Dünyadaki her şeyin adı kendisinden büyüktür ama ahiretteki her şeyin kendisi adından büyüktür.Bihar’ul-Envar, c. 8, s. 191 İmam Ali (a.s)

Kur’an-i Kerim İlmileri

Kur’an-i Kerim İlmileri

VAHİY

Vahyin ne olduğunu bilmek ve vahyi tüm boyutlarıyla iyice tanımak büyük bir öneme sahiptir; çünkü Kuran'ı anlamak, vahyi gerçek anlamıyla bilmeye bağlıdır.
Kuran; semavî mesajları içinde barındıran, yüce Allah'ın sözleridir ve vahiy yoluyla bizlere ulaşmıştır. Vahiy de melekût âleminden madde âlemine inen gaybi öğretilerin toplamına denir.
Kuran-ı Kerim'de vahiy hakkında şöyle buyrulmaktadır:"Muhakkak ki o (Kuran) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Rûhu'l-emin (Cebrail) indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için, Apaçık Arapça bir dille." "İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir."
"Bu Kuran bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu." En'am, 19.
Bu yüzden Kuran'la ilgili konuların içerisinde üzerinde durulması gereken en önemli konu vahiydir. Öncelikle vahyin tanımı yapılmalı, niteliği belirtilmeli,
melekût âlemiyle madde âlemi arasındaki bu irtibatın nasıl sağlandığı ve aslında böylesine bir irtibatın olup olamayacağı incelenmelidir. Bu ve buna benzer konular belirlenip, incelendikten sonra hiç şüphesiz Kuran öğretilerini anlamak çok daha kolay ve doğru olacaktır.
Vahyin Tanımı
Arap literatüründe vahiy kavramı çok değişik anlamlarda kullanılmıştır, örneğin: İşaret, yazı, risale, haber, kapalı söz, gizlide ilân gibi. Sonuçta, başkalarının anlamayacağı gizli ve hızlı bir şekilde başkasına bildirilen her söze, yazı ve mesaja vahiy denilir.
Ünlü dil bilimci Ragıp İsfehani vahyi şöyle tanımlıyor: "Vahiy, hızlı ve işaretle bildirilen gizli mesajlara denilir." Ebu İshak'a göre ise: "Vahyin asıl sözlük anlamı gizli mesaj demektir, buna göre de ilham için vahiy kelimesini kullanmışlardır.
" Araplar birisinin gizlice konuşup, başkalarının anlamayacağı şekilde bir şeyler anlatması için, vahiy kelimesini kullanırlar, "Ona vahyetti" yani başkasının anlamayacağı şekilde meramını bildirdi.
Kuran'da Vahiy
Vahiy kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de dört farklı anlamda kullanılmıştır:
1- Gizli İşaret: Vahyin Kuran'da kullanılan sözlük anlamıdır. Yüce Allah Hz. Zekeriya hakkında şöyle buyurmaktadır: "Bunun üzerine Zekeriya, mabetten kavminin karşısına çıkarak onlara: 'Sabah akşam tesbihte bulunun' diye (fe'evha) işaret verdi."
2- İçgüdüsel Hidayet: Her türlü varlığın, yani bitki, hayvan, insan hatta bir anlamda cansız varlıkların dahi sahip oldukları ve onunla kalıcılıklarını sağladıkları, doğal bir yönlendirmedir. Her varlığa yol gösteren bu insiyaklar için Kuran-ı Kerim vahiy kelimesini kullanmıştır:
"Rabbin bal arısına: Dağlarda, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye vahiy etti."
Tüm varlıklarda bulunan içgüdüsel hidayet doğanın en ilginç sırlarından biridir, Allah tarafından hayvanların bu şekilde yönlendirilip insanlık için faydalı olması herkesi hayrete düşürmektedir.
Yapılanlar çok açık bir şekilde fark edilmekte fakat kim tarafından yönlendirildikleri somut olarak bilinmemektedir. Bu yüzden "vahiy" kavramını kullanmak çok yerindedir.
3- İlham: Her insan yaşamında nereden geldiğini bilmediği bir takım ilhamlar yer almaktadır ki özellikle zor durumlarda güzel kararlar verebilmek için, bu ilhamlar daha çok hissedilmektedir.
Bu kaynağı bilinmeyen ve sadece insanın içine doğan ilhamlar, hayatımızda büyük bir öneme sahiptir, öyle ki çoğu zaman bizi çıkmazlardan kurtaran bir ışık gibidir. İşte insanın yardımına koşan doğaüstü bu esinlenmelerin bir diğer adı da vahiydir.
Hz. Musa'nın annesi büyük bir çıkmazdayken, Allah tarafından gönderilen bu ilhamla oğlunun öldürülmesini önledi, Kuran bunun adına vahiy diyerek şöyle buyuruyor:
"Musa'nın annesine: Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma; çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız, diye vahyettik (ilham ettik)"
Kasas, 7."Andolsun biz sana bir defa daha lütufta bulunmuştuk. Bir zaman, vahyedilecek şeyi annene (şöyle) vahyetmiştik: Musa'yı sandığa koy; sonra onu denize (Nil'e) bırak; deniz onu kıyıya atsın da, benim düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın.
(Ey Musa! Sevilmen) ve benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim. Hani, kız kardeşin gidip "Ona bakacak birini size bulayım mı?" diyordu. Böylece seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik." Taha, 37- 40. Musa (a.s) doğduğu zaman, annesi onun için endişelenmeye başladı.
Birden Allah'a tevekkül etmesi gerektiğini düşündü, aklından çocuğuna süt vermesini ve tehlikeyi hissedince, onu tahta bir sandığa koyup suya bırakması gerektiği geçti.
Yine bir gün çocuğuna kavuşacağına ve asla üzülmemesi gerektiğine kesin inanmaya başladı; zira Allah'a güvenip çocuğunu O'na emanet etmişti. Bunlar Hz. Musa'nın (a.s) annesinin yaşamış olduğu esinlemeler, gönlüne doğan ilham ve kalbinde parlayan umut kıvılcımlarıydı.
Yüce Allah'ın bu tür yardımları tüm insanlar için geçerlidir, özellikle Allah'ın sevgili kulları bir zorluğa düştüklerinde ve önemli karar almaları gerektiğinde, Allah tarafından onların kalbine ilham edilir.
Bu Rahmanî ilham ve Rabbanî esinlemeler sayesinde en doğru kararları verirler.Yüce Allah, kullarının doğru hareket etmesi için güzel ilhamlarda bulunduğu gibi, şeytanda insanları yoldan çıkarmak ve günaha düşürmek için vesveselerde bulunmaktadır, Kuran bu şeytanî vesveseler için de vahiy kelimesini kullanmıştır:
"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine vahyederler (vesvese edip, yaldızlı sözler fısıldarlar)." "Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için, vahyederler (vesvese)." Şeytanın yapmış olduğu bu vahiy yani vesveseler Nas suresinde de belirtilmiştir:
"O sinsi vesvesenin şerrinden, o ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan bütün vesvesecilerin şerrinden) Allah'a sığınırım!"
4- Peygamberlere gelen vahiy (Risal-i vahiy): Bu anlamda ki vahiy sadece peygamberlere özeldir ve sadece Allah tarafından nübüvvet makamına ulaşan kullarına gönderilir.
Bu anlamda vahiy kelimesi Kuran'da yetmişten fazla geçmektedir."Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresindekileri uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kuran vahyettik." "Biz, bu Kuran'ı vahyetmekle geçmiş milletlerin haberlerini sana en güzel bir şekilde anlatıyoruz."
 Herkes Allah tarafından vahyi alabilme kapasitesine sahip değildir, peygamberler kendilerini mükemmel kılarak bu makama ulaşabilmişlerdir. İmam Hasan Askeri (a.s) bu konu hakkında şöyle buyuruyor:
"Allah, Hz. Muhammed'in kalbini ve ruhunu vahyi almaya en lâyık insan olarak gördü, bu yüzden de onu peygamber olarak seçti."
Bu hadisten anlaşılan, üstün mesajları alabilmek için potansiyel kemallerin güçlendirilmesi gerektiğidir. Peygamberler buna ulaşmak için varlıklarında bulunan beğenilmezlikleri uzaklaştırmalı ve doğaüstü âlemle irtibat için güzellikleri kendilerinde toplamalıdırlar.
Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: "Yüce Allah hiç bir peygamberinin aklını mükemmel kılmadıkça onu peygamberliğe seçmez, onun akıl ve düşüncesi ümmetinin akıllarından daha üstündür."
Büyük filozoflardan Molla Sadra bunu şöyle dile getiriyor: "Bir peygamber dışta peygamberliğe seçilmeden önce, batınında peygamberliğe seçilir ve ruhu peygamberliğin hakikatlerini algılar.
Onlar öncelikle batınlarını mükemmelleştirirler ve daha sonra bu mükemmellikler dışa yansır. Aslında Allah'ın bu seçkin kulları, öncelikle halktan hakka doğru bir yolculuk yaparlar ve hakka ulaştıktan sonra haktan hakla beraber halka geri dönerler." Dolayısıyla vahiy, soyut âlemden gelerek insanın batınına doğan üstün öğretilerin toplamıdır.
"De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kuran'ı senin kalbine O indirmiştir." "Onu Rûhu'l-emin (Cebrail) indirdi, senin kalbine; uyarıcılardan olman için."
Vahiy de ilham gibi özel durumlarda kalbe dolarak insanın aydınlanmasını sağlar, ancak peygamberler bunun kimin tarafından geldiğini bilirler, normal insanlar ise kalplerine doğan ilhamın kimin tarafından geldiğini bilmezler.
Bu yüzden peygamberler semavî öğretileri almakta hiçbir zaman hayrete kapılmaz, yanlışlığa düşmezler; çünkü kimin tarafından geldiğini ve ne tür bir niteliğe sahip olduğunu çok iyi bilirler.
Zürare, İmam Sadık'a (a.s) şöyle sordu: Peygamber (s.a.a) , kendisine gelenin ilâhî vahiy olduğunu, şeytanî vesvese olmadığını nasıl ayırt edebiliyordu? İmam (a.s) cevap olarak şöyle buyurdu: "Allah ne zaman kullarından birini peygamberliğe seçerse, ona özel bir güven (sekine) ve vakar verir.
Böylece kendisine Allah tarafından gelenleri gözüyle görür gibi olur." Yine diğer bir hadiste, "Peygamber olduklarını nasıl anlıyorlar?" sorusuna cevap olarak İmam şöyle buyuruyor: "Onlar için perdeler tamamen kaldırılır."
Başka bir deyimle peygamberler, peygamberliğe seçildiklerinde, ilm'ül yakini çoktan geride bırakmışlar dır, ayn'ül yakini de kat ederek, hakk'ül yakine ulaşmışlardır. Böylesi tertemiz insanların bu büyük makamları kat ettikten sonra insanların içinden seçilip peygamber olmalarına pek şaşırmamak gerek. Bunu Kuran-ı Kerim şöyle buyuruyor: "İçlerinden bir adama: İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele, diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: Bu elbette apaçık bir sihirbazdır, dediler?"
Yani eğer insanlar birazcık kendilerine gelseler ve peygamberler hakkında daha çok olumlu düşünseler, gerçekleri görüp, bu yanlış eleştirilerden sakınacaklardır.
Yüce Allah, peygamberlerin insanların içinden seçilmesiyle ilgili yersiz eleştirilere şöyle cevap vermektedir:
"Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.
Ve (nitekim) İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a, esbâta (torunlara), İsa'ya, Eyyûb'e, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik. Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık.
Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu. (Yerine göre) müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.
Fakat Allah sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi ilmi ile indirdi. Melekler de (buna) şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah kâfidir. İnkâr eden ve (başkalarını da) Allah yolundan alıkoyanlar şüphesiz doğru yoldan çok uzaklaşmışlardır."
Öyleyse Allah'ın insanların içinden bir peygamber seçerek ona vahyetmesi çok da şaşılacak bir durum değil; çünkü tüm insanlar yaşamı boyunca az veya çok bunu kendilerinde tecrübe etmiş ve tarih boyunca defalarca görmüşlerdir.Peygamberlere Özel Vahiy Kuran'a göre peygamberlere özel olan vahiy, üç kısma ayrılmaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hâkîmdir. İşte böylece sana da emrimizle Kuran'ı vahyettik."
1- Direkt vahiy: Bu kısımda arada bir vasıta olmaksızın vahiy direkt olarak peygamberlerin kalbine gönderilmektedir. Allah Resulü (s.a.a) bu hususta şöyle buyuruyor: "Ruhu'l Kudüs benim içime üflüyor."
2- Sesin oluşturulması: Vahiy sesli bir şekilde peygambere bildirilmekte, fakat peygamberden başka hiç kimse bu sesi duymamaktadır. Peygamber sesi duyuyor ama bu sesin sahibini görmüyor, yani bir çeşit perdenin arkasından konuşan birisinin sesinin duyulması ve onun görülmemesi gibidir.
Bu yüzden Kuran, "perde arkasından konuşur" tabirini kullanmaktadır. Hz. Musa'nın tur dağında Allah'la konuşup, Ondan vahiy alması ve Hz. Resulullah'ın miraçta Allah'la konuşması bu türdendir.
3- Melek vasıtasıyla gönderilen vahiy: Bu görevi üstlenen melek Cebrail'dir, O Allah tarafından almış olduğu üstün öğretileri peygambere ulaştırmaktadır.
 

VAHYİN MÜMKÜN OLUŞU

Vahiy gerçekte; madde ötesi bir âlem ile madde âlemi arasındaki irtibattan ibarettir. Buna göre de hemen şu soru akla gelmektedir:
"İrtibatta bulunan her iki tarafın uyuşması şarttır, oysa vahyi alındığı yer ve vahyi alan arasında bu uyum bulunmamakta, peki bu nasıl gerçekleşmektedir?
Ayrıca vahyin inişi ve nazil edilmesi belli bir yön ve mekânı gerektirmektedir, fakat madde ötesi âlemin maddî hiçbir özelliği kendisinde bulundurmadığını da göz önünde bulundurursak vahiy nasıl mümkün olabilir?"
Batılılaşmaya kendilerini kaptıran bazı dini eğilimli aydınlar, buna dayanarak vahiy için değişik ve yeni bir açıklama getirerek, şöyle diyorlar:
Peygamberlerin vahiy olarak adlandırıp, insanlara sundukları aslında içlerindeki düşüncelerinin yansımasıdır.
Peygamberler toplumun iyiliğini isteyen ve sosyal reformlar yapmaya çalışan kimselerdi, akıllarına gelen bu olumlu düşünceleri vahiy ve bazen de melek olarak görmekteydiler. Dolayısıyla düşüncelerinin başkası tarafından içlerine doğduğunu zannettiler.
Bu yüzden sözlerinde ve yazılarında bir takım yanlış öğretilerin bulunması çok doğaldır; çünkü bu insanların düşünceleri, o zaman ki içinde bulundukları toplumun fikir ve inançlarından etkilenmiştir.
Zaten bu etkilenme sonucu bir takım sözler söylemiş, sonradan bunların yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Yoksa Allah, sözlerinde bu tür yanlış düşüncelerden uzaktır.
 Allah tarafında gönderilen peygamberler hakkında bu şekilde açıklamalarda bulunmak, gerçekte nübüvveti inkârdır ve bu fikirde bulunanlar, peygamberleri hayalle gerçeği birbirinden ayıramayan saf insanlar yahut yalancılar olarak tanıtmaktadırlar.
Hâlbuki peygamber lerin nasıl üstün bir makam sahibi, asla yalan konuşma yan ve gerçekleri çok daha iyi anlayan kimseler oldukları herkes için açıktır.Bu düşüncede olan sözde aydınlar, iki büyük yanılgıya düşmüşlerdir:
1- Semavî vahiylerin örneklerini inceleyip araştırırken, tahrif edilmiş kitaplara ve yanlış yahut eksik tercümelere bakmışlardır. Bu yüzden de vahiyde bir takım yanlışların bulunduğu kanısına varmışlardır, oysa iyi bir araştırmacı öncelikle incelemiş olduğu kitabın doğruluğuna kesin güvenmelidir.
2- İnsanı sadece maddî özellikleri bulunan bir varlık olarak kabul etmişlerdir. Oysa insan yalnızca maddeden oluşmamaktadır; insanın bir maddî boyutu ve bir de maddî olmayan ruh boyutu bulunmaktadır.
İnsanın melekuti (ruhî) boyutu hakkında Mevlâna Celaleddin-i Rumî bir şiirinde şunları söylemektedir: Ben melek idim ve yüce Firdevs mekânımdı,Adem bu harabeye getirdi beni. İmam Ali"ye (a.s) isnad edilen bir şiirde ise İmam"ın şöyle buyurduğu nakledilir:
(Ey insan) sen kendini küçük bir cisim mi zannediyorsun? Hâlbuki evalim sende gizli, kâinatlar sende pinhan.Bu beyitlerde varlık âleminin tüm aşamalarının insan varlığında yatmış olduğu gerçeğinin altı çizilmektedir.
İnsan ruhun olduğunu kabul etmemizle, maddî olmayan bir âlemle irtibata geçmesi de olanaksız olmaktan çıkar. Öyleyse vahiy mümkündür. İnsanın ruhanî bir özelliğinin bulunduğu ve madde ötesi âlemle ilişki içerisinde bulunmasının imkânsız olmadığı kendi yerinde genişçe açıklanmıştır.
Yine de vahyin daha iyi bir şekilde anlaşılması için, burada kısaca ayet ve hadisler ışığında bu konuyu açıklamaya çalışalım.İnsanın Ruhsal Boyutu İnsanın ruhsal boyutu çok eskilerden beri herkesin zihnini meşgul etmiş ve bu konu hakkında değişik araştırmalara itmiştir, öyle ki felsefe, kültür ve sanat alanlarında özel bir konuma sahip olmuştur. Aynı şekilde Kuran ve hadislerde buna defalarca değinilmiş, İslam felsefesinde de genişçe işlenmiştir.
İnsan çift boyutlu bir varlıktır; ruh ve cisimden oluşmaktadır ve madde ötesi ile madde âlemi arasında yaşam sürdürmektedir. Ruh yönünden aşkındır; gökler ile irtibat halindedir, cisim yönünden de aşağıdır ve yeryüzüyle irtibat halindedir.
Kuran-ı Kerim insanın yaratılış aşamalarını açıkladıktan sonra, insanın sırf maddî özelliklerle yetinmediği ve yüce bir ruhun ona üflendiğini buyurmaktadır:
"Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra sperma halinde korunaklı bir yuvaya yerleştirdik. Sonra spermayı embriyoya dönüştürdük.
Arkasından embriyoyu et parçasına dönüştürdük, arkasından et parçasından kemikler yarattık, arkasından kemiklere et giydirdik…" Kuran, buraya kadar insanın maddî yaratılışından bahsetmektedir ve sonraki ruhanî aşamayı şöyle buyurmaktadır:
"Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah pek yücedir." Ayette geçen bu "başka bir yaratılış" insanın ruhudur ve ruh dört aylık cenin döneminden sonra ona üflenmektedir. Başka bir ayette de yaratılışın bu iki aşamasına değinilmektedir:
"O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun soyunu nütfeden, hakir bir suyun özünden çoğalttı. Sonra onu düzeltip tamamladı ve ruhundan ona üfledi.
Size de kulaklar, gözler ve kalpler vermiştir. Ne de az şükrediyorsunuz." Burada ilginç olan nokta ise; insana üflendiği söylenen ruhun melekût âleminden olarak tanıtılıp, bizzat Rabb'ul âleminin kendisine nisbet verilmesidir, bu da insan ruhunun maddeden çok daha üstün olduğunu gösterir.
İmam Sadık (a.s) bir hadisinde bu konu hakkında şöyle buyurmuşlardır: "Yüce Allah bir varlığı yarattı, sonra bir ruhu yarattı ve daha sonra meleklerden birine ruhu ona üflemesini emretti." Sonuçta Kuran'a göre insan sadece cisimden oluşmamaktadır, hem cisim  ve hem de ruhtan oluşmaktadır; önce insanın cismi varlığı yaratıldı ve sonra ona sonsuz olan ruh verildi.Felsefeye göre de insan sadece maddeden oluşan bir varlık değildir, yani sadece dıştan görmüş olduğumuz et, kemik ve deriden oluşmamaktadır; aksine görülmeyen başka bir boyutu daha bulunmaktadır ve insan o boyutla maddeden daha süstün bir makama ulaşmakta, cismaniyetin dört duvarından kendisini kurtarmaktadır.
Yukarıda söylediklerimize binaen, insan ruh ve cisimden oluşan iki boyutlu bir varlıktır. Ruhanî bir boyutunu kabul ettikten sonra, madde ötesi bir âlemle irtibata girmesi ve irtibat halinde olması şaşılacak bir mesele olmaktan çıkar, zira zaten maddeden farklı bir özelliğe sahiptir. Lâkin bu irtibatın niteliği bilinmemektedir, işte bu olay vahyin bir diğer versiyonu dur.
Vahiy üstün ruhanî özelliklere ulaşmış kimselerde görülen ruhanî bir olaydır. Kendilerinde oluşturdukları özellikler neticesinde madde ötesi âlemle irtibata geçe bilmekte ve bir takım öğretilere vakıf olabilmektedirler. Tüm bunların hepsi dış âlemde olup bitmekte ve dışarıdan onlara bildirilmektedir; onların içinde ve batınında oluşan olaylar değildir.
Buna göre, vahiy içsel bir durum veya düşünsel bir yaklaşım değildir, vahiy üstün bir âlemden ruhanî bilgilerin verilmesidir. Fakat biz bunun nasıl gerçekleştiğini asla bilemeyiz, evet vahiy vardır, insan başka bir âlemle irtibata geçe bilmekte, bir takım bilgileri alabilmektedir buna kesin inanmaktayız, ama bunun niteliği bizlere meçhuldür.
Aslında anlamaya çalışmışızdır yani bu olayı maddî özelliklerle sınırlayıp yahut kelime ve cümlelerle açıklamamız olmuştur, lakin sonuçta yine maddî özelliklerden ileri geçememişizdir.
Geçemediğimiz için de konu her zaman meçhul kalmıştır ve vahyin niteliği hakkında söylenen her şey mecaz, kinaye ve benzemeden başka bir şey değildir, velhâsıl hiçbir zaman gerçek niteliği belirtilememiştir.
Öyleyse vahiy; akla ters düşmemektedir, kabul edilebilir ve onu kabul etmek imanın bir parçasıdır, fakat bunun anlamak aklımızın ötesindedir çünkü bu ruhî olay maddî özelliklerle anlaşılmaz, sadece üstün ruhî özelliklere ulaşmış insanlar bunu anlayabilirler.

VAHYİN İNİŞİNİN NİTELİĞİ

Hz. Resulullah (s.a.a) yüce Allah'tan direkt vahiy aldığı zaman, kendisinde büyük bir ağırlık hissederdi, bu ağırlıktan dolayı bedeni ateş gibi yanmaya başlar, alnından ter boşalırdı ve eğer ata yahut deveye binmiş olsaydı hayvanın beli eğilir, nerdeyse yere yapışacak gibi olurdu.
Hz. Ali (a.s) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Maide süresi nazil olduğunda Peygamber Şehba adında bir katıra binmişti. Vahyin nazil olması Allah Resulüne büyük ağırlık yaptı öyle ki katır durdu, yavaş yavaş yere yaklaşıyordu ve nerdeyse göbeği yere değecekti.
Peygamber halsiz düştü ve elini bir ashabının omzuna koyarak tutundu." İbade b. Samet ise şöyle diyor: "Peygamber'e vahiy nazil olduğu zaman yüzü büzüşür, rengi değişirdi,
sonra başını yere doğru eğerdi, bunu gören sahabe de başını yere eğerdi." Peygamber efendimize vahiy nazil olduğu zaman niçin böyle şeylerin olduğunu biz bilemeyiz; zira daha önce dediğimiz gibi vahyin niteliğini bilmemekteyiz.
Tarih boyunca bazı kötü niyetli insanlar yalanlar, esassız hikâyeler ve kurgular düzenleyerek çok önemli temellerden biri olay vahyi, yanlış bir şey olarak göstermeye çalışmışlardır. Özellikle de Peygamber efendimizin vahiy alması hakkında birçok uydurmaca olay nakledip, söylenti çıkarmışlardır. Öncelikle bu uydurmalar sonucunda oluşacak şüphelerin oluşmaması için konuya iki soruyla giriş yapacağız:
1- Acaba Allah Resulü (s.a.a) peygamberliğinin ilk dönemlerinde yanılgıya kapılarak kendisine gelen hakkında kaygı ve şüpheye düşebilir mi?
2- Acaba şeytan bazen vahye karışabilir ve kendi vesveselerini vahiy niteliğinde peygambere aktarabilir mi?
Masum imamlar ve Resulullah'ın tertemiz Ehlibeyt'inin öğretilerine göre bu iki sorunun cevabı olumsuzdur. Allah Resulü yakinin en son derecesindeydi, hiçbir zaman mübarek kalbine şek ve şüphenin girmesine imkân yoktu ve Onun için neyin vesvese olduğu gün gibi aşikârdı, şeytan hiçbir zaman ona dehalet edemezdi.
Bu Ehlibeyt mektebinin kesin inancıdır, fakat Ehlibeyt öğretilerinden kendilerini mahrum bırakan Ehl-i hadisler her iki soruya da olumlu cevap vermişlerdir. Hatta bu konuyla alâkalı bir takım sözde hadislerde getirmişlerdir, öyle ki bu hadisler, peygamberliğin ismetiyle uyuşma makta ve nübüvvetin temellerini sarsmaktadır.
Şimdi Ehl-i hadisin rivayetlerinde geçen, vahiy hakkındaki uydurmalardan ikisini örnek olarak getirelim ve sonrasında aklî-nakli delillerle yalan olduklarını ispatlayalım:
1-Varaka b. Nevfel Yalanı
Varaka, Peygamber'in zevcesi olan Hz. Hatice'nin amcasının oğluydu, okuma yazması olan ve biraz da geçmiş peygamberler tarihini bilen kimseydi. Hakkında şöyle denilmiştir: "O İslam peygamberinin tedirginliğini (peygamberliğinin ilk döneminde) gideren kimseydi." Buhari, Müslim, İbn-i Hişam ve Taberi olayı şöyle anlatmaktadırlar:
"Hz. Muhammed Hira mağarasında ibadetle meşgul idi, tam bu esnada bir ses işitti, başını kaldırdı ve karşısında çok korkunç bir varlıkla karşılaştı. Korkarak başını diğer yönlere çeviriyordu, ama hangi tarafa çevirse karşısında onu görüyordu, öyle ki bütün gökyüzünü kaplamıştı. Yaşamış olduğu bu korkuyla bayıldı ve saatlerce öylece baygın kaldı.
Hatice, Hz. Muhammed'in eve geç kalmasıyla endişelenmeye başladı birini onu bulması için gönderdi, fakat bulamadan geri gelmişti. Peygamber bir süre sonra kendisine geldiğinde korkarak, kendisini kaybetmiş bir halde eve geldi. Hatice: Sana ne oldu böyle? diye sordu. Dedi ki: Korktuğum şey başıma geldi, sürekli delirmekten korkuyordum ve en sonunda delirdim galiba!
Hatice: Böyle kötümser olma, sen kendini Allah'a adamış birisin ve Allah seni yalnız bırakmaz, kesinlikle gelecek çok daha aydınlık olacaktır, dedi. Sonra Hatice Peygamber'i alarak amcası oğlu olan Varaka'nın evine götürdü,
Peygamber başından geçenleri ona anlattı, O da Peygamber'e bazı sorular sordu, sonrasında şöyle dedi: Üzülüp endişelenme, bu Musa'ya gönderilen yüce Allah'ın mesajcısıdır, şimdi de sana gönderildi ve sana nübüvveti müjdelemektedir. Bu sözlerden sonra Peygamber sakinleşti ve şöyle buyurdu: Şimdi peygamber olduğumu anladım!"
Bu ve bunun gibi onlarca yalan, yanlış hikâyeler Müslüman gözüken İslam düşmanları tarafından uydurulmuştur. Özellikle de İslam'ın birinci ve ikinci asırlarında halkı oyalayıp, doğrulardan uzaklaştırıp ve inançlarında zayıf olmalarını sağlamak için bu tür yalan olaylar çokça kurgulanmıştır.
Ne yazık ki son zamanlarda da bu tür yalan hikâyelerin yeniden gündeme getirildiğini görmekteyiz, Salman Rüştü gibi mürtet birisi İslam'ın temellerinin ne kadar asılsız olduğunu göstermek için Şeytan Ayetleri kitabını yazmıştır.
Hz. Resulullah (s.a.a) gibi en üstün mükemmelliklere ulaşan ve günler öncesinden nübüvvet müjdesini tüm benliğiyle hisseden birisi, nasıl olur da bu gerçeklerin farkına varamaz. Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberliğe seçilmeden önce bile insanların en akıllısı ve en üstünüydü; "Yüce Allah Muhammed'in kalbini en üstün kalp olarak gördü ve sonra onu peygamberliğe seçti."
Böyle mükemmel bir insan nasıl olur da vahiy meleği geldiğinde korkabilir, kendisi hakkında kötü düşünmeye başlar, sonra bir kadının tecrübesi ve bilgisiz bir adamın sorularıyla peygamber olduğunun farkına varabilir.
Anlatılan bu yalan olay, nübüvvet makamıyla uyuşmadığı gibi Kuran'ın açık ayetleri ve masumların hadisleriyle de çelişmektedir. Şimdi bazı büyük düşünürlerin görüşlerini aktardıktan sonra bu olayın yalan olduğuna dair delilleri getirelim: Kadı İyaz (ö:544 h.) Peygamber'e vahiy gelmesinin her türlü şüphe ve kaygıdan uzak olduğuna değindikten sonra şunları yazmaktadır: Hiçbir zaman ve hiçbir şekilde şeytan melek görünümüne girerek Peygamber'i kandıramamıştır.
Peygamberimizin kendisine olan güveni, kararlılığı ve sakin durumu, peygamberliğinin bir mucizesi olarak değerlendirilmelidir. Evet, Peygamber (s.a.a) kendisine gelenin vahiy meleği ve bildirilenin de vahiy olduğu hususunda asla şekke kapılmaz. İlâhî hikmet gereği her şey onun için açıktır, neyin ne olduğunu en iyi şekliyle O bilir ki, böylece Allah'ın sözleri yerini bulsun.
"Rabbinin sözü doğruluğun ve adaletin doruğuna erdi. O'nun sözlerini hiçbir güç değiştiremez. O her şeyi işitir ve bilir."
Emin'ül İslam Tabersi de, Peygamber'in vahiy yoluyla insanları hidayet edebilmesi için, vahyin alim ve aktarım aşamalarında her türlü hatadan ve yanlışlıktan masum olması gerektiğini söylemektedir.
Merhum Tabersi, Muddessir suresinin tefsirinde şunları yazmaktadır: Hiç şüphesiz yüce Allah vahiy gönderdiği her peygamberine, gönderilenin kesinlikle Allah tarafından geldiğini anlayacak kesin deliller göstermek tedir.
Peygamber de bu deliller sayesinde kendisine gelen vahiy hakkında asla şüphe etmezler. Hiçbir zaman korkmaz, kaygılanmaz, tedirgin olup, titreyip, bayılmazlar.
Kuran-ı Kerim de bunu açıkça buyurmaktadır, yani peygamberler ulaşmış oldukları üstün kemaller ve Allah"ın göstermiş olduğu açık deliller sayesinde vahiy hakkında şüphe etmez, korkmaz ve üzülmezler. Hz. Musa, peygamberliğe seçildiğinde yüce Allah"ın özel lütfüne mazhar olarak Allah tarafından şöyle vahiy aldı:
"Musa ateşin yanına gelince: Ey Musa! Diye seslenildi: Muhakkak ki ben, evet ben senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar; çünkü sen kutsal vadi Tuva"dasın! Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver. Şüphesiz ben Allah"ım, benden başka tanrı yoktur; bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl."
Sonra Hz. Musa"ya elinde bulunan asasını yere atması emredilir: "Asanı at! Musa (asayı atıp) onu yılan gibi deprenir görünce dönüp arkasına bakmadan kaçtı." Korkup kaçması dolayısıyla yüce Allah tarafından şöyle uyarıldı: "Ey Musa! Korkma; çünkü benim huzurumda peygamberler korkmaz." Bu şekilde en ufak bir korku halinde bile, Allah"ın yardımı peygamberine ulaşarak onu her türlü korkudan kurtarmıştır.
Bu bütün peygamberler için geçerli olan genel bir kanundur, kim Allah"ın huzuruna kabul edilme gibi üstün makama ulaşırsa, hiçbir zaman hiçbir şeyden korkmaz; zira Rabbin huzur veren atmosferinde bulunmaktadır.
Hz. İbrahim de aynı şekilde kesin bir yakin ve sakinliğe ulaşsın diye gözünden perdeler kaldırılmış, bu şekilde de melekût âleminin gerçekleri ona gösterilmişti: "İşte böyle İbrahim"e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, yakin sahiplerinden olsun."
Yukarıdaki ayetlerden açıkça anlaşıldığı üzere peygamberler açık bir düşünceye, şüphesiz bir inanca sahiplerdi, bununla beraber daha fazla yakine ulaşsınlar diye yerlerin ve göklerin melekûtu onlara gösterilmiştir.
Acaba tüm peygamberlerin en üstünü olan Hz. Muhammed (s.a.a) bu genel kanundan istisnamıydı ki yalnız bırakılsın, kendisine gelene kaygıyla baksın, korkup titresin ve kendisi hakkında kötü düşünmeye başlasın?! Yüce Allah vahiy esnasında Hz. İbrahim"e ve Hz. Musa"ya yardım ederek korkmalarını engellemişti, acaba Hz. Muhammed (s.a.a) makam yönünden onlardan daha mı aşağı ki Allah"ın yardımından mahrum kaldı?
Tâbii ki hayır; çünkü O tüm insanların en üstünüydü, tüm eksik sıfatlardan uzak mükemmel bir varlıktı, yüce Allah onu bebeklikten yetiştirmişti. Hz. Ali (a.s) buyuruyor: "Allah-u Teâlâ bir meleği gece gündüz Peygamberle ilgilenip,
Onu insanî mükemmelliklere ulaştırması için görevlendirmişti." Bu ve buna benzer birçok sahih hadis bulunmaktadır.
Varaka olayının nasıl büyük bir yalan olduğu yukarıda özetle açıklandı, buna ek olarak şu eleştirileri de yapabiliriz:
1- Bu olayın nakli, sened açısından olayı ilk canlı yaşayan kimseye ulaşmamaktadır. Dolayısıyla hadis ilminde bu tür rivayetler "mursele" olarak kabul edilir ve itibarı yoktur.
2- Bu olay değişik kitaplarda çok farklı şekillerde anlatılmaktadır, farklılığın bu kadar çok olması yalan olduğunu gösterir. Örneğin bir nakle göre Hz. Hatice'nin kendisi yalnız başına Varaka'nın yanına gitti,ikinci nakle göre Peygamber'le beraber gitti, üçüncüye göre Varaka'nın kendisi Peygamber'i tavaf esnasında gördü, ona sorular sorduktan sonra peygamber olduğunu söyledi ve dördüncü nakle göre ise Ebubekir Hz. Hatice'ye gelerek Peygamber'i Varaka'nın yanına götürmesi gerektiğini söyledi.
Görüldüğü gibi olay, o kadar fazla değişik şekillerde anlatılmaktadır ki okuyucu hangisine inanacağını bilmemektedir, bu da böyle bir olayın yalan olduğunu gösterir.
3- Bu olayın çoğu nakillerinde, Varaka'nın Hz. Peygamber'in nübüvvetini müjdeledikten sonra şöyle dediği geçmektedir: "Eğer onun peygamberlik dönemini görecek olursam kesinlikle ona iman eder, yardım da bulunurum." Hatta ünlü tarihçilerden olan Muhammed b. İshak Varaka'nın sonraları iman ettiğini gösteren bir şiirini nakletmektedir.
Oysaki Varaka hiçbir zaman Peygamber'e iman getirmedi ve kâfir olarak öldü. İbn-i Abbas bir hadisinde diyor ki: "Varaka Hıristiyan olarak öldü." İbn-i Cevzi onun fetret döneminde (nübüvvetin ilk üç yılı) Müslüman olmadan öldüğünü yazmaktadır.
İbn-i Asakir, "Onun Müslüman olduğunu söyleyeni tanımıyo- rum" demekte ve İbn-i Hacer, İbn-i Bekkar'ın tarihinden şöyle nakletmektedir: "Kureşliler, Bilal Müslüman olduğu için ona işkence yapıyorlardı, o sürekli 'Allah tekdir' diyordu ve Varaka da oradan geçerek bu olan biteni seyrediyordu, acaba niçin hiçbir zaman Müslüman olmadı?"
Tüm bunlar bu olayın sadece bir kurgudan ve yalan haberden ibaret olduğunu göstermektedir. Sonuçta bu tür yalan haberler, Peygamber ve vahiy hakkında çok yanlış inançların oluşmasına neden olmaktadır ve bunun da nedeni Ehlibeyt'in kültür ve öğretilerinden mahrum olunmasıdır; çünkü rivayetlerin naklinde masum imamlardan başkasına sarılmak insanı yanlışlığa itecektir.