu vezirlik “halifelik” olayından gayri bir şey değildir. Bundan daha ötesi, Hz. Resulullah’ın yaratılış ile ilgili olan hadislerine baktığımızda bu iki hazretin yaratılışın ilk başından beraber yaratıldıkları ve birinin Allah’ın emri gereği peygamberliğe ve diğerinin de onun halifeliği ve imamet makamına tahsis kılındıklarını göreceğiz. Bakınız, İbn-i Meğazili El Menakib adlı kitabının 87.safhasında  130 numaralı hadisinde şöyle naklediyor: “Selman’dan  dedi ki: “Habibim Muhammet’in şöyle buyurduğunu duydum: “Ben ve Ali Allah katında bir nur idik. Ademi yaratmadan bin yıl önce o nur Allah’a tespih ve takdis etmekle meşgul idi. Allah Ademi yaratınca o nuru onun sulbünde  kıldı. Abd-ul Müttalib’in sulbünde ayrılıncaya kadar devamlı olarak bir arada idik. Dolayısıyla nübüvvet bana ait oldu hilafet de Ali’ye.”  Bu hadisin benzeri bir çok ayrı kaynaklarda da geçmektedir. Buna örnek olarak,  Teberi’nin Riyaz’ ün Nazre  adlı  kitabı (C.2/ S.162)  İbn-i Hacer- el Haysemi’nin  Mecme’üz Zevaid adlı kitabı (C.9/ S.128)  Hatib’in Tarih-i Bağdat adlı kitabı (C.6/ S.58), Hafız Genci  Şafii’nin  Kifayet-üt Talip adlı kitabı  (S.315), İbn-i Esakir’in tarihi (S.350), Allame Zahabi’nin Mizan-ül İtidal adlı kitabı (C.1 S.507), İbn-i Hacer Askalani’nin  Lisan-ül Mizan adlı kitabı (C.2/ S.229)  Hamuyni’nin  Feraid-us Simteyn kitabı (C.1/ S.43 ) Harezmi'nin  Menakibi (S.46 )  ve benzeri bir çok eserleri zikredebiliriz. Bu hadislerin tamamının senedi sahihtir veya hepsi kesin olarak sahih olan hadislerdir diye bir iddiamız yoktur. Ancak Şia kaynaklarında bulunan buna dair hadislerin doğruluğunda hiçbir şüphemiz  olmamakla birlikte, Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz ulemasına  ait olan hadis kaynaklarında da bu gibi hadislerin mütezafir olarak nakledilmiş olması, bizim yukarıda belirtmiş olduğumuz inancımızın doğru olduğuna ayrıca bir kanıt teşkil etmekte ve gerçeği arayanlar için bir aydınlanma meşalesi  oluşturmaktadır. Zira; bu kadar hadislerin hepsinin uydurulmuş olmasının  mümkün olmayacağı hususu insafla konuya eğilen her gerçekçi insana açıktır.
Şimdi Hz. İmam Ali (a.s)’nin, biz Ehl-i Beyt dostlarının savunduğu şekilde Hz. Resulullah (s.a.a)’ın bilafasl halifesi olduğunu ispatlayan delilleri özet olarak ele alalım. Bunlardan biri, İnzar ayetinin nazil olduğunda tahakkuk bulan olaylardır. Olay kısaca şundan ibarettir: Hz. Resulullah (s.a.a)’a Şuara süresinin 214.ayeti nazil olmuş ve Allah’u Teala Hz. Resulullah’ı kendi akrabalarını inzar etmekle (korkutup dine davet etmekle) görevlendirmiştir. Bunun üzerine Hz. Resulullah, Hz. Ali (a.s)’yi yemek hazırlayarak, yakın akrabalarını yemeğe davet etmekle görevlendirmiştir.  O gün hazretin daveti üzerine aralarında Ebu Talip, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb’in de bulunduğu yaklaşık kırk kişi Hz. Ebu Talib’in evinde toplanmıştır. Hz. Resulullah (s.a.a) yemek yenildikten sonra, kendinin Allah tarafından peygamberlikle görevlendirildiğini onlara şöyle açıklamıştır: “Ey Abd-ul Müttelip oğulları, ant olsun Allah’a ki; ben Arap gençleri arasında kendi kabilesine benim getirdiğim şeyden daha hayırlı bir şey getiren bir genç tanımıyorum. Ben sizin için dünya ve ahret hayrını getirmişim. Allah beni sizleri ona davet etmekle görevlendirmiştir. Sizlerden kim benim bu görevimde bana yardım etmeğe hazırdır ki, benim kardeşim, vasim ve sizin aranızda halifem olsun?”(5) Orada hazır bulunanların hiç birinden  bir ses çıkmaz ve yalnızca Hz. Ali (a.s) kalkıp “Ey Allah’ın peygamberi, sana yardım etmeğe ben hazırım”der. Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’ye:”Ey Ali sen otur” der ve bu sahne üç defa tekrarlanır. Her üçünde de o hazrete icabet eden yalnızca Hz. İmam Ali (a.s) olur. Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a)  mübarek elini Hz. Ali (a.s)’ın omzuna koyarak; “Bu benim kardeşim, vasim ve sizin aranızdaki halifemdir, onu dinleyin ve ona itaat edin.” buyurur. Bunun üzerine orada bulunanlar gülerek kalkıp Ebu Talib’e: ”Sana kendi çocuğunu dinleyip, onun emrine uymanı farz kıldı!”diyerek dağılıp giderler.(6)
Bu hadisi şerif Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s)’in Hz. Resulullah’tan sonra onun bilafasl halife ve vasisi olduğunu açıkça belirtmektedir. Bu hadisi ayrı manalara yorumlamak açıkça bir inatçılıktan başka bir şey değildir.
Bu hadis, biz Ehl-i Beyt dostlarına ait kaynaklarda mütavatir olarak nakledilmiştir. Dolayısıyla bizim onun sıhhatında hiçbir kuşkumuz yoktur. Diğer Müslüman kardeşlerimiz için de, şu kadarını belirteyim ki; bu hadisi, bir çok büyük Ehl-i Sünnet alim ve hadis yazarları kendi kitaplarında benzeri tabirlerle nakletmişlerdir. Bunlara örnek olarak, Ahmet bin Hanbel’i, İbn-i İshak’ı, İbn-i Cerir’i, İbn-i Ebi Hatem’i,İbn-i Mürdeveyh’i, Ebu Naim’i, Beyhakı’yı, Salebi’yi, Taberi’yi, İbn-i Esir’i, İbn-i Kesir’i, Ebu-l Feda’yı, Ebu Cafer İskafi’yi, Tahavi’yi, Ziya Mukaddesi’yi, Said bin Mensur’u, Nisai’yi, Hakim’i, Zehebi’yi ve İbn-i Ebil Hadid’i zikredebiliriz.
Şimdi, aziz okurların araştırmalarına kolaylık olması için Ehl-i Sünnet ulemasının mezkur hadise değindikleri eserlerinden bazılarını örnek olarak zikredelim. Salebi  ve Teberi   El-Kebir adlı tefsirlerinde. Yine İbn-i Kesir kendi tefsirinin Şuara suresinin tefsirinde, Teberi Tarih-ül Ümem ve Müluk adlı tarih kitabının 217.safhasında, İbn-i Esir El-Kamil adlı tarih kitabının 2.cildinin 22.safhasında, Ebu-l Feda kendi tarihinin 1. cüzünün 116.safhasında, İbn-i Ebi-l Hadid Şerhi Nehc-ül Belağa adlı kitabının 3.cildinin 257.safhasından, 281.safhasına kadar olan bölümünde, Halebi Es-Siret-ül Halebiyye adlı kitabının 1.cüzünün 381.safhasında, Ahmet bin Hanbel El-Müsnet adlı kitabının 1.cüzünün 111, 159 ve 331.safhalarında, Nisai Hasais-ül Aleviyye adlı kitabının 6.safhasında, Hakim Müstedrek-üs Sahiheyn adlı kitabının 3.cüzünün 123.safhasında ve bilahare Kenz-ül Ümmal kitabının 392, 396, 397, 408.safhalarında. Ayrıca, Ahmet bin Hanbel’in Müsned’inin haşiyesinde çap olmuş olan Müntehab-ül Kenz-ül Ümmal kitabının 5.cildinin 41.safhasından 43.safhalarına kadar olan bölümlerinde bu hadisin çeşitli tariklerden nakledilmiş olduğunu ve bir çok alimin onun sahih hadis olduğunu açıkça belirtmiş olduğunu görebilirsiniz.
Ancak şu var ki, bazıları kendi ön varsayımlarına uymayan bu gibi hadislerle karşılaştıklarında, bu hadisler sahih hadisler değildir şeklinde iddiada bulunuyor ve o hadisin Buhar-i ve Müslim tarafından nakledilmemesini de buna  bir kanıt olarak gösteriyorlar. Biz bu gibi insanlara şu kadarını arz ediyoruz ki, ilk önce bu kadar fazla kanaldan gelen bir hadisin uydurulmuş olmasını akıl mümkün görmüyor ve faraza bazı kanallarının senedinin sahih olduğu ispatlanamasa bile, hadis ilimlerine vakıf olanların malumudur ki, birkaç kanaldan gelen bir hadisin senedi üzerinde fazla durulmaz. Zira, onun fazla kanaldan ulaşması, onun doğruluğunu zaten kanıtlamaktadır. Oysaki bu hadisin sahih bir hadis olduğu Ehl-i Sünnetin bir çok büyük alimi tarafından da tastık  edilmiştir. Buna örnek olarak Kenz-ül Ümmal kitabının 6.cildinin 396.safhasında nakledilen 6045 numaralı hadisine bakınız. Orada bu hadisin İbn-i Cerir tarafından doğrulandığını görebilirsiniz. Yine İbn-i Hadid’in yazdığı Şerhi Nehc-ül Belağa kitabının 3.cildinin 263.safhasına bakınız. Orada Ebu Cafer İskafi’nin Nakz-ül Osmaniye adlı kitabında bu hadisin sahih olduğunda hiçbir şüphenin olmadığını yazdığını bulabilirsiniz. Bütün bunlara ilaveten, ben aziz okurlara bu hadisin sahih senetle bize ulaştığını kanıtlamak için, örnek olarak Ahmet bin Hanbel’in naklinde vaki olan senet silsilesini zikrediyorum. Ahmet bin Hanbel,  bu hadisi, Esvet bin Amirden, o da Şerik’den, o da Ameş’den, o da Minhal’dan, o da İbad bin Abdullah el Esedi’den, o da merfu olarak Hz. Ali (a.s) den nakletmiştir. Bu senet zincirinde vaki olan zatların hepsi de hem Buhar-inin hem de Müslim’in kendi kitaplarında itimat edip hadis naklettikleri zatlardır. Bunların sıka insanlar olduğunda hiçbir Ehl-i sünnet alimi şüphe etmemiştir. O halde bu hadisin sahih hadis olduğundan şüphe edilemez. Buhar-i ve Müslim’in bu hadisi kendi kitaplarında nakletmemelerine gelince, onların bu ve benzeri hadisleri nakletmemelerinin mezhebi taasüplerinden kaynaklandığı malumdur. Özellikle de Buhar-inin elinden geldiği kadar Ehl-i Beyt mezhebini ispatlayan hadisleri, nakletmekten sakındığı herkesçe bilinmektedir. Onların bu tavırlarını Hafız bin Hacer  Feth-ül Bari adlı kitabında beyan etmiştir. O halde onların bu konuya ait  bir hadisi nakletmemeleri o hadisin zayıf oluşuna bir delil olamaz.
Burada bazıları da şu şekilde bir itirazda bulunuyorlar: Faraza, bu hadis sahih bir hadis olsun, fakat siz imamet konusunda bu hadise istinat edemezsiniz. Zira imamet konusu İmamiyye mezhebine göre usul-i dindendir. Usul-i dine ait olan konularda da ancak Kur’an-ı Kerim ve Mütavatir olan bir hadis delil olabilir. Oysaki bu hadis sahih bile olsa, ahad türünden bir hadistir. Böyle bir hadisin de usul-i dine ait konularda delil  teşkil edemeyeceği malumdur. Sonra bu hadisin anlamı sizin iddia ettiğiniz ümmetin genel imameti değil, aksine bu hadisten ancak şu anlaşılıyor ki, Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’yi yalnızca kendi Ehl-i Beyti (a.s) içerisinde kendine halife ve vasi kılmıştır. Bütün ümmete değil. Zira Ahmet bin Hanbel’in rivayetinde de olduğu üzere, bu hadisin bazı nakillerinde hilafet konusu mutlak değildir ve “siz Ehl-i Beytim arasında ki halifemdir” tabiri geçmektedir. O halde bu hadisten Hz. Ali’nin yalnızca Ehl-i Beyt (a.s) içerisinde Peygamberin halifesi olduğu ortaya çıkıyor, bütün ümmet içerisinde değil. Oysa sizin iddianız, Hz. Ali (a.s)’ın bütün ümmet içerisinde halife olduğudur. O halde bu hadis sizin için bir delil olamaz. Bundan öte, bu hadis doğru olsa bile, sonradan Hz. Resulullah (s.a.a)’ın onun mefadından iraz ettiği ve onu fesh ettiği anlaşılmaktadır. Zira bu hadis olduğu halde, ashap diğer halifelere biat etmişlerdir. Eğer bu hadis fesh edilmiş olmasaydı, ashap diğer halifelere biat etmezlerdi.
Bunlara da cevabımız şudur ki, evet biz İmamiyye mezhebine mensup olanlara göre imamet konusu usul-i dindendir ve bu konuda delil olarak yalnızca Kur’an-ı Kerim ve mütavatir hadislere istinat ediyoruz. Bizim bu hadis ve benzeri hadislere istinat etmemiz de onların kendi kaynaklarımızda mütavatir olarak nakledildiği içindir. Ama Ehl-i Sünnete gelince, onlara göre hilafet ve imamet konusu  usul-i dinden olmadığından, ister mütavatir olsun, ister olmasın, onlar için sahih olan her hadis bu konuda delil teşkil eder. Zaten bizim burada delil olarak onların kendi kaynaklarında sahih senetle gelen bu hadise istinat etmemiz, onların kendilerince muteber  olan bir delil ile onlara delil getirmek maksadını gütmektedir.
Hz. İmam Ali (a.s)’ın yalnızca Hz. Resulullah (s.a.a)’ın kendi Ehl-i Beyti içerisinde ki özel  halifesi olduğu iddiasına gelince, bu İslam ümmetinin icmasına aykırıdır. Zira Hz. Ali’nin Hz. Resulullah’ın Ehl-i Beyt-i içerisinde halifesi olduğuna kail olan her şahıs, onun bütün ümmete de halife olduğunu kabul etmektedir ve her kim de Hz. Ali (a.s)’ın özel hilafetini ret ediyorsa, genel hilafetini de ret etmektedir. Bu ikisini birbirinden ayıran yoktur. Bundan başka, bizim kendi kaynaklarımızda bulunan naklinde, bu hadisin tabirinin genel olmasıyla  birlikte, gördüğünüz üzere, Ehl-i Sünnet tarikinden de gelen nakillerin bazısında ki tabir geneldir.
Hz. Resulullah (s.a.a)’ın bu hadisin mefadından iraz ettiği ve onu fesh ettiği iddiasının ise, gerçeği yansıtmadığı açıktır. Zira bu iddiayı kanıtlayacak hiçbir delil bulunmamaktadır. Aksine ileride göreceğimiz üzere, bir çok Kur’an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Resulullah (s.a.a)’dan bize ulaşan mütavatir naslar, bu hadisin mefadına uygunu olarak Hz. Ali’nin imamet ve hilafetini ispatlamaktadır. O halde Hz. Resulullah (s.a.a)’ın onun mefadından iraz ettiği iddia edilemez. Ashabın diğer halifelere biatına gelince, bu kadar nasların bulunduğu bir durumda, onların nassa aykırı olan amelleri bir hüccet teşkil edemez. Bundan gayri, halifelere biat olayının başında gelen ashabın kendi itirafları gereğince, biat olayı kendi tabirleriyle felteten (düşünülmeden aceleyle yapılan) (7) olarak vaki olan bir olaydır, dolayısıyla ona itibar etmek mümkün değildir.
Burada bu makalemizi noktalarken tekrar aziz okurlara bu makalelerimizden ilmi bir bahsi başlatmaktan başka bir maksadı gütmediğimizi tekitle belirtirken, ufkumuzun aziz okurlardan bu konuda bize gelecek olan her türlü ilmi bahislere açık olduğunu ilan ediyoruz
1-Nahl suresi: 125
2-Zümmer suresi: 17/18
3-Nehc-ül Belağa: S.222 192.hutbe
4-Şerh-i Nehc-ül Belağa İbn-i Ebi-l Hadid’in C.13 S.209
5-El-Müracaat: S.123
6-El-Müracaat: S.124
7-Sahih-i Buhar-i: 6328 numaralı hadis ve Müsned-i Ahmet bin Hanbel: 268 numaralı hadis